Bundan önce
Ekonomi ,
Eğitim ,
Meşruiyet ve
Dil konularını incelemiştik. İncelediğimiz her konuyu kendi içinde “
Atatürk Öncesi ”, “
1919-1938 Arası Atatürk Devri ” ve “
Atatürk Sonrası ” yani günümüz olarak üç bölüme ayırarak ele almıştık.
Bu yöntemle yaptığımız dört çalışmada da üzülerek gördük ki, her konuda Atatürk öncesi yani Osmanlı’nın son dönemi ile, Atatürk sonrası yani günümüz büyük benzerlikler taşımaktadır. Bu tespit kendi içinde çözümü de beraberinde getirmektedir : O çözüm de
Atatürk Devri ’nin pırıl pırıl aydınlık yoludur.
Bu çalışmamızda da Büyük Önder’in “
Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir (*) sözünden yola çıkarak “
Bağımsızlık ” konusu aynı yöntemle üç ayrı zaman dilimi içinde incelenmektedir.
Benzerliklerin dikkatli gözler ve kulaklar tarafından yakalanacağı kuşkusuzdur.
Bu çalışmada aynı anlamı taşıyan istiklal ve bağımsızlık sözcükleri ile hürriyet ve özgürlük sözcükleri cümlelerin akışına göre metin içinde kullanılmıştır.
Geri
ATATÜRK DEVRİ ÖNCESİ BAĞIMSIZLIK
Bilindiği üzere Osmanlı devleti imparatorluk halini alarak güçlü bir yükselme devrinden sonra, çeşitli sebeplerin etkisiyle önce duraklama, sonra, gerileme devrine girmiştir. Son yüzyılı ise çöküş ve yok oluş acılarıyla doludur.
Bu acıların en etkili olanı insan ve toprak kaybının yanında
egemenliğin, özgürlüğün ve
bağımsızlığın yitirilmesidir.
Kanımızca, çöküşün en önemli etkeni; bağımsızlık düşüncesinden uzaklaşma; bu uzaklaşmayı hazırlayan da ekonomik bağımsızlığın kaybıdır. Kısaca hatırlamak gerekirse :
Osmanlı’nın ekonomik ve ardından siyasi ve diğer bağımsızlıklarını kaybedişinin başlangıcı kapitülasyonlara kadar dayanır.
Osmanlı başlangıçta transit faaliyetten vergi geliri kazanmak ve küçüklü büyüklü devletlerin birini diğerine oynamak amacıyla
kapitülasyon lar vermişti. Avrupa giderek kapitülasyonları Osmanlı’dan koparılmış tek taraflı ağır tavizlere dönüştürmesini bildi. Önce kişi olarak yabancı tüccarlara verilen bu tavizler daha sonra yabancı şirketleri de kapsayacak şekilde genişletildi ve Osmanlı topraklarında Avrupa devletleriyle bütünleşen adacıklar oluştu.
Kapitülasyon; ticari sermaye hareketinin anahtar rolünü oynayarak, daha sonra bu hareketin küresel bir sistem olma yolunda gelişmesini ve aynı güce sahip olmayan ülkelerden aldığı tavizlerle o ülkeyi kendine tabi kılmasını, en güçsüz ülkeleri ise tam sömürge haline geçmesini sağlamıştır.(Kazgan,sy.27)
Osmanlı devleti hiçbir zaman tek bir devletin sömürgesi olmadı. Fakat sermaye birikimini sağlamış ve sanayi devrimini yaşayan birçok ülke karşısında yarı sömürgeleşmiş bir yapı içinde, gelişen olaylar sonunda bu ülkeler tarafından bölüşme-paylaşma safhasına gelmiştir.
Osmanlı’nın önce iktisadi, sonra siyasi sonunun başlangıcını hazırlayan imzanın, 1838 yılında İngiltere ile yaptığı “
Ticaret Anlaşması ” olduğunu hatırlamak gerekir. Benzer ticari anlaşmalar izleyen üç yıl içinde Fransa, Alman Prenslikleri, İtalyan Krallıkları, İskandinav ülkeleri, İspanya, Prusya ve Felemenk’le imzalanarak yaygınlaştırılmıştır.Ticaret anlaşmalarını sağlam bir zemine oturtan olay da 1839’da ilan edilen
Tanzimat Fermanı ’dır. Ferman (tıpkı bugün insan hakları için yapılan müdahaleler gibi) Avrupalıların Osmanlı’nın iç işlerine karışmasını kolaylaştırmıştır.(Kazgan,s.34)
Bu anlaşmalar eski kapitülasyonların aynen devamını ve yenilerinin eklenmesini kabul etmenin yanında, yerli tüccarlara tanınan tekelin kaldırılarak ruhsatlarının iptalini, ithalat ve ihracatta yabancı tüccarların da aynı imkanlara kavuşturulmasını getiriyordu.
İşin vergi yönünde ise, yerli tüccarlar kendi topraklarında bir malı naklederken % 12 oranında vergi ödemek zorunda iken, Avrupalı tüccar % 2 vergi ve % 3 ithalat resmi dışında hiçbir vergi ödemeden mallarını İmparatorluğun her yanına götürebileceklerdi.
Böylece Avrupalının imtiyazlarından yararlanmak için Müslüman olmayan Osmanlı tüccarları, Avrupa devletlerinin himayesine girip sırtlarını Avrupa’ya dayayarak güçlü bir ticaret oligarşisi oluşturdular, Avrupa tabiiyetine geçerek vergiden sıyrıldılar.
Bunun doğal sonucu, vergi gelirleri azalarak, (bugünün
Gümrük Birliği anlaşması sonucunda olduğu gibi) ithalat-ihracat açığı hızla büyümüştür.
Böylece, zaten hazinesi berbat durumda bulunan, para-maliye sorunları içinde boğuşan, Galata bankerlerinin ağına düşmüş Osmanlı; Rusların, Ortodoks azınlığın haklarını korumak bahanesiyle başlattığı
Kırım Savaşı ’nın harcamalarını karşılayabilmek için, İngiltere ve Fransa’nın sürekli olarak dış borca sokma baskısı sonucunda ilk dış borcu
24.Ağustos.1854 ’te almıştır. Savaşın bitiminde hesaplaşmanın yapıldığı 1856
Paris Barış Antlaşması ’ndan bir ay önce ilan edilen
Islahat Fermanı ise yabancıların Osmanlı’daki nüfuzunu bir hukuk temeline oturtmuştur. Ferman’da tartışmalı olan kapitülasyon rejiminin toprak mülkiyetinde nasıl uygulanacağı sorunu, Avrupalının uzun zamandır istediği toprak satın alma hakkı, 1858 yılında
Arazi Kanunu çıkarılarak verilmiştir.(Kazgan,sy.36)
Osmanlı ilk dış borcu aldığı 1854 yılından itibaren 20 yıl içinde 16 kez daha borçlanma yapmış, alınan borçların koşulları giderek ağırlaşmıştır. Borç karşılığı verilen kağıtların üzerinde yazılı değerin ancak yarısı devletin eline geçmekteydi. Ele geçenin önemli bölümü de (bugün olduğu gibi) eski borçların faizi ve ihraç giderleri yoluyla dışarı transfer ediliyordu.
Bütçe açıkları yıldan yıla artarak 1874 yılında 5 milyon altına, yani devlet gelirinin % 25’ine ulaşmış, 1875 yılında ise Osmanlı borcunu ödeyemez duruma düşerek “
moratoryum ” ilan etmek zorunda kalmıştır.
Dipsiz kuyu sanılan pahalı borçlanma, ülkeyi ithalat ve ihracat yapamaz duruma getirmiştir. Osmanlı’nın Avrupa’dan silah satın alma gücü kalmadığını gören Çarlık Rusyası, Ortodoksların haklarını tekrar korumak bahanesiyle başlattığı 1877-1878 savaşı Osmanlı için felaketle sonuçlanmış, barış konferansında Kıbrıs’ın yönetiminin İngilizler’e (sözde geçici olarak) terk edilmesini doğurmuştur.
Böylece Osmanlı devleti kendi sonunu hazırlayan bir kısır döngüye girmiştir: Bütçe açıklarını kapamak için borçlanma, alınan borcun cari harcama ve saray yapımı için kullanılmasıyla gelir getirememesi, borcun taksidi ve faizi için yeniden borç arama, silah alımı için mali kaynak bulamama, durumu gözleyen (başta Rusya olmak üzere) yabancıların iç azınlıklar üzerinde hak iddia etmeleri sonucu çıkan savaşlar, savaşlar sonucu toprak kayıpları, savaş tazminatları ve azınlıklara yeni haklar, yeniden borçlanma çabaları ve sonunda 20.Aralık.1881 günü Düyun-ı Umumiye İdaresi’nin kuruluşunun ilanı ile ekonomik bağımsızlığın tamamen yol oluşu.
Düyun-u Umumiye Binası
(Bugün İstanbul Erkek Lisesi )
Ekonomik bağımsızlığın yok oluşuyla zaten “
ulusal ” düşüncenin bulunmadığı Osmanlı yönetiminde; eğitim, kültür, askeri ve nihayet siyasi bağımsızlık sona ermiştir. Artık Osmanlı ülkesinde bankalar, posta idareleri, tren hatları v.d. Avrupalının yönetimindedir.Her ülke kendi hatlarını işletmekte, her devlet kendi pulları ile ülkede posta işlerini yürütmektedir…
Burada ana hatlarıyla anlatılan, Osmanlı’nın önce ekonomik ve ardından siyasi, askeri, mali, adli, kültürel ve eğitimsel bağımsızlığının yok oluşu, en fena olarak zihinlerin de köleleşmesini beraberinde getirmiş ve yöneticileri bütünüyle yozlaştırmıştır.
Yabancı eğitim ve azınlıklara tanınan eğitme özgürlüğü üzerinde Osmanlı’nın bir yaptırım gücü kalmamıştır. “
Düvel-i Muazzama ” denilen büyük devletlerin iç işlerimize karışma konusunda İngiltere başı çekmektedir.Üzerinde güneş batmayan imparatorluğun temsilcileri, tecrübe ve imkan açısından öteki rakiplerinden öndedirler:
Özellikle İngiliz elçisi
Lord Statfod, uzun yıllar Türkiye’de kalmanın verdiği alışkanlıklardan yararlanarak devlet içinde devlet kurmuştur.
Sadrazam Âli Paşa bıraktığı
hatıratında, Lord Statford’un vilayetlerde valiler nezdinde konsoloslar görevlendirdiğini, vali ve bakanlardan, kendilerine verdiği görevleri yerine getirmeyenleri tayin ve azlettirebildiğini belirtmektedir.
Bu tür davranışlarda İngiltere önde olmakla birlikte tek değildir: Islahat Fermanı’nı hazırlayanlar arasında Âli Paşa’nın ve İngiliz elçisinin yanı sıra Fransız elçisi de bulunmaktadır! Nüfuzu günden güne artan ve
Nedim Paşa’yı kullanan Rusya da, iç kararlarda göz önünde tutulması gereken bir ağırlık merkezidir.
Yabancıların bu etkisi karşısında Osmanlı yönetiminde görev alan Osmanlı Paşaları bir devletin yanına sığınmayı, siyasi başarı için çıkar yol görmektedirler.
Reşit Paşa İngilizlerin, Âli Paşa Fransızların, Mahmut Nedim Paşa Çar’ın taraflısı durumundadır. Abdülmecid’in 22 yıl süren saltanatı devrinde 22 defa sadrazam değiştirmiş olmasının nedenlerinin başında bu yabancı müdahaleleri gelmektedir.(Savaş,sy.90-91)
Osmanlı yöneticileri üzerinde yabancı hakimiyeti gelenek halinde imparatorluğun sonuna dek sürecektir.
Mithat Paşa, Kamil Paşa İngilizlerin tarafı olacak,
Enver Paşa ’ların Almancılığı ise Osmanlı’nın parçalanmasına yol açacaktır.
Yabancıların Osmanlı yöneticilerini avuçlarının içine alması, hemen her alanda kendini göstermiş, devlet kademeleri yabancı uzmanlarla dolmuştur: 1838’de kurulan ve büyük önem taşıyan “Ziraat ve Sanayi Meclisi” nin müsteşarlığını bir İngiliz yapmaktadır. Ekonomik durumu düzeltip yönetmekle yükümlü “Meclis-i Maliye”de üç yabancı söz ve rey sahibidir. Ancak bu sızmaların en önemlisine ordu hedef olmuştur.
Özellikle Almanlar bu alanda başarılı (!) olmuş, giderek bütün orduyu ele geçirmiş, adeta Alman silahlı kuvvetlerinin doğu birlikleri durumuna getirmişlerdir. Ünlü
Mareşal Von Moltke 1836’da öncü olarak gelmiş orduda
ve Anadolu’da incelemeler yapmıştır.
General Von Der Goltz (Golç Paşa) 1883’te gelerek uzun yıllar görev yapmış, Genel Kurmay II. Başkanı olarak çalışmış, I. Dünya Savaşı’nda 1. ve 6. Ordulara kumanda etmiştir. Bir diğeri
Liman Von Sanders çeşitli ordular ile Yıldırım Orduları kumandanlığı yapmış, Padişah’tan müşir (mareşal) ünvanı almıştır. Bu arada donanmayı ıslah için İngiliz
Amiral Limpus, jandarma gücü eline teslim edilen Fransız generali
Bauman v.b. yanında Almanlar ordu yönetimine önce ortak, sonra hakim olmuşlardır.(Savaş,sy.92)
Bu arada A.B.D.'nin de ilginç çabaları vardır. Bağımsızlığını kazandıktan sonra hızlı bir gelişmeyle kapitalizmin gelecekteki önderliğine hazırlanan bu devletin gözünde Osmanlı, her denize açılan limanları ve imkanlarıyla çok uygun bir hedeftir. 1829'da imzaladıkları ilk ticaret anlaşmasının ardından, 1831’de ilk konsolosluklarını İzmir’de açmışlar, 80 yıl içinde 45 konsolosluk açarak Yağma Hasan’ın böreğine ortak olmuşlardır.
Bir kaynağa göre 1914’te Türkiye’nin çeşitli yerlerinde 17 Amerikan dini misyonu, 200 şubesi ve 600 Amerikan okulu bulunmaktadır. Bu liste İstiklal Savaşı öncesi yaygın Amerikan mandası savunuculuğunun, birkaç aydının saf düşünceleri olmayıp, yerleşmiş bir mekanizmanın bilinçli ürünü olduğunu ortaya koymaktadır.(Savaş,sy.92)
Osmanlı’nın bağımsızlığını kaybetmesiyle sonuçlanan 1838 ticari anlaşmaları ve dışa açılma sürecinde diğer ülkelerin izledikleri yol, bugünkü nesillere ibret olacak niteliktedir:
İngiltere aynı dönemde sanayi devriminin yarattığı koşullar ve imkanlarla dünya pazarlarındaki hakimiyetini genişleterek (Çin gibi) yeni sömürgeler elde etmiş, Fransa da benzer davranışlarla kuzey Afrika’yı sömürgesi durumuna getirmiştir.
Yeni yükselen devletler olarak A.B.D. , Alman Prenslikleri ve İtalyan Krallıkları Osmanlı’nın tam tersini yaparak bu süreçten güçlü çıkmışlardır.
Osmanlı’nın gümrük kapılarını ardına kadar açtığı aynı dönemde Alman Prenslikleri bir yandan kendi aralarında gümrük birliği kurarak iç gümrükleri kaldırıp iç pazarı genişlettiler öte yandan da dış gümrüklerle İngiliz rekabetinden kendilerini korudular. Böylece geleceğin Alman imparatorluğunu 1870’lerde hazırladılar. Aynı girişimlerle de 1860’larda İtalyan birliği kurulmuştur.
A.B.D. 1836-1838 yılları arasında uygulamaya koyduğu serbest dış ticaret denemesi sonucunda ekonomik bunalıma girmesi üzerine, ülkedeki ulusalcı düşünürlerin etkisiyle gümrük vergilerini geri getirmiştir. İngiltere’ye karşı bağımsızlık iradesini açıklayan bazı vatansever düşünürler ve ülke bazı ülke yöneticileri “koruma siyaseti”ni ilan ettiler. Böylece İngiliz mal ve sermaye hücumundan yaralarını kapatarak daha güçlü çıktılar.(Kazgan,sy.33)
Öyle sanırız ki, Amerikan yönetimi üzerinde, A.B.D.’nin kurucusu ve ilk başkanı George Washington’un siyasi hayattan çekilirken (17.Eylül.1796’da) yaptığı veda konuşması etkili olmuştur. Şöyle diyordu
Washington:
Belirli bir millete sevdayla bağlanmaktan kaçınınız. Başka bir ülkeye nefret veya sevgi duyguları beslemeyi adet edinen milletler köleleşirler…Zira bir millet ortaklık hayaline kapılarak başka bir millete bağlandı mı…ona imtiyazlar tanır…Büyük ve güçlü bir ülkeyle öyle bir ilişki kuran küçük veya zayıf bir millet, diğerinin uydusu olmaktan kurtulamaz.Yabancı entrikaların aleti durumundaki kişiler, güvenini ve alkışını kazandıkları halkı aldatarak halkın çıkarlarını başkalarına teslim ederken, bütün bunlara karşı çıkan gerçek yurtseverler şüpheli duruma düşürülüp lanetlenebilirler…”
(Yalçın-Yurdakul,sy.77)
Ne kadar ilginç değil mi? Sanki günümüze sesleniliyor!
Yukarıda anlatılmaya çalışılan sürecin sonunda Osmanlı yöneticilerinde “bağımsızlık” düşüncesi tümüyle yitirilmiştir. Osmanlı devleti ve onu yönetenlerin ekonomik ve siyasi bakımdan fiilen ve zihnen “hür ve bağımsız olma” kavramını yitirmeleri, I. Dünya Savaşı galiplerine, Sevr antlaşmasını Osmanlıya kolaylıkla kabul ettirme sonucunu armağan etmiştir.
Galip devletler Padişah hükümetinin temsilcilerini Paris’e davet ederek barış için hazırladıkları
Sevr projes ini
(11.Mayıs.1920’de) tebliğ etmişler,
Vahdettin başkanlığında toplanan “Şurayı Saltanat” (22.Temmuz.1920’de) “
zayıf bir mevcudiyeti, yok olmaya tercih etmeye değer ” görerek antlaşmanın kabul ve onanmasına karar vermişti.
Bu antlaşma Türk topraklarını parçaladıktan başka Türk milletine hiçbir hükümranlık hakkı tanımıyordu. Öldürücü hükümler taşımasına rağmen İstanbul hükümeti temsilcileri bu antlaşmayı 10.Ağustos.1920’de imzaladılar.
Fakat bütün bu olanlara karşılık içinde bulunduğumuz coğrafyada Türk devletinin tarih sahnesinden silinmesini ve Türk ulusunun hürriyet ve bağımsızlığını yitirmesini istemeyen Tanrı’nın bir armağanı vardı bu topraklara…
Mustafa Kemal Atatürk
!
Şimdi
Atatürk Devri ’ndeki “bağımsızlık” anlayışına geçelim.
Geri
ATATÜRK DEVRİNDE BAĞIMSIZLIK
Büyük
Önder zaferle noktaladığı hürriyet ve istiklal mücadelesine başlangıç günü olarak belirlediği 19.Mayıs.1919 günü koşullarındaki Osmanlı devletinin genel durum ve görünüşünü anlatarak başladığı Büyük Nutuk’ta bağımsızlık kararını şöyle ortaya koymaktadır:
“..Bu kararın dayandığı en sağlam düşünce ve mantık şu idi:
Temel ilke Türk ulusunun onurlu ve şerefli >bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir ulus, medeni insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan öteye gidemez.
Yabancı bir devletin koruyuculuğunu ve kollayıcılığını istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği itiraftan başka bir şey değildir…
Oysa Türk’ün onuru,kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!
Öyleyse, ya istiklal ya ölüm! ”
İşte gerçek kurtuluşu ve bağımsızlığı isteyenlerin parolasını böyle açıklar Büyük Önder.(Nutuk,sy.19)
Bağımsızlık Savaşı’nın başında tam bağımsızlık kavramından neyin anlaşılacağını şöyle tanımlar:
“Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız vazifenin temel ruhudur..Bu vazifeyi yüklenirken, uygulama kabiliyeti hakkında şüphe yok ki çok düşündük..Bizden evvelkilerin işledikleri hatalar yüzünden milletimiz sözde var sanılan bağımsızlığında kayıtlı bulunuyordu..Biz yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir hataya uyma yüzünden bu özelliklerden mahrum kalmaya tahammül edemeyiz. Okumuş, cahil istisnasız bütün millet fertleri, belki içinde bulundukları güçlükleri tamamen anlamaksızın bugün yalnız bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta; tam bağımsızlığımızın temini ve devam ettirilmesidir.
Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, harsi v.b. her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek manasıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz bunu temin etmeden barış ve sükuna erişeceğimiz inancında değiliz.”
İşte bu düşünce ve azimle başlanan Bağımsızlık Savaşı’nda her türlü zorluk göze alınmıştır.
Hür ve bağımsız yeni bir Türk devletinin temelleri;
Samsun’da,
Amasya’da,
Erzurum’da ve Anadolu’nun birçok şehrinde halkın büyük bir coşku ve inançla karşıladığı Ata tarafından atılır. Türk milleti O’nun Çanakkale’den itibaren tanık olduğu vatanseverliğine ve kabiliyetine gönülden inanmıştır. Çünkü Türk milleti inandığı ve güvendiği iyi bir önderle tarih boyunca büyük işler başarmıştır. Çünkü, Büyük Önder tarihin omuzlarına yüklediği
kurtarıcılık görevini erken yaşlarından itibaren içinde taşımaktadır.
20 Aralık 1919 günü Kırşehir’e ulaştığında gece, şerefine fener alayı düzenleyen Halka hitaben;
“Bu milletin içinden çıkan bir Kemal;
Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok imiş kurtaracak baht-ı kara maderini diyor. Gene bu milletin bağrından çıkan bir Kemal’de diyor ki;
“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Elbet bulunur kurtaracak baht-ı kara maderini.”
Sözleriyle hem vatan şairi Namık Kemal’e cevap verir, hem de, ülkenin bağımsızlığını ve ulusun hürriyetini kurtarmak için beslediği büyük ülküyü ifade eder.
İstiklal Savaşı’na katılanlardan bazıları nüfusun azlığını, milletin fakirliğini bütçenin, dış borcun faizini bile ödeyemeyecek kadar zayıf olduğunu belirterek tam bağımsızlık yerine Amerikan mandasını önermişler, bazıları ise “savaş para ile olur” sözüne saplanarak “son”u şüpheli görmüşlerdir. B/büyük Önder böyle düşünenlerle yaptığı bir konuşmayı anlatırken;
“Paramız var mıdır ? Silahımız var mıdır ? dediler.
“Yoktur” dedim.
O zaman ne yapacaksın ? dediler.
“Para olacak ordu olacak ve bu millet bağımsızlığını kurtaracak !” dedim.
Bu açıklama gösteriyor ki, Ata’nın yeni Türk devletinin ekonomi siyasetindeki başarısı, bağımsız ve ulusal bir ekonomi düşüncesini kabul etmiş olması ve bu düşüncesini ülkeye yaymış olmasıdır.(ATATÜRK,sy.250)
Bu düşüncenin uygulaması Atatürk Devri’nin hemen temel ilkesini oluşturur. Bunun en ordusunu imha için birkaç hafta içinde saldırıya geçeceği yapılan keşiflerden anlaşıldığı günlerdir. Türk ordusunun Sakarya nehrinin doğusuna çekilmesi, Meclis’te Mustafa Kemal’e muhalif olanları harekete geçirir. Ankara’ya 50 km. ye kadar çekilen ordunun yenileceğine kesin gözle bakan bazı milletvekilleri Mustafa Kemal’in ordunun başına geçmesini istemeye başlarlar. Böylece orduyla birlikte Mustafa Kemal
de yenilmiş olacaktır.
Buna karşılık ordunun başına geçmesini istemeyenler ise M.Kemal Paşa’nın yenik düşmesiyle, son ümidin de kaybolacağından endişe etmektedirler. Çünkü elde ne yeterli silah vardır, ne de para. Her iki gurubun birleştiği tek nokta ise, olağanüstü tedbirlerin alınmasının zorunluluğudur.
Sonuçta (5.Ağustos.1921 günü) çıkarılan kanunla, “olağanüstü durumlarda olağanüstü kararların alınması gerektiğini söyleyen” Mustafa Kemal’in isteği üzerine Meclis tüm yetkilerini 3 ay için devrederek kendisini Başkomutan olarak atar. Bu kanunla, belki de dünya tarihinde ilk defa hür seçimlerle, hür çatı altında toplanmış milletvekilleri hür oylarıyla bütün yetkilerini bir kişiye devretmiştir.(Müderrisoğlu,sy.371-374)
Son direnişin gösterilebilmesi için bilinen bütün mali kaynaklar tükenmiştir. Yeni vergiler konmasına, mevcut vergilerin artırılmasına, iç ve dış borçlanmaya, para basmaya, tahvil çıkarmaya ne imkan vardır ne de zaman.
Büyük Önder 7.Ağustos.1921 günü, Türk’ün tarihinde, Hz. Musa’nın On Emri kadar önemli yer tutan “Tekalifi Milliye” (Ulusal Yükümlülükler) adı ile anılan on maddeden oluşan meşhur On Emrini yayınlar. Sakarya Meydan Savaşı’nın kazanılmasını sağlayan bu on emrin manevi değeri en yüksek olanları kuşkusuz iki ve beş numaralı emirlerdir:
İki numaralı emirle, Anadolu’da bacası tüten her ev cephedekiler için bir çift çorap, bir kat iç çamaşır ve bir çift çarık hazırlayacaktır.. Zaten her aileden en az bir kişi cephededir. Aile fertleri hazırlayacakları bir çift çorabın, bir kat iç çamaşırının ve çarık haline getirecekleri hayvan derisinin, Anadolu’nun bir başka evinden gelmiş bir askerin sırtını ısıtacağını, ayaklarını koruyacağını bilmektedir. Yine bilmektedirler ki, cephedeki evlatlar, kocalar, babalar, dayılar, amcalar da, Anadolu’nun bir başka yerindeki evin gelini, kızı, anası tarafından hazırlanan giysilerle korunacak ve savaşacaklardı..
Bağımsızlık Savaşı’na onbaşı rütbesiyle katılan ve “Zulümlerin Tetkiki Şubesi”nde görevli olan Halide Edip (Adıvar) cephe gerisinde ziyaret ettiği bir köyü Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı eserinde şöyle anlatıyor:
“..bir saat geçmeden bütün köy kadınları odayı doldurdu. Kadınlar konuşuyor, örgü örüyor, türkü çağırıyorlardı. Bu bir gerçek Anadolu sahnesiydi. Türküler birer inilti halinde hep dağların ardındaki sevdalıya sesleniyordu..”
Beş numaralı emir, bütün halka genel bir hizmet mükellefiyeti yüklemektedir. Halk, elinde bulunan at arabası, öküz arabası, yaylı, at, eşek,
katır, deve, deniz motoru ve taka ile ayda bir defa olmak üzere ve 100 km.yi geçmemek üzere, orduya ait malzemeyi taşıyacaktır. Bu bir yönüyle bütün Anadolu’nun yollara düşmesi demektir ve nitekim de öyle olmuştur:
Tüm Anadolu kısa sürede bir ulaşım seferberliğine girerek cephelere devamlı olarak gıda ve askeri malzeme taşımaya başlar. Karıncalara benzeyen sürekli hareket halindeki ulaşım yollarının serüvenini bir Amerikalı kadın yazarAnn Bridge “Devrim Yolu” adını verdiği İnebolu-Ankara yolundaki silah ve cephane taşımasını şöyle anlatıyor :
“..Sonsuz bir insan seli, birbirinden bir buçuk metre aralıklarla ve tek sıra halinde akmakta.. İnsanlar taşıdıkları tüfek demetleri, cephane kutuları ve top mermilerinin ağırlığı altında öne doğru eğilmişler..Daha şaşırtıcı olanı, bu insanların tamamına yakınının kadın olmasıydı. Pembe eteklikli bölgesel giysiler ve parlak çiçekli kiraz rengi şalvarlar giyen kadınların bazıları sırtlarına sarılı yükle beraber kucaklarında emzikli bebeklerini taşıyorlar, bazılarının arkasında ise, kaygan çamurda kısa adımlarla yürüyen 2-3 çocuk bulunuyordu..Böylece bir gece önce İstanbul’dan kaçak olarak gemi ile gelen askeri malzeme Küre dağlarını aşıyordu. Yol gerçekten çok dikti ve biraz sonra hepsi sulu karla şekillenecekler, sonra ayak değmemiş karlı yamaçlardan daha yükseklere tırmanacaklardı..Henüz hiçbir heykeltraşın taş üzerinde şekillendiremediği ağır yük taşıyan kadınlar ile, analarının yanında otlayan buzağılar gibi onların ardından yürüyen çocuklara ait heykelleşmiş görüntüler, karlar altında ve dondurucu soğukta yorgun argın yol alacaklardı..”
Bu tüyler ürpertici manzara daha sonra şekillendirilecek ve Anadolu kadınını temsilen, sırtında top mermisi taşıyan İnebolu ’lu Kadın, Ankara’da Ulus Meydanı’ndaki atlı Atatürk heykelinin sağ önünde tarihi yerini alacaktır.
“On Emir”i veren Büyük Önder, halk üzerinde yaratmak istediği havayı şöyle anlatmaktadır:
“
Harp ve muharebe yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla karşı karşıya gelmesi ve vuruşması demektir. Dolayısıyla bütün Türk Milletini , cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen alakadar etmeliydim. Geri
Milletin fertleri, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde, evinde, tarlasında bulunan seçkin örneklerinden birini Bağımsızlık Savaşı’nın ölüm-kalım günlerinde görmek mümkündür :
Gerek silah ve teçhizat gerekse sayısal üstünlüğe sahip Yunan ordusunun Türk
herkes, silahla vuruşan muharip gibi kendini vazifeli hissederek, bütün varlığını mücadeleye hasredecekti. Biz bu maksadın teminine çalıştık.” (Müderrisoğlu,sy.384)
Türk Milleti’nin son kuruşuna, elindeki son çift çorabına, dükkanındaki son çivisine kadar zorlanmasıyla kazanılan
bağımsızlık aslında,
cephe gerisindekilerin alın terinin, cephedekilerin kanlarına karışmasıyla sağlanmıştır .(Müderrisoğlu,sy.358)
Büyük Önder, büyük zaferden hemen beş ay sonra (17.Şubat.1923’te) topladığı
İzmir İktisat Kongresi ’ni
“
Gerçekten Türk Tarihi tetkik olunursa, bütün yükseliş ve çöküş sebeplerinin bir iktisat meselesinden başka bir şey olmadığı anlaşılır..” diyecek, “..Siyasi, askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadi muzafferiyetlerle taçlandırılmazlarsa meydana gelen zaferler kalıcı olamaz, az zamanda söner..”
diyerek ekonomiye verdiği önemi belirtecektir.
Bu düşünceyle ve her alanda tam bağımsızlık anlayışıyla, silahlı savaştan sonra her alanda bağımsızlık savaşına girişilir. Lozan’da büyük mücadele verilerek kapitülasyonların kaldırılması sağlanır, Osmanlı’nın Düyunu Umumiye’den kalan dış borcu genç devlet tarafından üstlenilir. Dünyadaki birinci küreselleşme sürecinde çıkartılan yabancılara toprak satışı kanunu kaldırılır. 1924 yılında kabul edilen yasa ile köy hudutlarında yabancılara toprak satışı yasaklanır. Aynı yıl kabul edilen yasa ile eğitim ulusallaştırılır. Yasa’nın gerekçesinde; “
Bir millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu ise duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını tamamen yok eder. ” Deniyordu. Hedeflenen amaç ise, çok uluslu Osmanlı’nın yerini alan Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkı’nı kelimenin gerçek anlamıyla “Türk Milleti” haline getirmektir.
Kapitülasyon alışkanlığına sahip büyük devletlerin, Lozan'dan sonra da çıkardıkları bütün engeller bir bir ortadan kaldırılır.
1929-1935 yılları arasında dünyayı saran ekonomik krize rağmen, GSMH da, tarımda ve sanayide kimsenin aklına getiremeyeceği artış hızlarına ulaşılır.
**
Bknz. TABLO -I **
1929-1939 yılları arasında sanayileşmede, yalnız Sovyet Rusya 1933'ten sonra ve Japonya 1934'ten sonra Türkiye'nin kalkınma hızını geçebilmişlerdir.
1929 yılında Türkiye'de ve dünyada sanayi endeksi 100 alındığında, 1939 yılına gelindiğinde dünya endeksi 119 olurken, Türkiye endeksi 196'ya ulaşmıştır.(Kili,sy.235)
Atatürk Devri'nde dış borca girilmeden Düyunu Umumiye'den devralınan Osmanlı borcu ödenmiştir.( Borcun son dilimi, ilk dış borç alımından tam 100 yıl sonra
25.Mayıs.1954'te ödenerek bitirilmiştir) Bu dönemde bütçelerde açık vermeden, dış ticaret dengesi korunarak, enflasyonsuz, tam çalışma ile 16 yılda üst üste % 6 büyüme sağlanmıştır.
Atatürk Devrinde her konuda olduğu gibi dış siyasette de hür ve bağımsız yol izlenmiştir. Gerek Milli Mücadele (1919-1923) gerekse onu takip eden
yıllarda Türkiye'nin uluslararasında önemini yeniden kazanması Atatürk Devri'nde izlenen dış siyaset sayesinde mümkün olabilmiştir.
Lozan Antlaşmasını izleyen ilk yıllarda Türkiye'ye karışmayı adet edinmiş büyük devletlere şiddetli tepki verilmekle hizaya getirilmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğunun yerini alan Türkiye, 16 milyon nüfusa sahip bir devletti. Buna karşılık imparatorluktan daha kuvvetli ve tek cisimli (kaynaşmış) bir toplumdur. Ancak, Osmanlı imparatorluğu gibi Türkiye de zamanın güçlü devletlerinin dış siyaset emellerine hedef olmuştur. 1923’ten sonra Türkiye, Avrupa’nın bütün güçlü devletleriyle komşu durumuna gelmiştir: Sovyetler Birliği doğu bölgesinde, İngiltere Irak mandası ve Kıbrıs vasıtasıyla, Fransa Suriye mandasıyla, İtalya Oniki Ada ve Meis adasını ele geçirdiği için Türkiye’nin komşusu durumundadır. (Gönlübol, sy,55)
Osmanlı zamanında kapitülasyon rejimine alışmış bulunan büyük devletler, yeni Türk devleti ile tam eşitlik ve bağımsızlığa dayanan esaslar içinde ilişki kurmakta zorluk çekmişler ve çeşitli bahanelerle Türkiye’nin iç işlerine karışma teşebbüslerinde bulunmuşlardır:
Bu teşebbüslerinin başında, Lozan Antlaşmasını onaylamayacakları tehdidi bulunmaktadır., Fakat, Atatürk’ün ve yönetiminin direnci ile karşılaşınca sonradan onaylamışlardır.
Lozan’ın onayından sonra da bu tutumlarını sürdürmüşlerdir.
Başta İngilizler olmak üzere, başkentin İstanbul’da kalması için siyasi ve (donanmasıyla) askeri baskı yapmışlar, İngiltere, Fransa ve İtalya;