Bilindiği üzere
ülke çapında cehaletle savaşım eğitimle olur. Konuya eski devir eğitimiyle başlayacağım. Yani Cumhuriyet öncesinden hatta Osmanlı öncesinden. Başlığı
“Türkiye” olarak koymamızın nedeni, devlet ismi her ne kadar Osmanlı ve Selçuklu ise de, bu devletleri kuran ve yönetenlerin Türk olmaları ve Avrupa devletleri atlaslarında yüzlerce yıl öncesinden beri, Anadolu için
“Türkiye” adını kullanmalarına dayanmaktadır. Bu nedenle her ne kadar Osmanlı idaresi kendine Türklüğü yakıştırmıyorsa da, bu bölgeye Türkiye demekte sakınca bulunmamaktadır.
ÖĞRETİM KURUMLARININ İLKLERİ
Osmanlı döneminde halk için üst eğitim kurumu
“medrese”lerdir. Medrese kök olarak Arapça “ders” ten gelen bir sözcük olup, “ders verilen yer” anlamındadır. İslam dini esaslarına uygun bilgilerin okutulduğu öğretim kurumudur. Okutulan dersler deneye dayanmaz, amacı, bugünün dünyasının çağdaş eğitimindeki hedefi olan
özgür düşünen insanı yetiştirmek değildir. Dili ise Arapçadır. Öyle sanırım ki, bu husus, Atatürk’ün Onuncu Yıl Nutkunda yer verdiği
“Türklüğün büyük medeni vasfının unutulması”nda” en önemli bir etken olmuştur.
Medreselerin ilk dönemlerinde amaç, Şii mezhebinin öğretilerine karşı, Sünnî mezhebinin savunmasını ve içselleştirilmesini, yayılmasını sağlamak iken, daha ileride Selçuklu döneminde devletin ihtiyacı olan kadroları yetiştirmek için fen bilimleri, felsefe, tıp, tarih, riyaziye, astronomi gibi konulara da yer verilmiştir.
Osmanlı döneminde ise, Fatih zamanında örgütsel yapısı yenilenerek din ilimleri ile fen ilimleri birlikte yürütülmüştür. Ancak,
Kanuni zamanında şeyhülislam
Ebussuud Efendinin
“Medreselerde tabii ilimleri okutmaya gerek yoktur” fetvasıyla, din dışındaki konular kaldırılmıştır. Böylece ülkeye taassubun yayılması hızlanmıştır. Öyle ki, Osmanlı döneminin en üst öğretim kurumunda sadece dinî konulara yer verilmesine başlanmasıyla, önce “duraklama” sonra “gerileme” ve “çöküş” devreleri oluşmasında doğrusal bir bağlantı vardır.
Bilimsel içeriği boşaltılan medreselerin bin yıllık ömrü, 1924 yılında
“Tevhidi Tedrisat Kanunu”nun (Öğretim Birliği Yasası) çıkarılmasından sonra sona ermiştir.
Osmanlı döneminde halk çocuklarının devam ettiği eğitim kurumu
“Mekteb-i Sıbyan”dır. Sıbyan, Arapça bir sözcük olup “sabi” ‘çocuk’ sözcüğünün çoğuludur. ‘Çocuklar için açılmış okul’ anlamındadır. Fatih döneminde İstanbul’a girmiştir. Ana konusu Kur’an okutmak ve namazla ilgili bilgilerin verilmesidir.
Sıbyan mektebine başlama yaşı 4 yıl, 4 ay, 4 gündür. Osmanlı bu yaş ölçüsünü uğurlu saymıştır. Günümüz Türkiye’sinde uygulamaya konan 4+4+4 sistemi ölçüsünün kaynağı olduğu düşünülebilir.
Osmanlı döneminde “hükümet ve askerlik” işlerinde her türlü eğitim sarayda verilmektedir. Halkın eğitim-öğretim alanı saray dışında sadece sıbyan mektepleri ve medrese gözükmektedir.
Şeriat kızların da okumasını = dini eğitim almasını buyurduğu için, sıbyan mekteplerinde 4 – 11 yaş arası kız ve erkek çocuklar din eğitiminden geçirilmektedir. İstanbul, Bursa gibi büyük merkezlerde kızlar için ayrı sıbyan mektepleri de açılmıştır.,
Amaç araştırıcı özgür düşünebilen kişiler yetiştirmek değil, kuralları sorgulamadan uygulayan insan yetiştirmektir.
Şunu da belirtelim ki, 11 yaşına gelen kızlar örtünerek sosyal hayattan uzaklaşmak zorundadır. Kızlar için ancak Tanzimat’tan (1839) sonra okuma imkânı verilecek, orta okul karşılığı olan ilk kız
Rüştiye’si
1858 de İstanbul’da açılacaktır. Tanzimat’ın ilanıyla orta öğrenim amaçlı
Rüştiye (4 yıl), Lise öğrenim amaçlı
İdadi (3 yıl) ve
Sultani (6 yıl) adlarıyla yeni orta öğretim kurumları oluşturulmuştur.
Türkçe derslerine ilk defa Rüştiye programında yer verilmesi de çok ilginçtir. Tanzimat öncesinden başlayarak ordunun subay ihtiyacını karşılamak amacıyla askeri okullar açılmaya başlanmıştır. Müspet (pozitif=deneysel) bilimleri de konu alan bu askeri meslek okulları ile ülkede yeni bir eğitim sektörü devreye girer:
Askeri Mühendis Okulları, Askeri Tıbbiye, Harbiye ve çağdaşı
Mülkiye gibi.
Tanzimat ve onu takip eden dönemde azınlık ve yabancı okulları çok yaygınlaşmıştır. Bu yaygınlaşmada Osmanlı eğitim kurumlarının yetersizliği yanında gelişen milliyetçi akımlar ve kapitülasyonlara dayalı etkin yabancı devlet desteği büyüktür.
1800’lü yıllarda artık kendi ayakları üzerinde durmakta zorlanan Osmanlı döneminde, merkezleri, başta Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya’da bulunan misyonerlik örgütleri, kapitülasyonların sağladığı ayrıcalıklardan yararlanarak dini bakımdan Hristiyanları paylaşım yarışına girmişlerdir:
Fransa, İtalya, Avusturya Katoliklerin;
Amerika ve İngiltere Protestanların;
Rusya Ortodoksların hamisi sıfatıyla Hristiyan tebaanın haklarını arama bahanesiyle kendi siyasi, iktisadi, kültürel çıkarları doğrultusunda misyonerlik etkinliklerini alabildiğine desteklemişlerdir.
Özetle,
Cumhuriyet öncesi eğitim milli değildir, laik değildir, yeterli ve çağdaş değildir.
CEHALETLE MÜCADELENİN BAŞLANGICI
Hayatını okumaya hasretmiş ve Türkiye’nin bağımsızlığına adamış olan
Mustafa Kemal Paşa , Yunan ordularının Ankara üzerine yürümeye başladığı,
Eskişehir-Kütahya savaşlarının en şiddetli olduğu bir zamanda
16.Temmuz.1921 günü, Milli Eğitim İşlerinin bir programını hazırlamak amacıyla Ankara’da
“Maarif Kongresi”ni topluyor ve açış konuşmasında;
“…Şimdiye kadar izlenen eğitim ve terbiye usullerinin, milletimizin tarihi gerilemesinde en önemli bir sebep olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından bahsederken; eski devrin hurafelerinden ve doğuştan gelen vasıflarımızla hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilecek tüm tesirlerden tamamen uzak, milli karakter ve tarihimizle uyumlu bir kültür kastediyorum…”
mesajını iletiyordu.
(1)
-
Bağımsızlık Savaşının kazanılmasının hemen ardından
27.Ekim.1922 günü zaferi kutlamak üzere İstanbul’dan Bursa’ya gelen kalabalık bir öğretmenler grubuna da şöyle hitap ediyordu:
“…Bugün eriştiğimiz nokta gerçek kurtuluş noktası değildir.. Kurtuluş, toplumdaki hastalığı ortaya çıkarmak ve iyileştirmekle elde edilir. Hastalığın tedavisi ilim ve fen yolu seçilirse şifa bulur. Yoksa hastalık müzminleşir ve tedavisi imkansız hale gelir.. Her şeyden evvel cehaleti yok etmek lazımdır. Eğitim programımızın ve eğitim sistemimizin temel taşı cehaletin yok edilmesidir. Bu yok edilmedikçe yerimizdeyiz. Yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor demektir..”
(2)
-
Büyük Önder bu konuşmasında, kendi yaşamı sırasında olgunlaşmış ve ölümünden hemen sonra tüm hatlarıyla uygulamaya konulan büyük projenin işaretini vermiştir:
“Bir taraftan umumi olan cehaleti yok etmeye çalışmakla beraber, toplum hayatında bizzat ameli (işe dayanan), müessir (etkili) ve müsmir (verimli) uzuvlar yetiştirmek lazımdır. Bu da ilk ve orta tedrisatın olmasıyla mümkündür
Bu temel görüş açısıyla, Türkiye’nin çağdaşlaşmasında ve laikleşmesinde çok önemli yeri olan üç yasa içinde 430 Sayılı “Tevhidi Tedrisat Kanunu” (Öğretimin Birleştirilmesi Yasası) 3.Mart.1924 günü Meclis’te kabul edilmiştir.
Bu yasanın gerekçesinde
.,
“..Bir millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir, iki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu ise duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını tamamen yok eder..”
denmektedir.
(3)
-
Buna göre .,
Öğretim Birliği Yasası’nın en temel amacı, ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkı’nı kelimenin gerçek anlamıyla “Türk Milleti haline getirmektir.’
Bu dönemde Türkiye, 1911’den 1922’ye kadar birbirini izleyen 11 yıl süren savaşlardan sonra harap durumdadır. Tanzimat sonrası nispeten eğitilmiş insanımızın önemli kısmı bu savaşlarda yok olmuştur. Nüfusun ¾ ünü aşan kısmı köylerde yaşamakta, kapalı ekonomi hüküm sürmektedir. Köylünün büyük nüfusu Ortaçağı yaşamaktadır. Tarım Hititlerden kalma usul ve aletlerle yürütülmektedir. Kırk bin köyün otuz beş bininde ne öğretmen vardır ne de okul. Cumhuriyeti kuranları çok zorlu bir
“cehaletle savaşım” beklemektedir.
Bu amaçla çeşitli denemelere başvuruluyor. 1923-1925’lerde toplanan
Heyeti İlmiyelerde hep bu konu ele alınıyor. Başta Almanya ve Amerika’dan eğitim uzmanları getirtiliyor. 1926’dan sonra açılan iki
“Köy Muallim Mektebi”, şehirde yetişen öğretmenin köyde pek verimli olmaması sonucu 1933 te kapatılıyor. 1928 de yapılan
“Harf Devrimi” ile seferberlik başlatılıyor,
“Millet Mektepleri” açılıyor. 1930’lu yıllarda font color=orange>
“Köy Eğitim Kursları”, “Halk Okuma Odaları”, “Akşam Sanat ve Akşam Ticaret Okulları” ve
“Halkevleri” açılıyor. Buralarda, öğretmenlerin yanı sıra, validen kâtibe kadar devlet memurlarından yararlanmaya çalışılmıştır.
(4)
-
KÖY ENSTİTÜSÜ PROJESİNİN DOĞUŞU ve AMACI
Bu dönemlerde cumhuriyeti kuranlar iki konunun bilincindedirler: Birincisi, bin yıldır süren
cehaleti yok etmek;diğeri ise devlet otoritesini sağlamak ve aydınlanma devrimlerini oturtabilmek için toprak reformunu yapmsk, yani köylüyü topraklandırmak suretiyle Köy Ağalığını ortadan kaldırmak!
Çünkü! Aslında Köy Enstitüleri Anadolu’da hüküm süren binlerce yıllık feodal düzeni yıkacak bir Toprak Reformunun altyapısıydı.
Bu amaçla milletler Cemiyetinden raporlar temin edilmiş, gerekli bilgiler elde edilmiştir. Gelen raporlara göre köylüyü, çiftçiyi belirli bir seviyeye yükseltmeden, belirli bir teknik bilgi, beceri ve bir işletme yönetecek eğitim vermeden yapılan toprak reformu ters tepmekte, verim düşmekte ve en önemlisi toprak tekrar ekonomik seviyesi ve becerisi daha yüksek kişilerin ellerinde toplanmaktadır. Bu durumun en yakın tarihte yaşandığı ülke I. Dünya Savaşından sonra bu işe girişen
Romanya olmuştur.
(5)
-
Bu raporlar yönetimin belli kademelerinde saklı tutulmuştur. Çünkü ortalığa yayılırsa siyasi tepkiler artacak belki de köylüyü topraklandırmak için gerekli yasa hiçbir zaman çıkarılamayacak, köylünün teknik bilgi ve işletmecilik açısından yetiştirilmesi mümkün olmayacaktı.
Bu nedenlerle köy çocuklarının kendi köy ortamlarında kuramsal bilgiler yanında gerekli işleri yapabilecek, verilen araç gereç ve sermayeyi kullanıp yönlendirebilecek bir kişilik kazanmaları gerekmektedir. İşte, varılan bu nokta Köy Enstitüsü projesini şekillendiren nokta olmuştur.
1936 yılına gelinceye kadar Atatürk’ün eğitim hedeflerini gerçekleştirmek mümkün olmamıştır. Çünkü bu hedefi gerçekleştirecek kadrolar yoktur. Osmanlı’nın Ankara’ya gelen bürokratları bu işi yapabilecek nitelikte değildir. Onların bildikleri Anadolu, Kadıköy’den ilerisi değildir. Halkın yüzde sekseninden fazlasının çok ilkel şekilde yaşamakta olduğunun bilincinde değildirler.
(6)
-
Köy Enstitüsü projesinin bütününü kavrayabilmek için 1936-1946 sürecini izlemek gerekmektedir. Bu süreçte üç aşama ortaya çıkmaktadır.
İlk aşama :
M.E.B. olan
Saffet Arıkan’a, Atatürk tarafından
“askerlik hizmetini bitirmiş zeki çavuşları eğitmek suretiyle, onların köylerine döndüklerinde ilk üç sınıfa öğretmenlik yapmaları” önerisinin, yararlı sonuç vermesini görmek oluyor.
İkinci Aşama:
Bu önerinin yararının görülmesi üzerine 1937 yılında
Köy Eğitmenleri Yasası çıkarılmıştır. Bu ikinci aşama ile oluşturulan öğretmen okulları ilk köy enstitüleri kabul edilebilir. Çünkü bu okullarda eğitim iş ve üretim üzerine kurulmuştur.
Üçüncü aşama:
Atatürk’ün düşüncelerinden yola çıkılmış, ancak Atatürk’ün vefatından sonra gerçekleştirilen olgunlaşmış
“Köy Enstitüsü” modelidir.
Büyük Önder’in vefatından 1,5 ay sonra M.E.B. olan
Hasan Ali Yücel ve İlk Öğretim Müdürlüğüne asaleten atanan
İsmail Hakkı Tonguç ’un çalışmaları sonunda Köy Enstitüsü Kuruluş hazırlanarak, hararetli tartışmalardan sonra !
17.Nisan.1940 günü Meclis’te kabul edilmiştir.
Bu dönem tek parti dönemidir. Yasanın çıkarılması hakkında grup kararı da alınmış olmasına rağmen, grup kararına aykırı duruma düşmemek için köy enstitülerinin açılmasını istemeyen !
147 milletvekili oylamaya katılmamıştır. Oylamaya katılmayan bu grup üyelerinin vasıflarını dört ana grupta toplamak mümkündür;
- Büyük toprak sahipleri,
- Sağ eğilimli vekiller,
- 1946 da Demokrat Partiyi kuracak olan kendilerini liberal olarak tanımlayan vekiller ve
- Kurtuluş Savaşı’na katılmış sonra Atatürk’le yollarını ayırmış Ata’nın eski yol arkadaşları!
Yasanın 1. Maddesi; köye sadece öğretmen değil, köye gerekli her tür meslek erbabının yetiştirilmesini içermektedir. (Bknz:
Köy Enstitüleri Kanunu) Çünkü köylerimizin büyük kısmı ortaçağı yaşamayı sürdürmektedir. Amaç köyü kalkındırmak için köylüyü yeterli seviyede bilinçlendirmek, onları kendi tarlasında üretici ve güçlü yapmak, üretim becerisini artırıp ülkenin sosyal seviyesi kadar kültürel ve ekonomik seviyesinin de yükselmesini sağlamaktır.
Köylüyü kendi tarlasında üretici ve güçlü yapmak hedefi, anlaşılacağı üzere toprak reformunun da en önemli kilometre taşıdır.
1940 yılından itibaren dört Köy Öğretmen Okulu enstitüye dönüştürülmüş, yeni enstitülerin açılmasıyla sayı 1941 de 17’ye, 1944 te 20’ye ulaşmıştır. Türkiye’nin her bölgesinde yer alan bu yirmi
“ışık kümesi”/span>nde çağdaşlaşma ışığı, Atatürk’ün verdiği görev bilinciyle Türkiye’nin kırsalına yayılmıştır: Burada köy çocukları en çağdaş bilgileri almakta, bu bilgileri uygulama ile tamamlayarak kültür ve sanatta bir sentez oluşturmaktadırlar.
1940’ların Türkiye’sinde dünya klasiklerini okuyan, bina inşa eden, mobilya imal eden, Mozart’ı dinleyen mandolin çalan bir köylü modeli oluşmaktaydı.
Milli Eğitim Bakanlığı Dünya Klasiklerini yayınlıyor, bunların hepsi Enstitülere geliyor ve gençler büyük hevesle okumaya başlıyorlardı. Sazıyla sözüyle font color=pink>Yunus Emre ’yi, font color=pink>Pir Sultan’ ı yorumluyor, kemanlarından font color=pink>Bizet’in Carmen ’i, mandolininden Niksar’ın Fidanları ovalara font color=pink>yayılıyordu. Duvarını çatısını kendi elleriyle yaptığı sahnede Sofokles’ten, Ahmet Vefik Paşaya ’e tiyatro oyunları sergilenmekteydi.
Toprak işlenmekte, fidan dikilmekte, bağ oluşturulmakta, büyük yapı, atölye, öğretmenevi, uygulama okulu, ambar, ahır ve samanlık, elektrik santralı, su deposu, balıkhane, yol, su boru hattı ve kanalizasyon yapılmaktaydı.
Yüzyılların aşındırdığı Anadolu bozkırı beyin emeği ile el emeğinin birleşmesiyle yeşermeye başlamıştı. Bu işleri gerçekleştiren kız ve erkek çocuklar, bir yandan gençlik heyecanı yaşarken öte yandan doğa ile bilimi, kültür ile sanatı beraber özümsüyorlardı.
Aşağıdaki anı yukarıda ifade edilen hayatı pek güzel doğrulamaktadır:
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 1943’te Savaştepe Köy Enstitüsüne gider. Derslikteki ve işlikteki çalışmaları izler. Çok memnundur. Tarım alanına iner, bir kız çocuğu koyun sürüsü yaymaktadır. Yanına gider sevecen tavırla
‘Evladım çantanda ne var görebilir miyim?’ Kız çocuğu
‘Paşam açayım çantamı’ der ve açar. İçinde bir çeyrek köfte ekmek bir de yanında Antigone ! Paşa yanındakilere döner;
“Bu Antigone yeni çıktı, ben henüz alıp okuyamadım, ama Enstitü dağıtmış. Görüyorsunuz kitapla ekmek bir tutuluyor! Ne zaman sade vatandaşla Cumhurbaşkanına kadar azığının yanına kitabını koyabilecek duruma gelirse, o zaman kültür, sanat her alanda Türkiye’nin seviyesi çok daha güzel olacaktır.”
(7)
-
KÖY ENSTİTÜLERİNİN KAPANIŞ SÜRECİ
Köy Enstitülerinin bu faaliyetleri sürerken Avrupa’da 1939 da başlayan II. Dünya Savaşı da Türkiye’nin kapısına dayanmıştır. Türkiye 1.700.000 asker beslemektedir. Ülke savunmasında görevlendirilenler nedeniyle üretim çok azalmış durumdadır. Hükümet bu yüzden ekmek ve şeker karnesine başvurmak zorunda kalmıştır.
Dünya Savaşı ortalarında Cumhurbaşkanı İnönü ’nün acelesi bulunmaktadır: Bir an önce enstitüsü sayısını altmışa, bu enstitülerde eğitilmiş tarım elemanı sayısını da iki yüz bine ulaştırmak! İnönü bu isteğini Çifteler Köy Enstitüsünü denetlerken açıklamıştır. Bu hedefin amacı İnönü’nün dünya savaşının sonucunu tahmin etmesidir: Amerika’nın Avrupa üzerinde müstakbel hâkimiyeti kendini belli etmesiyle, “elinizi çabuk tutun, savaştan sonra bu işleri bize yaptırmayacaklardır” diyerek düşüncesini dışa vurmaktadır.
Ancak bu hedefe ulaşmak mümkün olmamıştır. Savaş nedeniyle malzeme ihtiyacı karşılanamamaktadır. Örneğin çivi yoktur. Bazı enstitü yöneticileri İstanbul piyasasından kullanılmış çivi temin etmeye çalışmaktadırlar.
Köylüyü topraklandırmak, köy ağalığını sona erdirmek ve bunun alt yapısı olan Köy Enstitüleri oluşturmak ve yaymak, Atatürkçü kadroların programladıkları bir hedefti. Ancak, , savaşın sonu ile değişen dünyada yeni düzen kuruluyordu. Türkiye’nin de bu düzenin dışında kalması imkânı yoktu!<
Avrupa’da savaş sonrası esen çoğulcu demokratik sistem ve liberal ekonomi rüzgârı Türkiye’yi de etkisi altına almıştır. 1946’da çok partili döneme geçişle bu iki olgu da gerçekleşme yoluna girmiştir.
1930’larda planlanan “toprak reformu” uygulanamaz hale gelecek, 1950’de liberal ekonomi rüzgârı ile birlikte iktidara gelen siyasi parti rüzgârı fırtınaya dönüşecek, Marshall Planı ile birlikte sanayi yerine tarıma, tren yolu yerine kara taşımacılığına, hizmet ve bankacılık sektörüne önem verilecektir.
Yaşanacak olanların aşağı yukarı tahmin edilmesine rağmen (son bir umutla) 11.Haziran.1945’te 4753 sayılı yasa ile “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” çıkarılmıştır. Amaç feodal yapıyı ortadan kaldırmak, devlet egemenliğini ve yasaların uygulanabilirliğini Türkiye’nin her karışına yaymaktır.
Toprak reformu ile ilgili olarak Milletler Cemiyeti raporları yaklaşık on yıldır hükümetin elinde bulunmaktadır. Uygulamaya konulamamasının nedeni ise yukarıda açıklandığı üzere yeterli sayıda köylüyü toprağına sahip çıkıp işletebilecek seviyeye getirmeyi beklemektir.
Konunun uzmanlarınca tahmin edildiği üzere 1946’da çok partili dönem geçilip oy avı başlamasıyla Köy Enstitüleri fiilen sona ermiş, çıkarılan toprak reformu yasasının tek maddesi bile uygulanamamıştır.
Bu gelişmeleri enstitü projesinin beyni İsmail Hakkı Tonguç, ilk çok partili seçimin yapılacağı (1946) öncesi Hasanoğlan Yüksek Eğitim Enstitüsü nde etrafına topladığı öğrencilerine çok sade bir dille şöyle açıklamıştı:
“Çocuklar Türkiye şimdi yeni bir döneme giriyor. Buna “demokrasi’ diyorlar. Ama demokrasi iki çeşittir. İlki, 1) köylünün bilgisi de donanımı da sağlanmış olur, toprak reformu yapılır, topraksız köylü kalmaz, gelir dağılımı da biraz dengelenmiş, toprak ağalığı sona ermiş olur. 2)İşçi grevli toplu sözleşmeli, toplu sözleşmeli ve sendikalarını kurmuş olur. 3)Köylü en azından beş yıllık lâik eğitimden geçmiş bir anlayışla kimi seçeceğini anlar duruma gelmiş olur.
Bu üç koşul yerine gelmişse, o seçimlerden iyi şeyler beklenebilir. Bu üç koşul yerine gelmemişse, toprak reformu yapılmamışsa, işçi örgütsüzse, köylünün yüzde sekseni kara cahilse, parmak basarak sandığa oy atacaksa, önüne sandık konursa, o sandıktan ne çıkacağı belli olmaz..”
(8)
-
1946 yılında oluşan Meclis’te toprak ağaları, savaş sırasında zengin olan fırsatçılar, Atatürk devrimlerine karşı olanlar ağırlık kazanmışlardır. Vaktiyle köy enstitülerine karşı çıkanlar eski partilerinden ayrılarak Demokrat Partiyi kurmuşlardı. C.H.P. de kalanların bir kısmı da ayrılanlar gibi köy enstitülerine karşı olmuşlardır. Başbakan olan Recep Peker ; bin yıllık cehaletle mücadelede Türk tarihinin tek ve en “milli” projesi olan Köy Enstitüleri için yeni hükümet programının ilk maddesine “Köy Enstitülerini millileştireceğiz” maddesini koymuştu!
Bundan itibaren isyan bastırılıyormuş gibi saldırıya geçilmiştir: 1946 seçimleri sonucu M.E.B. Hasan Ali Yücel ve İ.Ö.G.M. İsmail Hakkı Tonguç ; 1947’de Enstitünün yüksek kısım mezunlarının hepsi görevden alınmış, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatılmış, böylece işin beyin kısmı yok edilmiştir.
Yeni M.E.B. Reşat Şemsettin Sirer zamanında tarım faaliyetleri kaldırılarak sıradan okul haline getirilmiştir.
1950 yılında iktidara gelen siyasi parti döneminde de , 27.Ocak.1954 / 6234 sayılı kanunla ilk öğretmen okuluna dönüştürülerek Köy Enstitüleri projesi tarihe gömülmüştür.
VE SON
Türkiye’nin cehaletle mücadele tarihinin en önemli projesi olan Köy Enstitülerinin ortadan kaldırılmasıyla, 1950’lerin ortalarından itibaren köyden kente göç başlamış, yüzyılın sonlarında, köylerin kentleşmesi yerine kentlerin köyleştirildiği bir Türkiye ortaya çıkmıştır. Ticanilik gibi PKK gibi yapılar köylerden, kasabalardan kendilerine yeterli sayıda eleman bulma imkânına sahip olmuşlardır. Enstitülerden boşalan alanlar imam hatip okulları ve Kur’an kursları ile doldurulmuştur. Sürecin en acıklı tarafı ise, bir kısım siyasetçiler ve basın organının Enstitülerde kız ve erkek çocukların birlikte eğitim görmelerini ‘ahlaksızlık’ olarak niteleyerek, bu ahlaksızlığı Enstitü yöneticilerinin desteklediği, kitaplıklara alınan kitaplarla öğrencilere oynatılan oyunlarla ‘komünizm propagandası’ yapıldığı iddiaları ile kamunun yönlendirilmesidir. Bunun devamında Kenan Öner / Hasan Ali Yücel Davası yaşanmıştır. BKNZ Aşağıda EK AÇIKLAMA -
Eğer Köy Enstitüleri kapatılmamış olsaydı okulsuz köy öğretmensiz okul kalmayacak, 1949 da ilk beş yıllık temel eğitime üç yıllık teknik ve pratik eğitimin eklenmesiyle sekiz yıllık eğitime geçilebilecek, kişiye bağlılık ağaya biat yerine özgür düşünceye sahip insan yetişecek, her türden terör örgütü beslenecek kaynak ve barınacak yer bulamayacak, toplum Türk Aydınlanma Devrimine sahip çıkacak şekilde büyüyecek ve Türkiye muhtemelen Avrupa’nın her yönüyle en güçlü ülkelerinden biri olarak bugünkü sorunların çoğunu yaşamayacaktı.
Aslında süreci en doğru şekilde anlatan; Çarlık Rusya’sında askeri lise, Bakü’de harp okulu eğitimi görmüş ve Sovyetler Birliği kurulunca Van’a yerleşerek aşiretinin başına geçmiş, 258 köyün aşiret reisi olmuş ve en yaşlı üye kuralıyla Meclis Başkanlığı yapmış olan eski milletvekili Kinyas Kartal ’ın söyleşisidir:(9) -
“Bizim aşiretin yaşadığı köylerden birine Akçadağ Köy Enstitüsü’nden iki öğretmen geldi. Bir müddet sonra bana biat etmekten vazgeçtiler.. Ülkemin kalkınmasını isterim istemesine ama, ben sağlığımda ağalığımın ölmesini görmek istemiyorum. Bu nedenle Doğudaki Köy Ağaları toplandık; ‘Köy Enstitülerini kapatırsanız oyumuz size’ dedik. Söz verdiler ve biz de oyumuzu verdik ve kapattırdık…
br>
Engin BELLİSAN
08.Ocak.2020
DİPNOTLAR:
(1) Söylev ve Demeçler, C. II s. 19 ▲
(2) Söylev ve Demeçler C. II s. 46 ▲
(3) Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar sy.18 ▲
(4) 3Mart1924 ta. Kanun. Önemi Panel sy. 27 ▲
(5) Köy Enst. Belgeseli ▲
(6) ) Köy Enst. Belgesel Dr. Engin TONGUÇ (Araştırmacı Yazar) ▲
(7) ) Köy Enst. Belgesel Mehmet BAŞARAN (Eğitimci Yazar) ▲
(8) ) Köy Enst. Belgesel Mehmet BAŞARAN (Eğitimci Yazar) ▲
(9) “ Dursun Kut (Köy Enst. Vakfı Denet Kur. Başkanı) ▲
-
EK AÇIKLAMA
Mareşal Fevzi Çakmak’ın TBMM’de yaptığı bir konuşma sırasında
"Ben daha işbaşında iken eski bir Millî Eğitim Bakanı'nın bu faaliyeti destekleyen hareketinden dolayı hükûmeti ikaz ettim.Kimse kulak asmadı ve sonra da Hamidiye Köy Enstitüsü'ndeki komünist yuvasından bahsettiler"
şeklinde bir ifadede bulunması üzerine, hukukçu, siyasetçi ve Mareşal gibi Millet Partisi üyesi Kenan Öner bu ifadeyi mehaz alarak Hasan Ali Yücel’e “komünistleri himaye etti, Milli Eğitim Bakanlığı yayanları ile ve Köy Enstitülerinde komünist fikirlerin yayılmasına çalıştı” şeklinde ithamlarda bulundu. Buna karşı Hasan Ali Yücel, Kenan Öner hakkında hakaret davası açınca, karşılıklı ithamlar ve davalar ile
kamu oyunda Köy Enstitülerinin kapanmasına çok önemli bir alt yapı hazırlanmasına neden olmuş olan süreç başladı ve yıllarca sürdüMetne geri dön ▲
(Ayrıntılar için örneğin bknz "Yücel-Öner Davası")
Necdet Kesmez
KAYNAKLAR:
1- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Atatürk Araştırma Merkezi 1997 T.T.K. Basımevi
2- Türkiye’yi Lâikleştiren Yasalar Atatürk Araştırma Merkezi 1998
3- 3.Mart.1924 Tarihli Kanunların Önemi-PANEL Atatürk Araşt. Merkezi 1995
4- Köy Enstitüleri Belgeseli TV8 16.04.2007 CD 1 ve 2