‎‎ ‎‎ ‎ 3 Mart Yasaları ve Laiklik‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎
Transit umbra, lux permanet - Gölge gider, ışık kalır.

IŞIKLI YOL
3 Mart Yasaları ve Laiklik

‎ ‎‎ ‎

TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN LAİKLEŞMESİNDE
‎‎3 MART 1924 GÜNLÜ YASALARIN NEDENİ, ÖNEMİ VE ‎BUGÜNÜ

ÖNSÖZ

‎ ‎
‎ Bugün modern hayatın öncüsü olarak kabul ettiğimiz Batı Avrupa’da ‎çağdaşlaşma;
  • ‎ Dinde reform hareketi
  • ‎ Bilime yöneliş,
  • ‎ Aydınlanma dönemi
  • ‎ Sanayi devrimi
‎ sonunda ortaya çıkmıştır.
‎ Çağdaşlaşmanın yaşanmadığı ülkelerde, kadın hakları, insan hakları, ‎çocuk hakları, işçi hakları vb. haklara, çağa uyan eğitime, bilime, giyim-‎kuşama, söz hürriyeti ne, demokrasi ye, iktidardan ‎bağımsız kurumlara, toplumun ihtiyaç duyduğu kuruluşlara ve cemiyetlere rastlamak pek mümkün değildir. Bütün ‎bu sayılanlar laik toplum un imkânlarıdır. Bu nedenle laiklik ‎çağdaşlaşmanın, çağdaş bir toplum olmanın olmazsa olmazıdır. ‎ ‎

GİRİŞ

Tanzimatın_İlanı Mustafa_Reşit_Paşa Konumuza bir belge ile başlayalım: Osmanlı yönetiminin ünlü yenilikçilik akımı ‎‎“Tanzimat” dönemi sadrazamı Mustafa Reşit Paşa ‎sadrazam iken padişaha yazdığı yazıda
‎ ‎“…Paratoner denilen telin cami minarelerine konulmasına bir sakınca ‎olup olmadığı bilinmek üzere, keyfiyet Şeyhülislamlıktan sorulmuş ve ‎bu hususta fetva istenmiştir. Şeyhülislam’ın göndermiş olduğu ‎cevapta; “…Her ne kadar bu maddenin bir şer’î sakıncası yoksa da, ‎şu aralık yapılmak lazım gelse ihtimal ki bazı kendini bilmezler bunu ‎söz konusu edecekler. Bu itibarla şimdilik bunun ertelenmesi…” ‎‎
‎ İşte bu yazı Padişaha gönderilmiş ve Padişahın cevabî yazısında
‎ ‎
“…Paratonerin camilere alınması ve yıldırımdan bu ‎müesseselerin korunması şimdilik böyle dursun..”.
Paratöner Şeyh-ül-İslam Bu belge, Osmanlı tarihinin son 150 senelik döneminde dahi çağdaş ‎teknolojinin alınıp kabul edilmesinde zihinlerin kapalı olduğunu göstermektedir. ‎Nedeni bir yeniliğin mutlaka Şeyhülislamlık ’tan gerekli iznin alınmasına bağlı ‎olmasıdır. (Panel s.13)
‎ Bilindiği üzere Hıristiyanlığın aksine İslamiyet hem bir din hem de bir ‎devlet düzeni olarak doğmuş ve sosyal hayatın geniş bir bölümünü düzenlemiş ‎olması nedeniyle, İslam dünyasında devlet ve hukuk düzenini din kurallarından ‎ayırma çabası Atatürk’e kadar daima direnişle karşılaşmış, din ve devlet ‎yönetiminin birbirinden ayrılamayacağı iddia edilmiştir. Bu konu Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde o kadar çok düşünülmüş ve konuşulmuştur ki, Mustafa Fazıl Paşa, Sultan Aziz’ e yazdığı mektupta
‎ ‎
“Padişahım, eğer din ile devlet bir arada yürürse ‎hem devlet yıkılır hem de din yıkılır”
demek ‎noktasına gelmiştir. (Panel s.14)

3 MART’IN NEDENİ

‎ Osmanlı’da Tanzimat döneminde istenilen hedefe ulaşılamamıştır. Tanzimat ‎her alanda ikilik getirmiş, adalette hem şer’i mahkemeler hem sivil ‎mahkemeler, eğitimde hem resmi okullar hem medreseler dönemi açılmıştır. ‎Bu süreç göstermiştir ki iki yönlü hareket bir toplumu ilerletmeye uygun ‎değildir. Tanzimat devri böyle sürmüştür. Gerek Tanzimat gerekse ‎Meşrutiyet dönemlerinde din işleriyle devlet işlerinin ayrılması gerektiği ‎düşüncesi gelişmiş, devlet yöneticilerinde;
‎ ‎
“eğer devlet ve din işleri ayrılmazsa, bizim için ‎kurtuluş, asrileşmek, muasırlaşmak mümkün değildir”
düşüncesi yerleşmiştir. I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinde ‎de yaşanan benzer süreçler, daima dinin devlet işlerine karışması ‎sonucunu doğurmuş, böylece umulan ilerleme olmamıştır. (Panel s.13) Meşrutiyet
‎ Bu çatışmanın yegane çözümü,
‎ ‎
“din”in kişinin vicdan alanına ilişkin olduğunu, inanç ‎ve ibadet konularını kapsadığını; dünya işlerinin ise dünyevi iktidarlar ‎tarafından, din kurallarına göre değil toplumun değişen ‎ihtiyaçlarından kaynaklanan akılcı kurallara göre yürütüleceğini ‎‎
‎ kabul etmektir.
‎ Sonunda anlaşılmıştır ki, din devlet işlerine karışırsa ve eğer bu müdahaleler ‎devam ederse çağdaşlaşmaya imkân yoktur. Ancak bu düşünceleri uygulamak ‎bir türlü mümkün olamamış, Osmanlı aydınlanma döneminin ardından, doğal ‎olarak sanayi dönemini de kaçırmıştır. Ve sonunda devlet çökmüş ülke işgal ‎edilmiş ve Kurtuluş Savaşına gelinmiştir.
‎ Kurtuluş Savaşı başarıldıktan sonra Milli Mücadele insanlarının ‎düşündükleri şey artık Türkiye’nin çağdaşlaşmasıdır.
‎Hedef ise, güçlü bir ‎devlet oluşturmak ve ülkenin bir daha askerî, ekonomik, kültürel olsun her ‎çeşit işgale uğraması ihtimalini sonsuza kadar ortadan kaldırmaktır.

Sakarya_SavaşıBağımsızlık Savaşı sırasında, düşman ordularının Ankara üzerine ‎yürümeye başladığı, Eskişehir-Kütahya çatışmalarının en şiddetli ‎olduğu bir zamanda 16 Temmuz 1921 günü, Milli Eğitim İşlerinin ‎bir programını hazırlamak amacıyla Ankara’da yapılan ilk resmi “Maarif ‎Kongresi” ni açış konuşmasında Büyük Önder’in sözleri çok ‎dikkat çekicidir:
‎ ‎
“..Şimdiye kadar takip olunan eğitim ve terbiye ‎usullerinin milletimizin tarihî gerilemesinde en önemli bir sebep olduğu ‎kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından ‎bahsederken, eski devrin hurafelerinden ve doğuştan gelen ‎niteliklerimizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, ‎doğudan ve batıdan gelebilecek tüm tesirlerden tamamen uzak, milli ‎karakter ve tarihimizle uyumlu bir kültür kastediyorum. Çünkü milli ‎dehamızın tam gelişmesi ancak böyle bir kültürle temin olunabilir.” ‎‎
‎‎
‎ İşte 3 Mart 1924’te, T.B.M.M. üyelerinin ‎çoğunluğunun düşüncesi her şeyden önce çağdaşlaşmayı sağlamak için gerekli ‎olan kararları almak ve düzeltmeleri yapmaktır. Bu amaçla Meclis gündemine ‎birbirini tamamlayan üç yasa teklifi hazırlanmıştır.
‎ ‎1924 Meclis’inde çok sayıda din adamı ve İslam’ı çok iyi bilen ‎Milletvekilleri bulunmaktaydı. Bunlar İslam dinine vakıf kimseler oldukları gibi, ‎İslam dininin gelişmeye engel olmadığına inanmışlardı. Fakat içlerinde İslam ‎dininin değişmez esaslara bağlı bulunduğunu ve asla değiştirilemeyeceğini ‎kabul edenler de vardı. Yine de çoğunluğu,
‎ ‎
“İslam, sosyal değişmelere tabi olabilir ve kesinlikle ‎ilerlemeye mani olmayan bir dindir, bu nedenle gelişmelere karşı ‎gelinemez”
‎ düşüncesindeydiler.
Mustafa_Kemal Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa ise tutucu din adamları ‎ile İslam’ın ilerlemeye kesinlikle engel olmadığını benimseyen insanlar arasında ‎bir lider konumundaydı. Çünkü her konuda olduğu gibi dinler, özellikle ‎İslamiyet hakkında donanımını pek erken yaşlarından itibaren çok iyi ‎sağlamıştı. (Panel sy14) İlerideki tarihlerde; bu donanımını kendi ifadesiyle
“Çocukluğumda elime geçen iki kuruşu eğer kitaplarıma vermeseydim, ‎bugün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım”
şeklinde dile getirdiğine ‎tanık oluyoruz. (Kalıpçı s.93) ‎

3 MART’IN ÖNEMİ

‎ Osmanlı Devletinin her alanda geri kalmışlığını ve kötü yönetildiğini öğrencilik ‎dönemlerinden itibaren tespit eden Mustafa Kemal, kendisini ‎bilinçli bir şekilde “kurtarıcı” olarak hazırlamış, önüne çıkan hemen her ‎fırsatı değerlendirmiştir. Vahdettin_ve_Mustafa_Kemal15 Aralık 1917’de iade-i ‎ziyaret için Veliaht Vahdettin ile birlikte gittiği Almanya’dan hasta ‎dönen Mustafa Kemal Paşa, tedavi görmek için gittiği Avusturya’nın ‎Karlsbad şehrinde sosyal hayatı inceleme fırsatı bulmuş, şer’î zihniyetle ‎yaşayan Osmanlı toplumu ile kıyaslamış ve ileride yapacaklarını not defterine ‎şöyle yazmıştır: ‎
“Benim elime büyük salahiyet ve kudret geçerse, ‎ben hayat-ı içtimaiyemizde (sosyal hayatımızda)arzu edilen inkılabı bir anda yapacağım, ‎ ben bazıları gibi, efkar-ı ulemanın (alimlerin fikirlerinin) yavaş yavaş ‎benim düşüncelerim derecesinde tasavvur ve tefekkür etmeye ‎alıştırmak suretiyle bu işin yapılabileceğini kabul etmiyorum. Böyle ‎bir harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden bu kadar senelik ‎tahsil-i ali gördükten sonra, medeni hayatı ve toplum hayatını tetkik ‎ettikten ve hür vakitlerimi harcadıktan sonra avam mertebesine ‎ineyim? Onları kendi mertebeme çıkarırım. Ben onlar gibi değil onlar ‎benim gibi olsunlar…
(İnan s.147)<‎ Nihayet, Kurtuluş Savaşı zaferle bitmiş, işgal kuvvetleri Anadolu’yu terk ‎etmiş, Cumhuriyet ilan edilmiş ve artık elinde büyük salahiyet ve kudret ‎bulunan Gazi Mustafa Kemal için 6 sene önce defterine yazdığı ‎notları gerçekleştirme zamanı gelmiştir. ‎4-22 Şubat 1924 günleri arasında büyük bir harp oyunu ‎dolayısıyla Ordu ve kolordu komutanlarını İzmir’de topladığı ve Başbakan İsmet Paşa’yla, Genel Kurmay. Başkanı Fevzi ‎Paşa’nın da katıldığı bu toplantılarda, ‎
  • ‎ Şer’iye ve Evkaf Bakanlığının kaldırılması,
  • ‎ Genel Kurmay Başkanlığı’nın Bakanlar Kurulu dışına alınması,
  • ‎ Öğretim kurumlarının birleştirilmesi,
  • ‎ Halifeliğin kaldırılması,
  • ‎ Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkarılması
İsmet_Paşa Fevzi_Paşa ‎ ‎ kararlaştırılmıştır. 1.Mart.1924 günü Gazi, TBMM ‎açış konuşmasında; Cumhuriyetin bugün ve gelecekte her türlü saldırılardan ‎kesinlikle ve sonsuza kadar korunması için gereken önlemlere değinmiş, 2.Mart günü Halk Fırkası gurubunda bu konular karara ‎bağlandıktan sonra, 3 Mart 1924 günü görüşülen ve birbirini ‎tamamlayan üç yasa tasarısı ve gerekçeleri hazırlanmıştır.

‎ ‎3 Mart 1924 tarihi; üye sayısının % 30 kadarı din işlerinde yetişmiş milletvekillerinden oluşan ‎‎1924 meclisinde yapılan bilimsel ve tarihî açıklamaların sonucunda kabul edilen üç ‎önemli kanun, Türkiye’nin çağdaş, demokratik ve laik toplum yapısına ‎geçişi bakımından çok önemlidir.
‎ Şimdi bu yasaları özetle ele alalım.‎ ‎

429 SAYILI YASA Diyanet İşleri ve Genel Kurmay ‎Başkanlıkları

‎ ‎3 Mart 1924 günü ele alınan ilk yasa (429 Sayılı) “Şer’iyye ‎ve Evkaf Bakanlığı ile Erkan-ı Harbiye Vekaletlerinin Kaldırılmasına ‎Dair” yasa teklifidir. Gerekçesi;
Mustafa_Fevzi_Bey
“Din ve ordunun politika akımları ile ilgilenmesi ‎birçok sakıncalar doğurur. Bu gerçek, bütün uygar milletler ve ‎hükümetler tarafından bir temel ilke olarak kabul edilmiştir” ‎‎
‎ ‎ şeklinde başlayan yasanın 1. maddesi ile,
‎ ‎
“Türkiye Cumhuriyeti.’nde halkla ilgili işlemleri ‎düzenleyen hukuki işlemlere ait hükümlerin yasama ve yürütme ‎yetkisi, TBMM ve onun oluşturduğu hükümete aittir. İslam dininin ‎inanç ve ibadetlerle ilgili bütün hükümlerinin ve işlerinin yürütülmesi ‎ve dinî kurumlarının yönetimi için Cumhuriyetin başkentinde bir ‎Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.”
‎ ‎ Kararının alınmasıyla, Anadolu topraklarında ilk kez din ile devlet yönetiminin ‎ayrılması ilkesi kabul edilmiştir.
‎ Kabul edilen bu maddeyle, toplumun ve devletin yönetiminde din kurallarının ‎gözetilerek değil, çağın doğurduğu ihtiyaçlar doğrultusunda insan aklının ‎bulacağı kurallara göre yönetme esası benimsenmiştir. Yani din ve devlet ‎işleri birbirinden kesin olarak ayrılmıştır. Din, politika dışı saygın yerine ‎konmuş böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir yapıya kavuşması yolunda en ‎ciddi ve ileri adım altmıştır. (Genç s.X)‎ Burada ilginç bir ayrıntı: Üyelerinin yaklaşık % 30 unun din adamlarından ‎oluştuğu bu Meclisin, hilafetin kaldırılmasını uzun uzun tartışmasına karşılık, ‎din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ile ilgili kanunu, (Diyanet işleri ‎isminin dışında) hemen hiç tartışmaya gerek hissetmeden oybirliği ile kabul ‎etmesidir.
‎ Ancak, din ile devlet işlerinin ayrılması Türkiye’de laik toplum yaratılması ve ‎yönetilmesi için yeterli değildir. Çünkü geride, kimi dini, kimi resmi, kimi ‎emperyalist amaca hizmet eden eğitim kurumları, ama daha önemlisi her ‎zaman laik yönetime bir tehdit oluşturacak Hilafet makamı ‎bulunmaktadır.
‎ ‎

430 SAYILI YASA [Öğrenim Birliği]

‎3.Mart.1924 günü ele alınan ikinci yasa (430 Sayılı) “Tevhid-i Tedrisat” ‎‎(Öğretim Birliği) yasası teklifidir.
‎ Yasanın gerekçesine geçmeden önce Osmanlı’da genel öğretim durumunu ‎hatırlamak yerinde olur:
‎ Osmanlı devletinde bütün sosyal kurumlarda olduğu gibi öğretim işleri de ‎dinsel esaslara göre düzenlenmiştir. En eski eğitim kurumu Selçuklu ‎Devletinden devralınan “medrese”lerdir. Osmanlının kuruluş ve ‎yükseliş dönemlerinde canlılığını koruyan medreseler 16.yy’ın ortalarından ‎itibaren bozulmaya başlamış, matematik, tıp, felsefe gibi derslerden ‎vazgeçilmiştir. 20. yy’a gelindiğinde ise medreseler dinî bilimlerin bile ‎öğretilmediği kurumlar haline dönüşmüştür. (AÜ s.51)<‎ Halkın eğitim-öğretimi bir devlet işi kabul edilmeyip 4-11 yaş arası kız ve ‎erkek çocuklara dinî eğitim veren “sıbyan” okullarının çoğunluğu mahalle ‎sakinleri ve vakıf kuran kişilerce desteklenmektedir. Sıbyan okulları ve ‎medreseler öğretimin birinci türünü oluşturmaktadır. Öğretimin ikinci türü, ‎Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan, daha çağdaş olan rüştiye, idadî ve sultani ‎adı altındaki orta öğretim kurumlarıdır. Üçüncü bir tür ise; Türk ‎hoşgörüsünün bir yansıması veya devlet adamlığı stratejik öngörüsüzlüğün ‎sonucu olarak, imparatorluk içindeki Müslüman olmayan uyruklara kendi ‎dillerinde ve dinlerinde eğitim-öğretim hakkının tanındığı, yabancı devletlere ‎‎“kapitülasyon” denen ayrıcalıklar çerçevesinde okullar açma olanağının ‎sağlandığı ve denetimden uzak “Yabancı Okullar” dır.
‎ Kurtuluş Savaşı sonlarında 12 milyon dolayında tahmin edilen ‎nüfusun % 90’ı köyde yaşamakta, kişi başı ulusal gelir 67 dolar ‎tahmin edilmekte, en çok satan gazete trajı 2-3.000 civarında, mahalle ‎mektebi ve medreselerde öğrenim gören öğrenciler sabah-akşam “padişahım ‎çok yaşa” diye bağırmakta, besmele çekip kelime-i tevhid ve tekbir ‎getirmekte, Arap harflerinin okunmasını öğrenerek Kur’an okuyarak eğitimini ‎tamamladıktan sonra kimi asker ya da sivil görevlere getirilmekte, ülke erkek ‎nüfusunun %10’u, kadın nüfusunun binde 4’ü, toplam ‎nüfusun %7’si okuma (elifba) bilmekte, bu okuyabilenlerin sadece ‎‎%5’i yazabilmekte, ülke genelinde 23 okulda 1241 lise öğrencisi, 20orta-lise ayarı meslek ‎okullarında 2558 öğrenci bulunmakta, öğretim birliği yasası kabulünden ‎sonra yaptırılan sayımda kayıtlı 18.000 medrese öğrencisinden ‎‎1.800’ü medrese öğrenimini sürdürmekte, kayıtlı olduğu sürece askere ‎alınmayıp vergiden muaf tutulan sakalık, manavlık, kasaplık gibi işleri nedeniyle ‎tezgahlarının başında olanlar da ehl-i dinden sayılmaktadır. (AÜ s.20-21) ‎ Çağa göre daha ileri düzey eğitim sağlayan “azınlık ve yabancı” ‎okullar ise, azınlık milliyetçiliğini aşılamakta, yabancı devletlerin siyasi nüfuz ‎aracı olarak görev yapmaktadır. Çoğu Hıristiyan misyonerler tarafından ‎kurulu bu okullarda dini propaganda yapılmakta, ülkenin değer yargılarına ters ‎düşen değerlere sahip insan yetiştirilmektedir. (Panel s.28)Bu okulların çağa ‎uyan etkili eğitim yapmaları, mezunlarına sağladıkları pratik bilgiler ve ‎öğrettikleri birkaç yabancı dil ile ekonomik üstünlük sağlamaları, bu okullara ‎ilgiyi Türkler arasında da arttırmaktaydı.
‎ İşte 620 yılın sonunda Osmanlı Devlet-i Âlisinde öğretim ‎durumu buydu…
‎ Özetle,
‎ ‎ Cumhuriyet öncesi eğitim millî değildir, laik değildir, yeterli ve çağdaş ‎değildir. Farklı yapıdaki okullar farklı dünya görüşüne sahip insan ‎yetiştirmektedir. Apayrı çağların eğitim kurumları yan yana yaşamaya ‎devam etmektedir. Ülkenin vatandaşları arasında ne kültür birliği, ne de ‎ülkü birliği vardır..
‎ Aynı çağda Avrupa’da bilim ve teknolojinin çok ileri seviyelere çıkması sonucu, ‎Osmanlı hemen her konuda geri kalmış, hemen her savaştan zararla çıkmış, ‎gerek halkın bireyleri, gerekse devletin yöneticileri Avrupalı karşısında eziklik ‎hissine düşmüştür. Ayrı çağların eğitim kurumları yan yana yaşamakta, ‎öğretimde üç yönlülük, birbirine zıt görüşlü insan yetişmesine yol açmakta ve ‎toplumda mevcut kültürel çelişkileri daha da keskinleştirmekte ve bütünlüğü ‎ciddi biçimde zedelemektedir. (Panel s.28) Böyle bir mirasın oluşturduğu tecrübenin sağladığı uyanıklığın sonucunda, ‎3 Mart 1924 günü önerilen “Tevhid-i Tedrisat” ‎kanununun gerekçesinde:
‎ ‎
“Bir devletin genel eğitim ve kültür siyasetinde, ‎milletin duygu ve düşünce bakımından birliğini sağlamak için öğretim ‎birliği en doğru, en bilimsel, en çağdaş ve her yerde yararları ‎görülmüş bir ilkedir.. Tanzimat döneminde öğretim birliğine ‎başlanmak istenmişse de başarılamamış ve aksine ikilik meydana ‎gelmiş, zararlı sonuçlar doğurmuştur. Bir millet bireyleri ancak bir ‎eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. ‎Bu ise, duygu ve düşünce birliği ve dayanışma amaçlarını tamamen ‎yok eder. Bundan dolayı Türkiye Cumhuriyeti’nde bütün kültür ve ‎bilim kurumlarının bağlantı yeri Eğitim Bakanlığı olacaktır.”
‎ deniliyordu.
‎ Öğretim Birliği yasasının en temel amacı
    ‎ ‎
  • Çizilen sınırlarımız içinde yaşayan bütün insanlar arasında duygu ve ‎düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını sağlamak”, ‎ ‎‎
  • ‎ İşgale karşı koyarak savaşı kazanan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ‎‎Türkiye Halkını kelimenin gerçek anlamıyla “Türk Milleti” haline ‎‎getirmekti. ‎
  • ‎ Yasanın diğer amacı da, bir önceki yasayla oluşan laik yönetim altında ‎‎kadın-erkek ayırımı yapmadan yeni Türk nesillerini çağın ‎gereklerine ‎uygun olarak yetiştirmekti
‎ ‎

431 SAYILI YASA [Hilafetin Kaldırılması]

Önerilen 429 ve 430 sayılı yasaların maddeleri oylanarak itirazsız kabul görmüştür. Böylece din ‎işleri ile devlet işlerinin ayrılmasından sonra eğitimin de laik bir düşünce ‎yapısıyla öğretimde birliğin sağlanması yasalaşmış, sıra bunları tamamlayıcı ‎konuya gelmiştir: Hilafetin Kaldırılması.
‎ Teokrasiyi, din devletini temsil eden bu kurumun ortadan kaldırılması da aynı ‎tarihli 431 sayılı ‎ ‎
“Hilâfetin ilgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye ‎Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair Kanun”
‎ ‎ ile gerçekleştirilmiştir.‎ Hilafetin kaldırılması, aslında, saltanatla hilafetin birbirinden ayrılmasına ve ‎saltanatın kaldırılmasına ilişkin kararların doğal bir sonucudur. Bilindiği üzere ‎Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra, TBMM 1.Kasım.1922 tarihli kararıyla, ‎Saltanat ile Hilafeti birbirinden ayırmış ve saltanatı kaldırmıştır. Bu yasa ‎sonrası Padişah Halife Vahdettin, hayatının tehlikede olduğunu öne ‎sürüp İngiliz işgal kuvvetlerine başvurmuştur. İşgal kuvvetleri komutanı Harington 17 Kasım 1922 günü “Padişah Hazretleri ‎İngiltere’nin koruyuculuğuna sığınarak bir İngiliz savaş gemisiyle ‎İstanbul’dan ayrılmıştır.” sözleriyle yayınladığı bildiride olayı ‎duyurmuştur.
‎ ‎
‎ ‎1 Kasım 1922 günlü yasanın 1. Maddesinde
‎ ‎
“Türkiye halkı hakimiyeti şahsiyeye müstenit olan ‎İstanbul’daki şekl-i hükümeti 16 Mart 1336 (1920) den itibaren (bu ‎tarih İstanbul’da toplanan Meclis-i Mebusan’ın İngilizler tarafından basılarak dağıtıldığı gündür) ve ‎ebediyen tarihe müntakil addeylemiştir.”
‎ Denilmektedir. İkinci maddesinde ise,
‎ ‎
“Hilafet Hanedan-ı Osman’a ait olup Halifeliğe ‎TBMM tarafından bu hanedanın , ilmen ve ahlaken erşet ve eslah (en ‎doğru ve en iyi) olanı intihap olunur. Türkiye Devleti makam-ı hilafetin ‎istinatgâhıdır.”
‎ Denmektedir. Aslında bu kararla Hilafet kurumu varlığının tüm anlamını ‎yitirmişti. Çünkü, padişahlığın kaldırılışı hilafet makamını yetkisiz bırakmıştır: ‎İslam hukukuna göre halifelik ruhani bir makam değil, cismani otorite ‎makamıdır. Halifenin İslam Hukuku kurallarına bağlayıcı yorum getirme ‎yetkisi yoktur. Bu nedenle egemenlik otoritesi kaldırıldıktan sonra Halifelik ‎makamının, bir çeşit Papalık gibi yaşamaya devam edebileceği düşüncesi, hem ‎İslam hukukuna hem de Papalık hakkındaki noksan bilgilere dayanır. Bilindiği ‎üzere Papalık, Vatikan sınırları içinde egemen bir devlet olması nedeniyle ‎otoriteyi elinde bulundurduğu gibi, din kurallarına bağlayıcı yorumlar getirme ‎yetkisine sahip olduğu için ruhani otorite makamıdır. İslam hukuku ise, Kuran ‎ve Hadis hükümlerine yorum yapma yetkisini (İcma-ı Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha kaynaklarına göre) halifeye değil din bilginlerine ‎‎(ulama) vermiştir. (Panel s.21)‎<
Bu açıklamalardan sonra, halifelik makamının, saltanatın kaldırılması sırasında ‎niçin kaldırılmadığı sorusu akla gelebilir. Bu sorunun cevabını, Atatürk’ün;
‎ ‎
“Uygulamayı bir takım evrelere ayırmak ve ‎olaylardan yararlanarak ulusun duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve ‎adım adım ilerleyerek amaca ulaşmak gerekiyordu” (Nutuk I s.21)
şeklinde ifade ettiği “kurtarıcılık” görevi stratejisinde bulmak ‎mümkündür. Nitekim, Atatürk bazı önemli devrimlerin 1923 tarihli Halk ‎Fırkası programına niçin konulmamış olduğunu şöyle açıklamaktadır:
‎ ‎
“… programa yazılmamış önemli ve esaslı sorunlar da ‎vardı. Örneğin: Cumhuriyetin ilanı, halifeliğin, Şer’iye (Dinişleri) ‎Bakanlığının, medrese ve tekkelerin kaldırılması , şapka giyilmesi ‎gibi..Bu sorunları programa alarak, önceden, cahil ve gericilerin ‎bütün ulusu yanıltmaya fırsat bulmalarını uygun görmedim. Çünkü bu ‎sorunların zamanı gelince çözülebileceğine ve sonunda ulusun memnun ‎olacağına kesinlikle emindim.”
(Nutuk II s.957)‎ Halifelik konusu Milli Mücadelenin başından itibaren 3 ‎Mart 1924’e kadar daima büyük bir sorun olarak hilafetçilerin ‎gündeminde kalmıştır. Atatürk de bu soruna fazlasıyla zamanını ‎ayırmak durumunda olmuştur.
‎ Başta Atatürk olmak üzere Kurtuluş Savaşı’na atılanların bir kısmı, ‎Osmanlı devletini paramparça eden, Türk yurdunu işgale varan sonuçları ‎yaratan ve ülkeyi çağın çok gerisinde bırakan etkenlerin başında saltanat ve hilafeti görmekteydi. Atatürk, bilim ‎ve fennin ışığının yayıldığı gerçek uygarlık dünyasında Halifeliğin gülünç ‎sayılmaktan başka bir durumu olmadığını düşünüyordu.
‎ İşgal güçlerine karşı savaşa destek verenlerin bir kısmı ile, halkın büyük kısmı ‎ise padişah ve halifeyi kurtarmak düşüncesiyle hareket ediyorlardı. Bu ‎durumu Atatürk Büyük Nutuk’ta şöyle ifade etmiştir:
‎ ‎
“Ulusal savaşa birlikte başlayan yolculardan ‎kimileri, ulusal yaşamın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet ‎Yasalarına kadar uzayan gelişmelerinde, kendi düşünce ve ‎psikolojilerinin kavrama sınırı bittikçe bana direnmeye ve karşı ‎çıkmaya başlamışlardır… Ben, ulusun vicdanında sezdiğim büyük ‎gelişme yeteneğini bir ulusal sır gibi vicdanımda taşıyarak yavaş ‎yavaş bütün ‘toplumumuza uygulatmak zorundaydım.”
(Nutuk I s.23)
Aynı cephede bulunup hilafeti savunanlar, saltanatın kaldırılması (1 ‎Kasım 1922) ve Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923) ‎dönemlerinde önemli hareketlere giriştiler. 17 Kasım 1922’de ‎yurdu terk eden Halife padişah Vahdettin’in yerine, ertesi günü yeni halifenin ‎seçimi sırasında, seçilecek halifenin yetkilerinin, padişahın boşluğunu ‎doldurabilecek şekilde fikirler öne sürülmüş, hatta, HocaİsmailŞükrüEfedi Afyon milletvekili Hoca Şükrü Efendi yayınladığı kitapçıkta (Ocak-1923), ‎Halifenin dünyanın dört bir yanına yayılmış, çeşitli ırktan üç yüz milyonluk ‎İslam âlemine sözü geçecek bir devlet başkanından söz etmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra da basın kanalıyla Halife Abdülmecit ‎Efendi’nin görevden çekileceği söylentisini yaymak suretiyle
‎ ‎
“manevi hazineye (yani halifeliğe) saldırmak ‎isteyenler Türk’ü çekemeyen Müslüman Uluslar değil, biz Türkler ‎kendimiz, kendi elimizle bu hazinenin elimizden temelli çıkarılmasıyla ‎sonuçlanabilecek girişimlerde bulunuyoruz !”
‎ gibi yazılar yayınlanmıştır.
HocaİsmailŞükrüEfedi
Atatürk, bu yolda yapılan hareketlerle mücadele için gerek ‎mecliste, gerekse çıktığı yurt gezilerinde;
  • ‎ ‎ “Meclisimizin kendi kendine bütün İslam dünyasının başına geçmeye karar ‎veremeyeceğini (Nutuk II s.933)
  • ‎ Bütün Müslümanlara egemen olacak ulu devlet başkanının eline kuvvet ‎olarak on onbeş milyon Türk halkını seferber etmenin, Türk halkını yok ‎etmek anlamı taşıyacağını,
  • ‎ Birer İslam devleti olan İran ya da Afganistan’ın Türk Halifenin yetkisini ‎haklı olarak tanıyamayacağını (Nutuk II s.949),
  • ‎ Yabancıların Halifeliğe saldırıda bulunmadıklarını ama, Türk ulusunun da ‎saldırılardan kurtulamadığını,
  • ‎ Halifeye saldıranların, Türk’ü çekemeyen Müslüman uluslar değilse de, ‎‎(Halife’nin cihat ilanına rağmen) Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta, İngiliz ‎ve Fransız bayrakları altında Türklerle vuruşanların Müslüman uluslar ‎olduğunu”(Nutuk II s.1103)
‎ ‎
anlatarak halkı aydınlatmaya çalışmıştır. Halifelik makamını muhafaza etmekte dinî, siyasî yarar ve zorunluluk ‎bulunduğunu sananlar son olarak, kararların alındığı son dakikalarda Halifelik görevini Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e de ‎önermişlerdir. (Nutuk II s.1133)İzleyen günlerde, Hindistan>’daki görevinden Mısır’a uğrayarak yurda dönen ‎‎(ulemadan) Antalya milletvekili Rasih Efendi Atatürk’le konuşmak ‎istemiş ve bu konuşmada, “gezdiği ülkelerdeki Müslüman halkın Mustafa ‎Kemal Paşa’nın Halife olmasını istediklerini, bunu iletmek için Rasih ‎Efendi’yi vekil ettiklerini” bildirmiştir. Müslüman halkın teveccühüne ‎teşekkür eden Atatürk’ün verdiği yanıt, yıllardır süregelen halife ‎heyulası sorununun özet cevabıdır :
‎ ‎
“Siz din bilginlerindensiniz, Halifenin devlet başkanı ‎olduğunu bilirsiniz. Başlarında kralları, imparatorları bulunan ‎uyrukların bana ulaştırdığınız dilek ve önerileri nasıl kabul ederim? ‎Kabul etsem, o uyrukların başındaki kişiler bunu kabul eder mi? ‎Halifenin buyrukları yerine getirilir, beni halife yapmak isteyenler ‎buyruklarımı yerine getirebilecekler midir? Bu duruma göre anlamı ‎olmayan bir niteliği takınmak gülünç olmaz mı?”
‎ Atatürk,
‎ ‎
“Müslüman halkı bir halife heyulası ile uğraştırma ‎ve kandırma çabasında bulunanlar, yalnız ve ancak Müslümanların ve ‎özellikle Türkiye’nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılmak da ‎ancak ve ancak cahillik ve aymazlık belirtisi olabilir” (Nutuk s.1133)
‎ düşüncesindedir.
Yıllarca süren bu tartışmalar sonunda 3 Mart 1924 günü Meclise ‎sunulan 431 sayılı yasanın gerekçesinde;
‎ ‎
“T.C. içerisinde halifelik makamının bulunması ‎Türkiye’yi dış ve iç politikasında iki başlı olmaktan kurtaramadı. ‎Bağımsızlığında ve millî hayatında ortaklık kabul etmeyen Türkiye’nin, ‎görünüşte bile olsa, dolaylı bile olsa ikiliğe tahammülü ‎yoktur…Hanedanın, halifelik kisvesi altında Türkiye’nin varlığını da ‎etkileyecek bir tehlike olacağı, büyük sıkıntılarla edinilmiş ‎tecrübelerle kesinkes belli olmuştur… Esasen halifelik, ilk İslam ‎devletlerinde “hükümet” anlamında ve vazifesinde ortaya çıkmış ‎olduğundan; gerek dünya ile gerekse dinle ilgili olsun, kendisine ‎verilmiş olan bütün görevleri yerine getirmekle yükümlü olan bugünkü ‎hükümetler yanında ayrıca bir halifeliğin bulunuşunun sebebi ‎yoktur..”
‎ denilmektedir.
İsmet_Paşa Yasanın maddelerinin görüşülmesine geçilmesiyle, Hilafetin kaldırılmasından ‎tedirginlik duyan bazı milletvekilleri arasında “söz düellosu” başlamıştır. Din ‎işleri ile halkın işlerinin ayırımını getiren 429 sayılı yasanın ‎görüşülmesi sırasında görülmeyen tartışmalar olmuştur. Nihayet kürsüye çıkan ‎‎İzmir milletvekili Seyit Bey, Halifeliği, İslam hukuku, İslam tarihi ‎ve siyasi açıdan en ayrıntılı biçimde anlatmıştır. Seyit Bey İstanbul Üniversitesinde , (Darülfünun) uzun yıllar Fıkıh Müderrisi (İslam Hukuku Öğretim Üyesi) olarak görev ‎yapmıştı. Bu yasaların görüşüldüğü tarihte de Adalet Bakanı ‎görevinde bulunmaktaydı. Konuyu anlattıkça ve ortaya atılan soruları ‎cevapladıkça, milletvekillerinin “devam et, sabaha kadar dinleriz” teşvikleriyle ‎Seyit Bey’in konuşması iki saatten fazla sürmüş, sonunda bütün tereddütler ‎yok olmuş ve Meclisin oybirliği ile Halifelik kaldırılmıştır. Atatürk’ün Büyük ‎Nutuk’ta; “..rahmetli Seyit Beyin ve İsmet Paşa’nın bilimsel ve ‎inandırıcı söylevleri her zaman için okunmaya değer.” (Nutuk s. 1133) ‎şeklinde söz ettiği konuşma, TBMM tarihinde yer alan en önemli ‎konuşmalardan biridir.<‎ ‎Adalet Bakanı rahmetli Seyit Bey bu açıklamalarında özetle ;
  • ‎ Halifeliğin kaldırılması konusunun çok önemli olduğu, sadece İslam ‎dünyasında değil belki de yer küresinde yapılan inkılapların en büyüğü ve ‎önemlisi olduğu,
  • ‎ halifelik sorununun dini olmaktan çok millete ait hukuk ve kamu ‎işlerinden olduğu, inançla ilgili olmadığı,
  • ‎ halifeliğin hükümet demek olduğu,
  • ‎ Kuran’da İslam halifeliği hakkında hiçbir ayetin olmadığı, sözlük ‎anlamıyla haleften geldiği, imamın “öncü, kendisine uyulan” demek olduğu, ‎‎
  • ‎ bir halifenin aynı zamanda imam olduğu, ama her imamın halife olmadığı, ‎‎
  • ‎ mahalle imamlarına da cami imamlarına da, önde gelen bilginlere de imam ‎dendiği,
  • ‎ Halifeye de Müslümanların imamı dendiği,
  • ‎ halife ve imam sözlerinde kutsallık olmadığı,
  • ‎ Kur’anda ve hadislerde halifelik hakkında açık ve kesin bir şey ‎bulunmadığını,
  • ‎ itikad ilmi kitapları incelendiğinde; ehli sünnet bilginlerinin halifeliği iki ‎kısma ayırdıkları, ilkine gerçek halifelik (hilafeti hakikiye) ikincisine şekli ‎halifelik (hilafeti süveriye) dendiği,
  • ‎ ilk dört halifenin gerçek halifelik kabul edildiği, ikinci tür “şekli ‎halifeliğe” gelince güç, ezme baskı üzerine kurulu olduğu, bu bakımdan ‎adı halifeyse de hükümdarlık, sultanlık, üstünlük, zorbalıktan ibaret ‎padişahlık olduğu,
  • ‎ Dört halifenin sonuncusu olan Hz. Ali’nin ölümüyle gerçek halifeliğin sona ‎erdiği, ondan sonra “hakimiyet güçlünündür” kuralının başladığı,
  • ‎ Osmanlı halifelerinin sultanlığa olan hırs ve düşkünlüklerinden nice ‎masum şehzade kanı döktükleri, despot ve zorba idareleri İslam dinine ‎bağlayarak adına “İslam halifeliği” demenin İslamiyet’i aşağılamak ‎olduğu,
  • ‎ Gerek Emevi gerekse Abbasi halifelerinin gerçek halife kabul edilmediği, ‎sultan veya padişah oldukları, diğer İslam ülkelerindeki alimlerin de ‎gerçek halifeliğin ne olduğunu bildikleri,
  • ‎ İstanbul’da Cihad fetvası çıkarıldığı zaman İslam dünyasından bu davete ‎katılım konusunda hiçbir ses çıkmadığı,
  • ‎ Irak’ı Suriye’yi hatta güya halifelik başkenti sayılan İstanbul’u işgal eden ‎orduların Hindistan’ın Müslüman askerlerinden oluştuğu,
  • ‎ İslamiyet’te Hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhbanlık yani din adamları ‎yönetiminin olmadığı ve peygamberler dahil hiç kimseye kutsallık ‎verilmediği,
  • ‎ Cuma ve bayram namazlarının siyasal bir ibadet olduğu, bu namazları ‎kıldıracak imamın hükümet tarafından atanmasının yeterli olduğu, ‎‎
  • ‎ Milletin hiçbir kimseyi halife veya imam olarak seçmediği taktirde ‎halifeliğin yok demek olduğu,
  • ‎ Milletin kendi işini kendisinin görmek istemesine de Cumhuriyet dendiği, ‎buna da İslam hukukunda hiçbir engelin bulunmadığı, dolayısıyla halifeliği ‎kaldırmanın milletin ve vekillerinin işi olduğu

‎ bilgilerini anlatarak zihinlerdeki endişeleri silmiştir.
‎ Böylece Laik yapının benimsenmesinde İslamiyet açısında hiçbir sakınca ‎olmadığı 1924 Meclisindeki din bilginlerinin bilimsel açıklamaları ile ortaya ‎konmuştur. Bu nedenlerle 3 Mart 1924 tarihi, birbirini ‎tamamlayan üç önemli yasanın kabulü ile çağdaş, demokratik ve laik devlet ve ‎toplum düzenine adım atma açısından Cumhuriyet tarihimizin en önemli dönüm ‎noktalarından biridir.‎ Atatürk_ve_Geçler

YASALARIN UYGULAMA DÖNEMİ

‎ ‎3 Mart 1924 yasalarının yürürlüğe girmesinden itibaren, halkı ‎geçmişin hurafelerinden kurtarmaya karar veren ülke yönetimi, artık “ulemadan onay alma” devrini kapatmış, ulusu çağdaş toplum ‎durumuna getirmek için eğitimde devrim niteliğinde işlere girişmiştir.
‎ Kurtuluş Savaşından başlayarak Atatürk’ün yaptığı konuşmalar, çalışmalar, ‎M.E.B. tarafından yayınlanan genelgeler dikkate alındığında, yetiştirilecek ‎kuşaklarda bulunması gereken niteliklerin şöyle saptandığı görülür :
  • ‎Müspet bilimlerin temellerine dayanan eğitim görmüş,
  • ‎ Düşüncesi, bilgisi, kültürü ve vicdanı hür,
  • ‎ Güzel sanatları seven,
  • ‎ Ülke sorunlarının ideolojisini anlayacak, anlatacak ve kuşaktan ‎kuşağa aktarma düzeyinde yetişmiş,
  • ‎ Bilinçli Cumhuriyetçi, bilinçli demokrat, bilinçli laik,
  • ‎ Geçmişin boş inanlarından (hurafelerinden) arınmış, toplum ‎yaşamında dünya ve ahiret cezaları korkusundan doğan ahlak anlayışı ‎yerine, hür düşünceye dayalı gerçek ahlak sahibi,
  • ‎ Beyin eğitiminde olduğu gibi beden eğitiminde de yeteneğini ‎yükseltmiş,
  • ‎ ‎ erdemli ve güçlü bir gençlik. (AÜ s.39)

‎ ‎
‎ Bu amaçlarla eğitim konusunda ilk iş olarak bütün okullar Milli Eğitim ‎Bakanlığına bağlanmış, sadece dinsellik aşılayan mahalle mektepleriyle 479 ‎medrese kapatılmış, 29 adet Darülhilafe medresesi imam-hatip ‎okuluna çevrilmiştir. İlkokul programlarından kur’an dersleri, orta öğretim ‎programlarından Arapça, Farsça çıkarılmış, ulusal eğitim dogmatik yapıdan ‎arındırılmıştır.
‎ Öğretim Birliği yasasının hemen ardından 1924 Anayasasını ‎görüyoruz. Bu Anayasa, öğretimin her döneminde devletin gözetim ve ‎denetiminde, her kadın ve erkeğin ilk öğretim yapma zorunluluğunu ‎getirmiştir. Böylece kadınlarımızın geleneksel, dinsel yapıdan kaynaklanan ‎dışlanmalarına son verilerek, toplumun her aşamasına aktif olarak ‎katılabilecekleri eğitim ortamı yaratılmıştır. (AÜ s. )
‎ ‎1928’de laiklik ilkesinin anayasaya girmesi sonucu imam-hatip ‎okullarının devletten aldıkları desteği kaybetmesiyle bu okullar 1930-31 ‎yıllarında tümüyle kapanmış, Süleymaniye Medresesi yerine ‎Darülfünun’a bağlı bir İlahiyat Fakültesi kurulmuştur.
‎ Bu arada, genelde sömürge ülkelerinde yaygın olan ve Türk insanına yabancı ‎bir kültür aşılamayı amaçlayan “misyoner okulları”, M.E.B. gözetim ‎ve denetimine alınmış, kültür derslerinin Türkçe olması, ders kitaplarında ‎Türkler aleyhine yazılar bulunmaması, Türk topraklarının hiçbir ülkenin ‎parçası olarak gösterilmemesi, müdür yardımcılarından birinin Türk olması, ‎hiçbir devletin ve dinin propagandasının yapılmaması gibi zorunluluklar ‎getirilmiştir.
‎ Aslında Türkiye yabancı okulları batı ile kendi arasında bir köprü olarak ‎görüyordu. Ancak bunlara ayrıcalıklar vermiyor ve Türk eğitim kurumları için ‎konulmuş yasa ve yönetmeliklere uymalarını istiyordu. Bu kurallara uymayan ‎yabancı okullar kararlı şekilde kapatıldılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin taviz ‎vermeyen tutumunu anlayanlar bir süre sonra konulan kurallara uymak ‎suretiyle varlıklarını sürdürdüler.
‎ Böylece Cumhuriyetin ilk on yılı içinde Türkiye’de devlet tarafından ‎desteklenen dini eğitim kurumu kalmamıştır.
‎ Bu büyük eğitim seferberliğinde, halkın eğitilmesi için akla gelen her imkandan ‎yararlanma yoluna gidilmiş, orduda okuma yazma bilen çavuşlardan köylere ‎gönderilmek suretiyle yararlanılmış, öğretmen okulları açılmış, yeni Türk ‎devleti, yeni borçlara girmeden bir yandan Osmanlıdan kalan dış borçları ‎öderken, çok kısıtlı bütçe olanaklarından eğitime azami bütçeyi ayırmak ‎suretiyle eğitim halka götürülmüştür.
‎ ‎ hususunda “Müslüman” kimliğinin yerini ‎‎“Türk” kimliğini almış, Padişaha “kul”luk, yerini “vatandaşlığa” ‎bırakmış ve “ümmet”ten “Türk Milleti” yaratılmıştır. Halka ‎dayanışma ruhu aşılanmış, duygu ve düşüncede birlik sağlanmış, halka moral ‎yüklenmiş ve 1940’lara gelindiğinde tarihin en etkin eğitim projesi olan ‎‎“Köy Eğitim Enstitüleri” kurulmuş, en yoksul kişiden “aydın ‎kişi” yaratılması başarılmıştır.‎ ‎

ATA’DAN SONRA İsmet_Paşa
‎ Fakat, Atatürk’ün vefatını takiben başlayan II. Dünya Savaşının sonunda, ‎A.B.D. nin askeri güç olarak Avrupa’ya yerleşmesi, Sovyetler Birliği’ne karşı ‎siyasal, düşünsel ve kültürel cephe oluşturulmasıyla; “batı”nın dünyaya ‎hürriyet ve demokrasiyi yayma adı altında estirdiği rüzgarla, “uykuya ‎yatmış düşünceler”, yeniden hayata geçmeye başlamıştır :
‎ Çok partili siyasi hayatın da yaptığı baskılarla 1948’de ilkokullarda ‎isteğe bağlı din dersler konulmuş, orta okul mezunlarını sınavla alan imam, ‎hatip ve vaiz yetiştirmek üzere 10 ay süreli imam-hatip kursları açılmıştır. Bu ‎sayılanların 3.Mart yasalarına aykırı olduğunu iddia etmek elbette doğru ‎olmaz. Ancak, 1951 yılında bu kursların 7 ilde (İstanbul, Ankara, ‎Adana, Isparta, Kayseri, Konya, Maraş) İmam-hatip okuluna ‎dönüştürülmesinden sonra, diğer hükümetler dönemlerinde de sayılarının hızla ‎artması 3 Mart’ın delinmesi olarak kabul edilmektedir. Çünkü, 430 ‎yasanın 4. maddesinde bu okullar “..imamlık ve hatiplik gibi dini ‎hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevli memurların yetiştirilmesi” için ‎kurulma kararı alınmıştı.
‎ Denilebilir ki, II. Dünya Savaşını izleyen yıllardan günümüze kadar görev ‎yapan ülke yönetimlerinin hepsi, programlarında olsun veya olmasın bu sürece ‎katkıda bulunmuşlardır: 1961 Anayasası ile (153.madde) devrim ‎yasaları koruma altına alınmasına rağmen, 1967’den itibaren İmam ‎ve hatip olması söz konusu olmayan kız öğrenciler bu okullara alınmış, 1973’te İmam-hatip okullarına lise statüsü verilmiş, 1975’te yüksek öğrenim kurumlarına girişte bu lise mezunlarına genel ‎lise mezunları gibi işlem görmeleri sağlanmıştır.
‎ Aynı devrim yasaları 1982 Anayasası ile de (174.madde) koruma ‎altındayken ve devletin niteliklerinde, demokratik, laik sosyal bir ‎hukuk devleti kaydı bulunmaktayken, aynı anayasaya konulan bir madde ile ‎öğretimde din dersleri zorunlu hale getirilmiş, 1983 yılında imam-hatip ‎liselerinden mezun olanlara tüm yüksek okullara girme hakkı tanınmıştır. 18.Ağustos.1997 tarihinde çıkarılan 8 Yıllık Kesintisiz Eğitim ‎Yasasından iki gün sonra, Kur’an Kursları Yönetmeliğinde bir değişiklik ‎yapılarak, 5. sınıfı bitiren çocukların hafta sonu ve yaz tatillerinde Kur’an ‎kursuna gitme kararı alınmıştır. Bu karar, Danıştay’ca, “..pozitif bilimleri ‎yeterince öğrenmemiş, çağdaş eğitimi tamamlamamış küçüklere henüz ‎bilinçlenmeden teokratik eğitim verilmesinin pedagojik ve psikolojik ‎mahzurları ile Tevhid-i Tedrisat Kanunu” gerekçe gösterilerek iptal ‎edilmiştir. Bu defa 3 Mart 2000 tarihinde yayınlanan bir yasa ile ‎çocukların yaz tatillerinde 3 gün süreyle Kur’an kurslarına katılmalarının yolu açılmıştır. ‎‎27 Ağustos 2000’de ise 3 gün 5 güne çıkarılmıştır. 1997 ‎‎yılında kabul edilen 8 yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim Yasasının, imam-hatip ‎okullarını cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi meslek okullarına ‎dönüştürülme uygulaması; son olarak 4+4+4 şeklindeki yasa ile toplumda ‎yapacağı etkiler yaşanıp görülecektir. Öte yandan, Meclis’te yürüyen yeni ‎anayasa çalışmalarında, bir grubun anayasada laiklik konusuna hiç yer ‎vermeyeceği topluma yansıtılmış bulunmaktadır.
‎ Sonuçta, ülkenin vatandaşları arasında kültür birliği ve ülkü birliği ‎sağlanmasına hizmet etmekten uzak, Cumhuriyet öncesini andıran, farklı ‎dünya görüşüne sahip insan tipi yetişmesi yolu açılmıştır. Genç nesil içinde ‎‎“ben Atatürk’ü değil Humeyni’yi seviyorum” diyenler çıkmaya başlamıştır.
‎ ‎Türkiye’nin bulunduğu coğrafya ve asırların birikimi , uzun soluklu ‎mücadelenin bitmediğini göstermektedir.
‎ Bu çalışmayı başlangıçta olduğu gibi, bir tarihsel anı ile noktalayalım: 1924 ‎Martından hemen sonra bir yurt gezisine çıkan Büyük Önder’in, beraberindeki ‎Refik Koraltan’ın
‎ ‎“Anadolu’nun en ücra köşesinde bir çobanın kalbi açılsa orada ‎‎“Mustafa Kemal” yazıldığının görüleceğini”
söylemesi üzerine verdiği cevap çok manidardır:
‎ ‎
“Ya beyefendi, Orada Mustafa Kemal yazdığını ben ‎de biliyorum. Ama benim kadar sizin de bilmenizi istediğim bir şey ‎daha var ki o da şudur : Orada o çobanın bulunduğu yerin on dakika ‎ilerisindeki bir köy imamı gelip o ismi oradan on dakikada siler; ‎isterse istediği başka bir ismi yazar..” (AÜ s.37)

Engin Bellisan
‎ ‎3.Mart.2013

‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎ ‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎

Kaynaklar
ve
Metinde yapılan atıflarda kullanılan kısaltmalar

Eser sahibi
Eser Adı
Atıflardaki kısaltmalar
Panel Dr. Azmi Süslü [Bşk.], Dr. Reşat Genç, Dr. Reşat Kaynar,Dr. Ergun Özbudun, Dr. Abdurrahman Çaycı, İsmet Solak İsmet ‎Solak)‎ ‎Atatürk Araştırma Merkezi Türkiye Cumhuriyeti’nin Laikleşmesinde 3 Mart Mart Tarihli Kanunların ‎Önemi ‎, Atatürkçülük Dizisi: 11. Ankara-1995 Panel
İlknur Güntürkün Kalıpçı Atatürk İle Bir Gezinti, Epsilon Yayıncılık Kasım 2007 ‎‎Kalıpçı
Ali Mithat İnan Atatürk’ün Not Defterleri Gündoğan Yayınları 2.Baskı Ocak 1998 ‎‎İnan
Prof.Dr. Reşat Genç Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar. Atatürk Araştırma Merkezi Ankara ‎‎1998 ‎ ‎
A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi 77. Yılında Öğretim Birliğinin Neresindeyiz? N.187 Ankara ‎‎2001 A.Ü.
Ayten Sezer Atatürk Döneminde Yabancı Okullar (1923-1938), Türk Tarih Kurumu ‎Yayınları 83. Ankara 1998 Sezer
M.K. Atatürk Nutuk-Söylev I.Cilt., Türk Tarih Kurumu Yayınları 3.Baskı Ank.1989 ‎ ‎Nutuk I
M.K. Atatürk Nutuk-Söylev II.Cilt., Türk Tarih Kurumu Yayınları 3.Baskı Ank.1989 ‎ ‎Nutuk II
Işıklı Yol BaşSayfa
3Sutun Başsayfa