Transit umbra, lux permanet - Gölge gider, ışık kalır.
IŞIKLI YOL
3 Mart Yasaları ve Laiklik
|
|
TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN LAİKLEŞMESİNDE
3 MART 1924 GÜNLÜ YASALARIN
NEDENİ, ÖNEMİ VE BUGÜNÜ
ÖNSÖZ
Bugün modern hayatın öncüsü olarak kabul ettiğimiz Batı Avrupa’da çağdaşlaşma; -
Dinde reform hareketi
-
Bilime yöneliş,
-
Aydınlanma dönemi
-
Sanayi devrimi
sonunda ortaya çıkmıştır.
Çağdaşlaşmanın yaşanmadığı ülkelerde, kadın hakları, insan hakları, çocuk hakları, işçi hakları vb. haklara, çağa uyan eğitime, bilime, giyim-kuşama, söz hürriyeti ne, demokrasi ye, iktidardan bağımsız kurumlara, toplumun ihtiyaç duyduğu kuruluşlara ve cemiyetlere rastlamak pek mümkün değildir. Bütün bu sayılanlar laik toplum un imkânlarıdır. Bu nedenle laiklik çağdaşlaşmanın, çağdaş bir toplum olmanın olmazsa olmazıdır.
GİRİŞ
Konumuza bir belge ile başlayalım: Osmanlı yönetiminin ünlü yenilikçilik akımı “ Tanzimat” dönemi sadrazamı Mustafa Reşit Paşa sadrazam iken padişaha yazdığı yazıda
“…Paratoner denilen telin cami minarelerine konulmasına bir sakınca olup olmadığı bilinmek üzere, keyfiyet
Şeyhülislamlıktan sorulmuş ve bu hususta fetva istenmiştir. Şeyhülislam’ın göndermiş olduğu cevapta; “…Her ne kadar bu maddenin bir şer’î sakıncası yoksa da, şu aralık yapılmak lazım gelse ihtimal ki bazı kendini bilmezler bunu söz konusu edecekler. Bu itibarla şimdilik bunun ertelenmesi…”
İşte bu yazı Padişaha gönderilmiş ve Padişahın cevabî yazısında
“…Paratonerin camilere alınması ve yıldırımdan bu müesseselerin korunması şimdilik böyle dursun..”.
Bu belge, Osmanlı tarihinin son 150 senelik döneminde dahi çağdaş teknolojinin alınıp kabul edilmesinde zihinlerin kapalı olduğunu göstermektedir. Nedeni bir yeniliğin mutlaka Şeyhülislamlık ’tan gerekli iznin alınmasına bağlı olmasıdır. (Panel s.13)
Bilindiği üzere Hıristiyanlığın aksine İslamiyet hem bir din hem de bir devlet düzeni olarak doğmuş ve sosyal hayatın geniş bir bölümünü düzenlemiş olması nedeniyle, İslam dünyasında devlet ve hukuk düzenini din kurallarından ayırma çabası Atatürk’e kadar daima direnişle karşılaşmış, din ve devlet yönetiminin birbirinden ayrılamayacağı iddia edilmiştir. Bu konu Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde o kadar çok düşünülmüş ve konuşulmuştur ki, Mustafa Fazıl Paşa, Sultan Aziz’ e yazdığı mektupta
“Padişahım, eğer din ile devlet bir arada yürürse hem devlet yıkılır hem de din yıkılır” demek noktasına gelmiştir. (Panel s.14)
3 MART’IN NEDENİ
Osmanlı’da Tanzimat döneminde istenilen hedefe ulaşılamamıştır. Tanzimat her alanda ikilik getirmiş, adalette hem şer’i mahkemeler hem sivil mahkemeler, eğitimde hem resmi okullar hem medreseler dönemi açılmıştır. Bu süreç göstermiştir ki iki yönlü hareket bir toplumu ilerletmeye uygun değildir. Tanzimat devri böyle sürmüştür. Gerek
Tanzimat gerekse Meşrutiyet dönemlerinde din işleriyle devlet işlerinin ayrılması gerektiği düşüncesi gelişmiş, devlet yöneticilerinde;
“eğer devlet ve din işleri ayrılmazsa, bizim için kurtuluş, asrileşmek, muasırlaşmak mümkün değildir” düşüncesi yerleşmiştir. I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinde de yaşanan benzer süreçler, daima dinin devlet işlerine karışması sonucunu doğurmuş, böylece umulan ilerleme olmamıştır. (Panel s.13)
Bu çatışmanın yegane çözümü,
“din”in kişinin vicdan alanına ilişkin olduğunu, inanç ve ibadet konularını kapsadığını; dünya işlerinin ise dünyevi iktidarlar tarafından, din kurallarına göre değil toplumun değişen ihtiyaçlarından kaynaklanan akılcı kurallara göre yürütüleceğini
kabul etmektir.
Sonunda anlaşılmıştır ki, din devlet işlerine karışırsa ve eğer bu müdahaleler devam ederse çağdaşlaşmaya imkân yoktur. Ancak bu düşünceleri uygulamak bir türlü mümkün olamamış, Osmanlı aydınlanma döneminin ardından, doğal olarak sanayi dönemini de kaçırmıştır. Ve sonunda devlet çökmüş ülke işgal edilmiş ve Kurtuluş Savaşına gelinmiştir.
Kurtuluş Savaşı başarıldıktan sonra Milli Mücadele insanlarının düşündükleri şey artık Türkiye’nin çağdaşlaşmasıdır. Hedef ise, güçlü bir devlet oluşturmak ve ülkenin bir daha askerî, ekonomik, kültürel olsun her çeşit işgale uğraması ihtimalini sonsuza kadar ortadan kaldırmaktır.
Bağımsızlık Savaşı sırasında, düşman ordularının Ankara üzerine yürümeye başladığı, Eskişehir-Kütahya çatışmalarının en şiddetli olduğu bir zamanda 16 Temmuz 1921 günü, Milli Eğitim İşlerinin bir programını hazırlamak amacıyla Ankara’da yapılan ilk resmi “Maarif Kongresi” ni açış konuşmasında Büyük Önder’in sözleri çok dikkat çekicidir:
“..Şimdiye kadar takip olunan eğitim ve terbiye usullerinin milletimizin tarihî gerilemesinde en önemli bir sebep olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafelerinden ve doğuştan gelen niteliklerimizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilecek tüm tesirlerden tamamen uzak, milli karakter ve tarihimizle uyumlu bir kültür kastediyorum. Çünkü milli dehamızın tam gelişmesi ancak böyle bir kültürle temin olunabilir.”
İşte 3 Mart 1924’te, T.B.M.M. üyelerinin çoğunluğunun düşüncesi her şeyden önce çağdaşlaşmayı sağlamak için gerekli olan kararları almak ve düzeltmeleri yapmaktır. Bu amaçla Meclis gündemine birbirini tamamlayan üç yasa teklifi hazırlanmıştır.
1924 Meclis’inde çok sayıda din adamı ve İslam’ı çok iyi bilen Milletvekilleri bulunmaktaydı. Bunlar İslam dinine vakıf kimseler oldukları gibi, İslam dininin gelişmeye engel olmadığına inanmışlardı. Fakat içlerinde İslam dininin değişmez esaslara bağlı bulunduğunu ve asla değiştirilemeyeceğini kabul edenler de vardı. Yine de çoğunluğu,
“İslam, sosyal değişmelere tabi olabilir ve kesinlikle ilerlemeye mani olmayan bir dindir, bu nedenle gelişmelere karşı gelinemez”
düşüncesindeydiler.
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa ise tutucu din adamları ile İslam’ın ilerlemeye kesinlikle engel olmadığını benimseyen insanlar arasında bir lider konumundaydı. Çünkü her konuda olduğu gibi dinler, özellikle İslamiyet hakkında donanımını pek erken yaşlarından itibaren çok iyi sağlamıştı. (Panel sy14) İlerideki tarihlerde; bu donanımını kendi ifadesiyle “Çocukluğumda elime geçen iki kuruşu eğer kitaplarıma vermeseydim, bugün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım” şeklinde dile getirdiğine tanık oluyoruz. (Kalıpçı s.93)
3 MART’IN ÖNEMİ
Osmanlı Devletinin her alanda geri kalmışlığını ve kötü yönetildiğini öğrencilik dönemlerinden itibaren tespit eden Mustafa Kemal, kendisini bilinçli bir şekilde “kurtarıcı” olarak hazırlamış, önüne çıkan hemen her fırsatı değerlendirmiştir.
15 Aralık 1917’de iade-i ziyaret için Veliaht Vahdettin ile birlikte gittiği Almanya’dan hasta dönen Mustafa Kemal Paşa, tedavi görmek için gittiği Avusturya’nın Karlsbad şehrinde sosyal hayatı inceleme fırsatı bulmuş, şer’î zihniyetle yaşayan Osmanlı toplumu ile kıyaslamış ve ileride yapacaklarını not defterine şöyle yazmıştır:
“Benim elime büyük salahiyet ve kudret geçerse, ben hayat-ı içtimaiyemizde (sosyal hayatımızda)arzu edilen inkılabı bir anda yapacağım,
ben bazıları gibi, efkar-ı ulemanın (alimlerin fikirlerinin) yavaş yavaş benim düşüncelerim derecesinde tasavvur ve tefekkür etmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılabileceğini kabul etmiyorum. Böyle bir harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden bu kadar senelik tahsil-i ali gördükten sonra, medeni hayatı ve toplum hayatını tetkik ettikten ve hür vakitlerimi harcadıktan sonra avam mertebesine ineyim? Onları kendi mertebeme çıkarırım. Ben onlar gibi değil onlar benim gibi olsunlar… ” (İnan s.147)<
Nihayet, Kurtuluş Savaşı zaferle bitmiş, işgal kuvvetleri Anadolu’yu terk etmiş, Cumhuriyet ilan edilmiş ve artık elinde büyük salahiyet ve kudret bulunan Gazi Mustafa Kemal için 6 sene önce defterine yazdığı notları gerçekleştirme zamanı gelmiştir.
4-22 Şubat 1924 günleri arasında büyük bir harp oyunu dolayısıyla Ordu ve kolordu komutanlarını İzmir’de topladığı ve Başbakan İsmet Paşa’yla, Genel Kurmay. Başkanı Fevzi Paşa’nın da katıldığı bu toplantılarda,
-
Şer’iye ve Evkaf Bakanlığının kaldırılması,
-
Genel Kurmay Başkanlığı’nın Bakanlar Kurulu dışına alınması,
-
Öğretim kurumlarının birleştirilmesi,
-
Halifeliğin kaldırılması,
-
Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkarılması
kararlaştırılmıştır . 1.Mart.1924 günü Gazi, TBMM açış konuşmasında; Cumhuriyetin bugün ve gelecekte her türlü saldırılardan kesinlikle ve sonsuza kadar korunması için gereken önlemlere değinmiş, 2.Mart günü Halk Fırkası gurubunda bu konular karara bağlandıktan sonra, 3 Mart 1924 günü görüşülen ve birbirini tamamlayan üç yasa tasarısı ve gerekçeleri hazırlanmıştır.
3 Mart 1924 tarihi; üye sayısının % 30 kadarı din işlerinde yetişmiş milletvekillerinden oluşan 1924 meclisinde yapılan bilimsel ve tarihî açıklamaların sonucunda kabul edilen üç önemli kanun, Türkiye’nin çağdaş, demokratik ve laik toplum yapısına geçişi bakımından çok önemlidir.
Şimdi bu yasaları özetle ele alalım.
429 SAYILI YASA Diyanet İşleri ve Genel Kurmay Başkanlıkları
3 Mart 1924 günü ele alınan ilk yasa (429 Sayılı) “Şer’iyye ve Evkaf Bakanlığı ile Erkan-ı Harbiye Vekaletlerinin Kaldırılmasına Dair” yasa teklifidir. Gerekçesi;
“Din ve ordunun politika akımları ile ilgilenmesi birçok sakıncalar doğurur. Bu gerçek, bütün uygar milletler ve hükümetler tarafından bir temel ilke olarak kabul edilmiştir”
şeklinde başlayan yasanın 1. maddesi ile,
“Türkiye Cumhuriyeti.’nde halkla ilgili işlemleri düzenleyen hukuki işlemlere ait hükümlerin yasama ve yürütme yetkisi, TBMM ve onun oluşturduğu hükümete aittir. İslam dininin inanç ve ibadetlerle ilgili bütün hükümlerinin ve işlerinin yürütülmesi ve dinî kurumlarının yönetimi için Cumhuriyetin başkentinde bir Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.”
Kararının alınmasıyla, Anadolu topraklarında ilk kez din ile devlet yönetiminin ayrılması ilkesi kabul edilmiştir.
Kabul edilen bu maddeyle, toplumun ve devletin yönetiminde din kurallarının gözetilerek değil, çağın doğurduğu ihtiyaçlar doğrultusunda insan aklının bulacağı kurallara göre yönetme esası benimsenmiştir. Yani din ve devlet işleri birbirinden kesin olarak ayrılmıştır. Din, politika dışı saygın yerine konmuş böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir yapıya kavuşması yolunda en ciddi ve ileri adım altmıştır. (Genç s.X)
Burada ilginç bir ayrıntı: Üyelerinin yaklaşık % 30 unun din adamlarından oluştuğu bu Meclisin, hilafetin kaldırılmasını uzun uzun tartışmasına karşılık, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ile ilgili kanunu, (Diyanet işleri isminin dışında) hemen hiç tartışmaya gerek hissetmeden oybirliği ile kabul etmesidir.
Ancak, din ile devlet işlerinin ayrılması Türkiye’de laik toplum yaratılması ve yönetilmesi için yeterli değildir. Çünkü geride, kimi dini, kimi resmi, kimi emperyalist amaca hizmet eden eğitim kurumları, ama daha önemlisi her zaman laik yönetime bir tehdit oluşturacak Hilafet makamı bulunmaktadır.
430 SAYILI YASA [Öğrenim Birliği]
3.Mart.1924 günü ele alınan ikinci yasa (430 Sayılı) “Tevhid-i Tedrisat” (Öğretim Birliği) yasası teklifidir.
Yasanın gerekçesine geçmeden önce Osmanlı’da genel öğretim durumunu hatırlamak yerinde olur:
Osmanlı devletinde bütün sosyal kurumlarda olduğu gibi öğretim işleri de dinsel esaslara göre düzenlenmiştir. En eski eğitim kurumu Selçuklu Devletinden devralınan “ medrese”lerdir. Osmanlının kuruluş ve yükseliş dönemlerinde canlılığını koruyan medreseler 16.yy’ın ortalarından itibaren bozulmaya başlamış, matematik, tıp, felsefe gibi derslerden vazgeçilmiştir. 20. yy’a gelindiğinde ise medreseler dinî bilimlerin bile öğretilmediği kurumlar haline dönüşmüştür. (AÜ s.51)<
Halkın eğitim-öğretimi bir devlet işi kabul edilmeyip 4-11 yaş arası kız ve erkek çocuklara dinî eğitim veren “sıbyan” okullarının çoğunluğu mahalle sakinleri ve vakıf kuran kişilerce desteklenmektedir. Sıbyan okulları ve medreseler öğretimin birinci türünü oluşturmaktadır. Öğretimin ikinci türü, Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan, daha çağdaş olan rüştiye, idadî ve sultani adı altındaki orta öğretim kurumlarıdır. Üçüncü bir tür ise; Türk hoşgörüsünün bir yansıması veya devlet adamlığı stratejik öngörüsüzlüğün sonucu olarak, imparatorluk içindeki Müslüman olmayan uyruklara kendi dillerinde ve dinlerinde eğitim-öğretim hakkının tanındığı, yabancı devletlere “kapitülasyon” denen ayrıcalıklar çerçevesinde okullar açma olanağının sağlandığı ve denetimden uzak “Yabancı Okullar” dır.
Kurtuluş Savaşı sonlarında 12 milyon dolayında tahmin edilen nüfusun % 90’ı köyde yaşamakta, kişi başı ulusal gelir 67 dolar tahmin edilmekte, en çok satan gazete trajı 2-3.000 civarında, mahalle mektebi ve medreselerde öğrenim gören öğrenciler sabah-akşam “padişahım çok yaşa” diye bağırmakta, besmele çekip kelime-i tevhid ve tekbir getirmekte, Arap harflerinin okunmasını öğrenerek Kur’an okuyarak eğitimini tamamladıktan sonra kimi asker ya da sivil görevlere getirilmekte, ülke erkek nüfusunun %10’u, kadın nüfusunun binde 4’ü, toplam nüfusun %7’si okuma (elifba) bilmekte, bu okuyabilenlerin sadece %5’i yazabilmekte, ülke genelinde 23 okulda 1241 lise öğrencisi, 20orta-lise ayarı meslek okullarında 2558 öğrenci bulunmakta, öğretim birliği yasası kabulünden sonra yaptırılan sayımda kayıtlı 18.000 medrese öğrencisinden 1.800’ü medrese öğrenimini sürdürmekte, kayıtlı olduğu sürece askere alınmayıp vergiden muaf tutulan sakalık, manavlık, kasaplık gibi işleri nedeniyle tezgahlarının başında olanlar da ehl-i dinden sayılmaktadır. (AÜ s.20-21)
Çağa göre daha ileri düzey eğitim sağlayan “azınlık ve yabancı” okullar ise, azınlık milliyetçiliğini aşılamakta, yabancı devletlerin siyasi nüfuz aracı olarak görev yapmaktadır. Çoğu Hıristiyan misyonerler tarafından kurulu bu okullarda dini propaganda yapılmakta, ülkenin değer yargılarına ters düşen değerlere sahip insan yetiştirilmektedir. (Panel s.28)Bu okulların çağa uyan etkili eğitim yapmaları, mezunlarına sağladıkları pratik bilgiler ve öğrettikleri birkaç yabancı dil ile ekonomik üstünlük sağlamaları, bu okullara ilgiyi Türkler arasında da arttırmaktaydı.
İşte 620 yılın sonunda Osmanlı Devlet-i Âlisinde öğretim durumu buydu…
Özetle,
Cumhuriyet öncesi eğitim millî değildir, laik değildir, yeterli ve çağdaş değildir. Farklı yapıdaki okullar farklı dünya görüşüne sahip insan yetiştirmektedir. Apayrı çağların eğitim kurumları yan yana yaşamaya devam etmektedir. Ülkenin vatandaşları arasında ne kültür birliği, ne de ülkü birliği vardır..
Aynı çağda Avrupa’da bilim ve teknolojinin çok ileri seviyelere çıkması sonucu, Osmanlı hemen her konuda geri kalmış, hemen her savaştan zararla çıkmış, gerek halkın bireyleri, gerekse devletin yöneticileri Avrupalı karşısında eziklik hissine düşmüştür. Ayrı çağların eğitim kurumları yan yana yaşamakta, öğretimde üç yönlülük, birbirine zıt görüşlü insan yetişmesine yol açmakta ve toplumda mevcut kültürel çelişkileri daha da keskinleştirmekte ve bütünlüğü ciddi biçimde zedelemektedir. (Panel s.28)
Böyle bir mirasın oluşturduğu tecrübenin sağladığı uyanıklığın sonucunda,
3 Mart 1924 günü önerilen “Tevhid-i Tedrisat” kanununun gerekçesinde:
“Bir devletin genel eğitim ve kültür siyasetinde, milletin duygu ve düşünce bakımından birliğini sağlamak için öğretim birliği en doğru, en bilimsel, en çağdaş ve her yerde yararları görülmüş bir ilkedir.. Tanzimat döneminde öğretim birliğine başlanmak istenmişse de başarılamamış ve aksine ikilik meydana gelmiş, zararlı sonuçlar doğurmuştur. Bir millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu ise, duygu ve düşünce birliği ve dayanışma amaçlarını tamamen yok eder. Bundan dolayı Türkiye Cumhuriyeti’nde bütün kültür ve bilim kurumlarının bağlantı yeri Eğitim Bakanlığı olacaktır.”
deniliyordu.
Öğretim Birliği yasasının en temel amacı
- Çizilen sınırlarımız içinde yaşayan bütün insanlar arasında duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını sağlamak”,
-
İşgale karşı koyarak savaşı kazanan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkını kelimenin gerçek anlamıyla “Türk Milleti” haline getirmekti.
-
Yasanın diğer amacı da, bir önceki yasayla oluşan laik yönetim altında kadın-erkek ayırımı yapmadan yeni Türk nesillerini çağın gereklerine uygun olarak yetiştirmekti
431 SAYILI YASA [Hilafetin Kaldırılması]
Önerilen 429 ve 430 sayılı yasaların maddeleri oylanarak itirazsız kabul görmüştür. Böylece din işleri ile devlet işlerinin ayrılmasından sonra eğitimin de laik bir düşünce yapısıyla öğretimde birliğin sağlanması yasalaşmış, sıra bunları tamamlayıcı konuya gelmiştir: Hilafetin Kaldırılması.
Teokrasiyi, din devletini temsil eden bu kurumun ortadan kaldırılması da aynı tarihli 431 sayılı
“Hilâfetin ilgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair Kanun”
ile gerçekleştirilmiştir.
Hilafetin kaldırılması, aslında, saltanatla hilafetin birbirinden ayrılmasına ve saltanatın kaldırılmasına ilişkin kararların doğal bir sonucudur. Bilindiği üzere Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra, TBMM 1.Kasım.1922 tarihli kararıyla, Saltanat ile Hilafeti birbirinden ayırmış ve saltanatı kaldırmıştır. Bu yasa sonrası Padişah Halife Vahdettin, hayatının tehlikede olduğunu öne sürüp İngiliz işgal kuvvetlerine başvurmuştur. İşgal kuvvetleri komutanı Harington 17 Kasım 1922 günü “Padişah Hazretleri İngiltere’nin koruyuculuğuna sığınarak bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan ayrılmıştır.” sözleriyle yayınladığı bildiride olayı duyurmuştur.
1 Kasım 1922 günlü yasanın 1. Maddesinde
“Türkiye halkı hakimiyeti şahsiyeye müstenit olan İstanbul’daki şekl-i hükümeti 16 Mart 1336 (1920) den itibaren (bu tarih İstanbul’da toplanan Meclis-i Mebusan’ın İngilizler tarafından basılarak dağıtıldığı gündür) ve ebediyen tarihe müntakil addeylemiştir.”
Denilmektedir. İkinci maddesinde ise,
“Hilafet Hanedan-ı Osman’a ait olup Halifeliğe TBMM tarafından bu hanedanın , ilmen ve ahlaken erşet ve eslah (en doğru ve en iyi) olanı intihap olunur. Türkiye Devleti makam-ı hilafetin istinatgâhıdır.”
Denmektedir. Aslında bu kararla Hilafet kurumu varlığının tüm anlamını yitirmişti. Çünkü, padişahlığın kaldırılışı hilafet makamını yetkisiz bırakmıştır: İslam hukukuna göre halifelik ruhani bir makam değil, cismani otorite makamıdır. Halifenin İslam Hukuku kurallarına bağlayıcı yorum getirme yetkisi yoktur. Bu nedenle egemenlik otoritesi kaldırıldıktan sonra Halifelik makamının, bir çeşit Papalık gibi yaşamaya devam edebileceği düşüncesi, hem İslam hukukuna hem de Papalık hakkındaki noksan bilgilere dayanır. Bilindiği üzere Papalık, Vatikan sınırları içinde egemen bir devlet olması nedeniyle otoriteyi elinde bulundurduğu gibi, din kurallarına bağlayıcı yorumlar getirme yetkisine sahip olduğu için ruhani otorite makamıdır. İslam hukuku ise, Kuran ve Hadis hükümlerine yorum yapma yetkisini (İcma-ı Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha kaynaklarına göre) halifeye değil din bilginlerine (ulama) vermiştir. (Panel s.21)<
Bu açıklamalardan sonra, halifelik makamının, saltanatın kaldırılması sırasında niçin kaldırılmadığı sorusu akla gelebilir. Bu sorunun cevabını, Atatürk’ün;
“Uygulamayı bir takım evrelere ayırmak ve olaylardan yararlanarak ulusun duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım ilerleyerek amaca ulaşmak gerekiyordu” (Nutuk I s.21)
şeklinde ifade ettiği “kurtarıcılık” görevi stratejisinde bulmak mümkündür. Nitekim, Atatürk bazı önemli devrimlerin 1923 tarihli Halk Fırkası programına niçin konulmamış olduğunu şöyle açıklamaktadır:
“… programa yazılmamış önemli ve esaslı sorunlar da vardı. Örneğin: Cumhuriyetin ilanı, halifeliğin, Şer’iye (Dinişleri) Bakanlığının, medrese ve tekkelerin kaldırılması , şapka giyilmesi gibi..Bu sorunları programa alarak, önceden, cahil ve gericilerin bütün ulusu yanıltmaya fırsat bulmalarını uygun görmedim. Çünkü bu sorunların zamanı gelince çözülebileceğine ve sonunda ulusun memnun olacağına kesinlikle emindim.” (Nutuk II s.957)
Halifelik konusu Milli Mücadelenin başından itibaren 3 Mart 1924’e kadar daima büyük bir sorun olarak hilafetçilerin gündeminde kalmıştır. Atatürk de bu soruna fazlasıyla zamanını ayırmak durumunda olmuştur.
Başta Atatürk olmak üzere Kurtuluş Savaşı’na atılanların bir kısmı, Osmanlı devletini paramparça eden, Türk yurdunu işgale varan sonuçları yaratan ve ülkeyi çağın çok gerisinde bırakan etkenlerin başında saltanat ve hilafeti görmekteydi. Atatürk, bilim ve fennin ışığının yayıldığı gerçek uygarlık dünyasında Halifeliğin gülünç sayılmaktan başka bir durumu olmadığını düşünüyordu.
İşgal güçlerine karşı savaşa destek verenlerin bir kısmı ile, halkın büyük kısmı ise padişah ve halifeyi kurtarmak düşüncesiyle hareket ediyorlardı. Bu durumu Atatürk Büyük Nutuk’ta şöyle ifade etmiştir:
“Ulusal savaşa birlikte başlayan yolculardan kimileri, ulusal yaşamın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet Yasalarına kadar uzayan gelişmelerinde, kendi düşünce ve psikolojilerinin kavrama sınırı bittikçe bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır… Ben, ulusun vicdanında sezdiğim büyük gelişme yeteneğini bir ulusal sır gibi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş bütün ‘toplumumuza uygulatmak zorundaydım.” (Nutuk I s.23)
Aynı cephede bulunup hilafeti savunanlar, saltanatın kaldırılması ( 1 Kasım 1922) ve Cumhuriyetin İlanı ( 29 Ekim 1923) dönemlerinde önemli hareketlere giriştiler. 17 Kasım 1922’de yurdu terk eden Halife padişah Vahdettin’in yerine, ertesi günü yeni halifenin seçimi sırasında, seçilecek halifenin yetkilerinin, padişahın boşluğunu doldurabilecek şekilde fikirler öne sürülmüş, hatta,
Afyon milletvekili Hoca Şükrü Efendi yayınladığı kitapçıkta ( Ocak-1923), Halifenin dünyanın dört bir yanına yayılmış, çeşitli ırktan üç yüz milyonluk İslam âlemine sözü geçecek bir devlet başkanından söz etmiştir.
Cumhuriyetin ilanından sonra da basın kanalıyla Halife Abdülmecit Efendi’nin görevden çekileceği söylentisini yaymak suretiyle
“manevi hazineye (yani halifeliğe) saldırmak isteyenler Türk’ü çekemeyen Müslüman Uluslar değil, biz Türkler kendimiz, kendi elimizle bu hazinenin elimizden temelli çıkarılmasıyla sonuçlanabilecek girişimlerde bulunuyoruz !”
gibi yazılar yayınlanmıştır.
Atatürk, bu yolda yapılan hareketlerle mücadele için gerek mecliste, gerekse çıktığı yurt gezilerinde; -
“Meclisimizin kendi kendine bütün İslam dünyasının başına geçmeye karar veremeyeceğini (Nutuk II s.933)
-
Bütün Müslümanlara egemen olacak ulu devlet başkanının eline kuvvet olarak on onbeş milyon Türk halkını seferber etmenin, Türk halkını yok etmek anlamı taşıyacağını,
-
Birer İslam devleti olan İran ya da Afganistan’ın Türk Halifenin yetkisini haklı olarak tanıyamayacağını (Nutuk II s.949),
-
Yabancıların Halifeliğe saldırıda bulunmadıklarını ama, Türk ulusunun da saldırılardan kurtulamadığını,
-
Halifeye saldıranların, Türk’ü çekemeyen Müslüman uluslar değilse de, (Halife’nin cihat ilanına rağmen) Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta, İngiliz ve Fransız bayrakları altında Türklerle vuruşanların Müslüman uluslar olduğunu”(Nutuk II s.1103)
anlatarak halkı aydınlatmaya çalışmıştır.
Halifelik makamını muhafaza etmekte dinî, siyasî yarar ve zorunluluk bulunduğunu sananlar son olarak, kararların alındığı son dakikalarda Halifelik görevini Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e de önermişlerdir. (Nutuk II s.1133)İzleyen günlerde, Hindistan>’daki görevinden Mısır’a uğrayarak yurda dönen (ulemadan) Antalya milletvekili Rasih Efendi Atatürk’le konuşmak istemiş ve bu konuşmada, “gezdiği ülkelerdeki Müslüman halkın Mustafa Kemal Paşa’nın Halife olmasını istediklerini, bunu iletmek için Rasih Efendi’yi vekil ettiklerini” bildirmiştir. Müslüman halkın teveccühüne teşekkür eden Atatürk’ün verdiği yanıt, yıllardır süregelen halife heyulası sorununun özet cevabıdır :
“Siz din bilginlerindensiniz, Halifenin devlet başkanı olduğunu bilirsiniz. Başlarında kralları, imparatorları bulunan uyrukların bana ulaştırdığınız dilek ve önerileri nasıl kabul ederim? Kabul etsem, o uyrukların başındaki kişiler bunu kabul eder mi? Halifenin buyrukları yerine getirilir, beni halife yapmak isteyenler buyruklarımı yerine getirebilecekler midir? Bu duruma göre anlamı olmayan bir niteliği takınmak gülünç olmaz mı?”
Atatürk,
“Müslüman halkı bir halife heyulası ile uğraştırma ve kandırma çabasında bulunanlar, yalnız ve ancak Müslümanların ve özellikle Türkiye’nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılmak da ancak ve ancak cahillik ve aymazlık belirtisi olabilir” (Nutuk s.1133)
düşüncesindedir.
Yıllarca süren bu tartışmalar sonunda 3 Mart 1924 günü Meclise sunulan 431 sayılı yasanın gerekçesinde;
“T.C. içerisinde halifelik makamının bulunması Türkiye’yi dış ve iç politikasında iki başlı olmaktan kurtaramadı. Bağımsızlığında ve millî hayatında ortaklık kabul etmeyen Türkiye’nin, görünüşte bile olsa, dolaylı bile olsa ikiliğe tahammülü yoktur…Hanedanın, halifelik kisvesi altında Türkiye’nin varlığını da etkileyecek bir tehlike olacağı, büyük sıkıntılarla edinilmiş tecrübelerle kesinkes belli olmuştur… Esasen halifelik, ilk İslam devletlerinde “hükümet” anlamında ve vazifesinde ortaya çıkmış olduğundan; gerek dünya ile gerekse dinle ilgili olsun, kendisine verilmiş olan bütün görevleri yerine getirmekle yükümlü olan bugünkü hükümetler yanında ayrıca bir halifeliğin bulunuşunun sebebi yoktur..”
denilmektedir.
Yasanın maddelerinin görüşülmesine geçilmesiyle, Hilafetin kaldırılmasından tedirginlik duyan bazı milletvekilleri arasında “söz düellosu” başlamıştır. Din işleri ile halkın işlerinin ayırımını getiren 429 sayılı yasanın görüşülmesi sırasında görülmeyen tartışmalar olmuştur. Nihayet kürsüye çıkan İzmir milletvekili Seyit Bey, Halifeliği, İslam hukuku, İslam tarihi ve siyasi açıdan en ayrıntılı biçimde anlatmıştır. Seyit Bey İstanbul Üniversitesinde , ( Darülfünun) uzun yıllar Fıkıh Müderrisi (İslam Hukuku Öğretim Üyesi) olarak görev yapmıştı. Bu yasaların görüşüldüğü tarihte de Adalet Bakanı görevinde bulunmaktaydı. Konuyu anlattıkça ve ortaya atılan soruları cevapladıkça, milletvekillerinin “devam et, sabaha kadar dinleriz” teşvikleriyle Seyit Bey’in konuşması iki saatten fazla sürmüş, sonunda bütün tereddütler yok olmuş ve Meclisin oybirliği ile Halifelik kaldırılmıştır. Atatürk’ün Büyük Nutuk’ta; “..rahmetli Seyit Beyin ve İsmet Paşa’nın bilimsel ve inandırıcı söylevleri her zaman için okunmaya değer.”
(Nutuk s. 1133) şeklinde söz ettiği konuşma, TBMM tarihinde yer alan en önemli konuşmalardan biridir.<
Adalet Bakanı rahmetli Seyit Bey bu açıklamalarında özetle ;
-
Halifeliğin kaldırılması konusunun çok önemli olduğu, sadece İslam dünyasında değil belki de yer küresinde yapılan inkılapların en büyüğü ve önemlisi olduğu,
-
halifelik sorununun dini olmaktan çok millete ait hukuk ve kamu işlerinden olduğu, inançla ilgili olmadığı,
-
halifeliğin hükümet demek olduğu,
-
Kuran’da İslam halifeliği hakkında hiçbir ayetin olmadığı, sözlük anlamıyla haleften geldiği, imamın “öncü, kendisine uyulan” demek olduğu,
-
bir halifenin aynı zamanda imam olduğu, ama her imamın halife olmadığı,
-
mahalle imamlarına da cami imamlarına da, önde gelen bilginlere de imam dendiği,
-
Halifeye de Müslümanların imamı dendiği,
-
halife ve imam sözlerinde kutsallık olmadığı,
-
Kur’anda ve hadislerde halifelik hakkında açık ve kesin bir şey bulunmadığını,
-
itikad ilmi kitapları incelendiğinde; ehli sünnet bilginlerinin halifeliği iki kısma ayırdıkları, ilkine gerçek halifelik (hilafeti hakikiye) ikincisine şekli halifelik (hilafeti süveriye) dendiği,
-
ilk dört halifenin gerçek halifelik kabul edildiği, ikinci tür “şekli halifeliğe” gelince güç, ezme baskı üzerine kurulu olduğu, bu bakımdan adı halifeyse de hükümdarlık, sultanlık, üstünlük, zorbalıktan ibaret padişahlık olduğu,
-
Dört halifenin sonuncusu olan Hz. Ali’nin ölümüyle gerçek halifeliğin sona erdiği, ondan sonra “hakimiyet güçlünündür” kuralının başladığı,
-
Osmanlı halifelerinin sultanlığa olan hırs ve düşkünlüklerinden nice masum şehzade kanı döktükleri, despot ve zorba idareleri İslam dinine bağlayarak adına “İslam halifeliği” demenin İslamiyet’i aşağılamak olduğu,
-
Gerek Emevi gerekse Abbasi halifelerinin gerçek halife kabul edilmediği, sultan veya padişah oldukları, diğer İslam ülkelerindeki alimlerin de gerçek halifeliğin ne olduğunu bildikleri,
-
İstanbul’da Cihad fetvası çıkarıldığı zaman İslam dünyasından bu davete katılım konusunda hiçbir ses çıkmadığı,
-
Irak’ı Suriye’yi hatta güya halifelik başkenti sayılan İstanbul’u işgal eden orduların Hindistan’ın Müslüman askerlerinden oluştuğu,
-
İslamiyet’te Hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhbanlık yani din adamları yönetiminin olmadığı ve peygamberler dahil hiç kimseye kutsallık verilmediği,
-
Cuma ve bayram namazlarının siyasal bir ibadet olduğu, bu namazları kıldıracak imamın hükümet tarafından atanmasının yeterli olduğu,
-
Milletin hiçbir kimseyi halife veya imam olarak seçmediği taktirde halifeliğin yok demek olduğu,
-
Milletin kendi işini kendisinin görmek istemesine de Cumhuriyet dendiği, buna da İslam hukukunda hiçbir engelin bulunmadığı, dolayısıyla halifeliği kaldırmanın milletin ve vekillerinin işi olduğu
bilgilerini anlatarak zihinlerdeki endişeleri silmiştir.
Böylece Laik yapının benimsenmesinde İslamiyet açısında hiçbir sakınca olmadığı 1924 Meclisindeki din bilginlerinin bilimsel açıklamaları ile ortaya konmuştur. Bu nedenlerle 3 Mart 1924 tarihi, birbirini tamamlayan üç önemli yasanın kabulü ile çağdaş, demokratik ve laik devlet ve toplum düzenine adım atma açısından Cumhuriyet tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biridir.
YASALARIN UYGULAMA DÖNEMİ
3 Mart 1924 yasalarının yürürlüğe girmesinden itibaren, halkı geçmişin hurafelerinden kurtarmaya karar veren ülke yönetimi, artık “ ulemadan onay alma” devrini kapatmış, ulusu çağdaş toplum durumuna getirmek için eğitimde devrim niteliğinde işlere girişmiştir.
Kurtuluş Savaşından başlayarak Atatürk’ün yaptığı konuşmalar, çalışmalar, M.E.B. tarafından yayınlanan genelgeler dikkate alındığında, yetiştirilecek kuşaklarda bulunması gereken niteliklerin şöyle saptandığı görülür : -
Müspet bilimlerin temellerine dayanan eğitim görmüş,
-
Düşüncesi, bilgisi, kültürü ve vicdanı hür,
-
Güzel sanatları seven,
-
Ülke sorunlarının ideolojisini anlayacak, anlatacak ve kuşaktan kuşağa aktarma düzeyinde yetişmiş,
-
Bilinçli Cumhuriyetçi, bilinçli demokrat, bilinçli laik,
-
Geçmişin boş inanlarından (hurafelerinden) arınmış, toplum yaşamında dünya ve ahiret cezaları korkusundan doğan ahlak anlayışı yerine, hür düşünceye dayalı gerçek ahlak sahibi,
-
Beyin eğitiminde olduğu gibi beden eğitiminde de yeteneğini yükseltmiş,
-
erdemli ve güçlü bir gençlik. (AÜ s.39)
Bu amaçlarla eğitim konusunda ilk iş olarak bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmış, sadece dinsellik aşılayan mahalle mektepleriyle 479 medrese kapatılmış, 29 adet Darülhilafe medresesi imam-hatip okuluna çevrilmiştir. İlkokul programlarından kur’an dersleri, orta öğretim programlarından Arapça, Farsça çıkarılmış, ulusal eğitim dogmatik yapıdan arındırılmıştır.
Öğretim Birliği yasasının hemen ardından 1924 Anayasasını görüyoruz. Bu Anayasa, öğretimin her döneminde devletin gözetim ve denetiminde, her kadın ve erkeğin ilk öğretim yapma zorunluluğunu getirmiştir. Böylece kadınlarımızın geleneksel, dinsel yapıdan kaynaklanan dışlanmalarına son verilerek, toplumun her aşamasına aktif olarak katılabilecekleri eğitim ortamı yaratılmıştır. (AÜ s. )
1928’de laiklik ilkesinin anayasaya girmesi sonucu imam-hatip okullarının devletten aldıkları desteği kaybetmesiyle bu okullar 1930-31 yıllarında tümüyle kapanmış, Süleymaniye Medresesi yerine Darülfünun’a bağlı bir İlahiyat Fakültesi kurulmuştur.
Bu arada, genelde sömürge ülkelerinde yaygın olan ve Türk insanına yabancı bir kültür aşılamayı amaçlayan “ misyoner okulları”, M.E.B. gözetim ve denetimine alınmış, kültür derslerinin Türkçe olması, ders kitaplarında Türkler aleyhine yazılar bulunmaması, Türk topraklarının hiçbir ülkenin parçası olarak gösterilmemesi, müdür yardımcılarından birinin Türk olması, hiçbir devletin ve dinin propagandasının yapılmaması gibi zorunluluklar getirilmiştir.
Aslında Türkiye yabancı okulları batı ile kendi arasında bir köprü olarak görüyordu. Ancak bunlara ayrıcalıklar vermiyor ve Türk eğitim kurumları için konulmuş yasa ve yönetmeliklere uymalarını istiyordu. Bu kurallara uymayan yabancı okullar kararlı şekilde kapatıldılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin taviz vermeyen tutumunu anlayanlar bir süre sonra konulan kurallara uymak suretiyle varlıklarını sürdürdüler.
Böylece Cumhuriyetin ilk on yılı içinde Türkiye’de devlet tarafından desteklenen dini eğitim kurumu kalmamıştır.
Bu büyük eğitim seferberliğinde, halkın eğitilmesi için akla gelen her imkandan yararlanma yoluna gidilmiş, orduda okuma yazma bilen çavuşlardan köylere gönderilmek suretiyle yararlanılmış, öğretmen okulları açılmış, yeni Türk devleti, yeni borçlara girmeden bir yandan Osmanlıdan kalan dış borçları öderken, çok kısıtlı bütçe olanaklarından eğitime azami bütçeyi ayırmak suretiyle eğitim halka götürülmüştür.
hususunda “Müslüman” kimliğinin yerini “Türk” kimliğini almış, Padişaha “kul”luk, yerini “vatandaşlığa” bırakmış ve “ümmet”ten “Türk Milleti” yaratılmıştır. Halka dayanışma ruhu aşılanmış, duygu ve düşüncede birlik sağlanmış, halka moral yüklenmiş ve 1940’lara gelindiğinde tarihin en etkin eğitim projesi olan “Köy Eğitim Enstitüleri” kurulmuş, en yoksul kişiden “aydın kişi” yaratılması başarılmıştır.
ATA’DAN SONRA
Fakat, Atatürk’ün vefatını takiben başlayan II. Dünya Savaşının sonunda, A.B.D. nin askeri güç olarak Avrupa’ya yerleşmesi, Sovyetler Birliği’ne karşı siyasal, düşünsel ve kültürel cephe oluşturulmasıyla; “batı”nın dünyaya hürriyet ve demokrasiyi yayma adı altında estirdiği rüzgarla, “uykuya yatmış düşünceler”, yeniden hayata geçmeye başlamıştır :
Çok partili siyasi hayatın da yaptığı baskılarla 1948’de ilkokullarda isteğe bağlı din dersler konulmuş, orta okul mezunlarını sınavla alan imam, hatip ve vaiz yetiştirmek üzere 10 ay süreli imam-hatip kursları açılmıştır. Bu sayılanların 3.Mart yasalarına aykırı olduğunu iddia etmek elbette doğru olmaz. Ancak, 1951 yılında bu kursların 7 ilde (İstanbul, Ankara, Adana, Isparta, Kayseri, Konya, Maraş) İmam-hatip okuluna dönüştürülmesinden sonra, diğer hükümetler dönemlerinde de sayılarının hızla artması 3 Mart’ın delinmesi olarak kabul edilmektedir. Çünkü, 430 yasanın 4. maddesinde bu okullar “ ..imamlık ve hatiplik gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevli memurların yetiştirilmesi” için kurulma kararı alınmıştı.
Denilebilir ki, II. Dünya Savaşını izleyen yıllardan günümüze kadar görev yapan ülke yönetimlerinin hepsi, programlarında olsun veya olmasın bu sürece katkıda bulunmuşlardır: 1961 Anayasası ile (153.madde) devrim yasaları koruma altına alınmasına rağmen, 1967’den itibaren İmam ve hatip olması söz konusu olmayan kız öğrenciler bu okullara alınmış, 1973’te İmam-hatip okullarına lise statüsü verilmiş, 1975’te yüksek öğrenim kurumlarına girişte bu lise mezunlarına genel lise mezunları gibi işlem görmeleri sağlanmıştır.
Aynı devrim yasaları 1982 Anayasası ile de (174.madde) koruma altındayken ve devletin niteliklerinde, demokratik, laik sosyal bir hukuk devleti kaydı bulunmaktayken, aynı anayasaya konulan bir madde ile öğretimde din dersleri zorunlu hale getirilmiş, 1983 yılında imam-hatip liselerinden mezun olanlara tüm yüksek okullara girme hakkı tanınmıştır. 18.Ağustos.1997 tarihinde çıkarılan 8 Yıllık Kesintisiz Eğitim Yasasından iki gün sonra, Kur’an Kursları Yönetmeliğinde bir değişiklik yapılarak, 5. sınıfı bitiren çocukların hafta sonu ve yaz tatillerinde Kur’an kursuna gitme kararı alınmıştır. Bu karar, Danıştay’ca, “..pozitif bilimleri yeterince öğrenmemiş, çağdaş eğitimi tamamlamamış küçüklere henüz bilinçlenmeden teokratik eğitim verilmesinin pedagojik ve psikolojik mahzurları ile Tevhid-i Tedrisat Kanunu” gerekçe gösterilerek iptal edilmiştir. Bu defa 3 Mart 2000 tarihinde yayınlanan bir yasa ile çocukların yaz tatillerinde 3 gün süreyle Kur’an kurslarına katılmalarının yolu açılmıştır. 27 Ağustos 2000’de ise 3 gün 5 güne çıkarılmıştır. 1997 yılında kabul edilen 8 yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim Yasasının, imam-hatip okullarını cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi meslek okullarına dönüştürülme uygulaması; son olarak 4+4+4 şeklindeki yasa ile toplumda yapacağı etkiler yaşanıp görülecektir. Öte yandan, Meclis’te yürüyen yeni anayasa çalışmalarında, bir grubun anayasada laiklik konusuna hiç yer vermeyeceği topluma yansıtılmış bulunmaktadır.
Sonuçta, ülkenin vatandaşları arasında kültür birliği ve ülkü birliği sağlanmasına hizmet etmekten uzak, Cumhuriyet öncesini andıran, farklı dünya görüşüne sahip insan tipi yetişmesi yolu açılmıştır. Genç nesil içinde “ben Atatürk’ü değil Humeyni’yi seviyorum” diyenler çıkmaya başlamıştır.
Türkiye’nin bulunduğu coğrafya ve asırların birikimi , uzun soluklu mücadelenin bitmediğini göstermektedir.
Bu çalışmayı başlangıçta olduğu gibi, bir tarihsel anı ile noktalayalım: 1924 Martından hemen sonra bir yurt gezisine çıkan Büyük Önder’in, beraberindeki Refik Koraltan’ın
“Anadolu’nun en ücra köşesinde bir çobanın kalbi açılsa orada “Mustafa Kemal” yazıldığının görüleceğini”
söylemesi üzerine verdiği cevap çok manidardır:
“Ya beyefendi, Orada Mustafa Kemal yazdığını ben de biliyorum. Ama benim kadar sizin de bilmenizi istediğim bir şey daha var ki o da şudur : Orada o çobanın bulunduğu yerin on dakika ilerisindeki bir köy imamı gelip o ismi oradan on dakikada siler; isterse istediği başka bir ismi yazar..” (AÜ s.37)
Engin Bellisan
3.Mart.2013
|
Kaynaklar ve
Metinde yapılan atıflarda kullanılan kısaltmalar |
Eser sahibi | Eser Adı | Atıflardaki kısaltmalar |
Panel Dr. Azmi Süslü [Bşk.], Dr. Reşat Genç, Dr. Reşat Kaynar,Dr. Ergun Özbudun, Dr. Abdurrahman Çaycı, İsmet Solak İsmet Solak)
| Atatürk Araştırma Merkezi Türkiye Cumhuriyeti’nin Laikleşmesinde 3 Mart Mart Tarihli Kanunların Önemi
, Atatürkçülük Dizisi: 11. Ankara-1995 | Panel |
İlknur Güntürkün Kalıpçı | Atatürk İle Bir Gezinti, Epsilon Yayıncılık Kasım 2007 | Kalıpçı |
Ali Mithat İnan | Atatürk’ün Not Defterleri Gündoğan Yayınları 2.Baskı Ocak 1998 | İnan |
Prof.Dr. Reşat Genç | Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar. Atatürk Araştırma Merkezi Ankara 1998
| |
A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi | 77. Yılında Öğretim Birliğinin Neresindeyiz? N.187 Ankara 2001 | A.Ü. |
Ayten Sezer | Atatürk Döneminde Yabancı Okullar (1923-1938), Türk Tarih Kurumu Yayınları 83. Ankara 1998 | Sezer |
M.K. Atatürk | Nutuk-Söylev I.Cilt., Türk Tarih Kurumu Yayınları 3.Baskı Ank.1989
| Nutuk I |
M.K. Atatürk | Nutuk-Söylev II.Cilt., Türk Tarih Kurumu Yayınları 3.Baskı Ank.1989
| Nutuk II |
|
Işıklı Yol BaşSayfa
3Sutun Başsayfa
|
| |