BAŞ SAYFA  DÜŞÜNCE ODASI  MAVİPENCERE   GÖZLEMEVİ   ARKABAHÇE   IŞIKLIYOL
                            Alıntılık  Belgelik   Yarenlik   Okumalık ‎   Bakmalık   Gezinmelik

AYDINLIĞI SAVUNMAK
Ender Arkun

21. yüzyıla girdik.
Hurafelerden arınmış gerçeklerin ve bilimin hakim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Gelişmiş toplumların gelişmiş dünyasında, bizlerin içinde yaşadığımız çevrede aydınlığı savunmaya gerek var mı?
Bizler; bizim gibilerin, düşünen ve okuyan aile çevrelerinden gelmiş, iyi eğitim görmüş, üstelik aydın insanların önünde aydınlığı savunma durumunda kalabileceğimizi düşünür müyüz?
Neden bunları yazıyorum?
Bunları yazıyorum çünkü “köktendincilik” denen aydınlığı öldürücü hastalık ne yazık ki yalnız eğitimsiz insanların dünyasında yaşamıyor. Bizim içinde yaşadığımız dünyada, tartışılmaz diye düşündüğümüz ilkelerimizi yok ederek,
tehdit yoluyla sinsi bir kanser gibi içimize işlemeye çalışıyor.
Nasıl mı?
Görevi beyinleri aydınlatmak olan eğitim dünyasından iki örnek vererek karanlığın ne kadar güçlü ve aydınlığın ne kadar savunmaya muhtaç olduğunu anlatmaya çalışacağım. Örneklerim de Türkiye’den olmayacak, Türkiye’de olanları hepimiz biliyoruz.
İlk örnek Amerika Birleşik Devletlerinden.
1999 yılı ortasında (sanırım Temmuz ayı içinde) Kansas Eyaleti Eğitim Konseyi, dörde karşı altı oyla, türlerin evrimi ve büyük patlama kuramlarının eyaletin bilim eğitimi programlarından çıkarılmasına karar verdi. Gerekçesi ise gayet basit! Deniyor ki,
evrimin genel olarak gerçekleşmesini (ve tabii ki büyük patlamayı) kimse doğrudan gözleme olanağı bulamamış olduğundan böyle bir öğretiye tartışılmaz gerçek gözü ile bakamayız. Bu açıdan, gerçekliği gözlemle kanıtlanmamış kuramların gerçekmiş gibi öğretilmesi yanlış olur!!..

Bu gerekçe saçma olduğu kadar bilimin doğasına da aykırı bir cehalet örneğidir”. Bu sözler benim değil, olaya tepkisini Time dergisinin 23 Ağustos sayısında dile getiren Harvard Üniversitesi Jeoloji Profesörü Stephen Jay Gould ’a ait. Gould diyor ki: “Özellikle evrim gibi, insanın yaşam süresine kıyasla yavaş hareket eden bir sürecin doğrudan gözlemlenemeyeceği açıktır. Kaldı ki, evrim kuramını destekleyen kanıtlar, dünyanın döndüğünü destekleyenler kadar güçlüdür”.
Bilim adamları ne derlerse desinler Kansas Eyaleti Eğitim Konseyinin kararı uygulamaya girmiş bulunuyor.
Öğrenme hakkının kısıtlandığı gerekçesiyle kararın iptali için açılabilecek davalara karşı korunmak amacıyla kurnazca bir yöntem bulunmuş. Kararda türlerin evrimi ve büyük patlama kuramlarının öğretimi kısıtlanmıyor, yalnız sınavlarda bunlarla ilgili soruların yer alması yasaklanıyor. Tabii, bu durum, söz konusu bilgilerin fiilen müfredat dışı kalması sonucunu doğuracak.
Bakalım zaman içinde kim kazanacak. Kararın iptali için yasal yollara başvurmuş olan aydınlığı savunan bilim çevreleri mi yoksa köktendincilerin maşası olan çıkarcı politikacılar mı? Başka bir deyişle karar iptal mi edilecek yoksa Kansas modelini izleyen başka eyaletler de çıkacak mı?
A.B.D’de özellikle yaratılış mı, evrim mi tartışması ve bunun yasalara yansıması konusu yeni değil. 1920’li yılların başlarında, A.B.D.’nin bazı güney eyaletlerinde türlerin evrimi kuramının öğretimi, bir yasayla resmen yasaklandı. Bu yasaklamaya rağmen bu bilgileri öğrencilerine vermekte ısrar eden Scopes adında Tennessee’li bir lise öğretmeni 1925 yılında yargılanarak mahkum edildi ve bu olay hem A.B.D.’de ve hem de diğer dünya ülkelerinde tartışmalara konu oldu.
Bu çağ dışı yasa ne zaman yürürlükten kaldırılabildi biliyor musunuz? 1968 yılında, Anayasa Mahkemesinin, özgür ifadeyi kısıtladığı gerekçesiyle iptali sonucunda! Başka bir deyişle 45 yıl kadar bir süreyle yürürlükte kaldı!
Buna rağmen köktendinciler pes etmediler ve 1970’li yılların sonunda yeni bir yasa çıkararak, Arkansas ve Louisiana eyaletlerinde, türlerin evrimi kuramının öğretiminde harcanana eşit miktarda ders süresinin, adı bile çelişkili, “Yaratılış Bilimi” adını verdikleri bir ders konusuna ayrılmasını sağladılar. Bu yasanın Yüksek Mahkemece iptali ise ancak 1987 yılında gerçekleşebildi.
A.B.D gibi bir ülkede bile aydınlığı savunanların işlerinin ne kadar zor olduğu yukarıdaki örneklerden görülüyor sanırım.
İkinci örneğimi bir İslam ülkesinden vermek istiyorum. Mısır’dan ve üniversite çevresinden.
Sözünü edeceğim olay 1980’li yılların başlarından itibaren gelişen ve 1992’den başlayarak aydınlık ile karanlığın çarpıcı bir mücadelesine dönüşen, ibret verici Ebu Zeyd olayı.
Ebu Zeyd, 1972 yılında Kahire Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı dalından mezun olan başarılı ve çalışkan bir araştırmacıydı. Akademik kariyer açısından gelecek vaat ediyordu. Hocaları, ona yüksek lisans ve doktora aşamalarında “İslami Araştırmalar” konusuna yönelmesini önerdiler. Ebu Zeyd ise, bağnaz dinci kesimin oldukça güçlü olduğu ve giderek de güçlendiği Mısır’da böyle tehlikeli bir konuya yönelmenin başına iş açacağı düşüncesiyle öneriyi önce geri çevirdi. Geçmişte bu konulara girmiş aynı üniversiteden üç bilim adamının başına gelenleri biliyordu.
Ancak hocalarının, çok az öğretim üyesi bulunan bu bölümde ilerleme şansının yüksek olduğunu söylemesi ve yakın zamanda kürsü başkanlığına ulaşabileceğini belirtmeleri fikrini değiştirmesine neden oldu. Öneriyi kabul etti ve çalışmalarına başladı. Kendisine uzmanlık alanı olarak “Tarihi Perspektif İçinde Kuran Metninin Tefsirinde Kullanılan Yöntemler” konusunu seçti. Bu seçiminin ne kadar büyük bir hata olduğunu ileride yaşayarak görecekti.
Yüksek Lisans tezini “Mütezile Öğretisinde Metafor Kavramının Kuran’a Uygulanışı” konusunda verdi ve bu çalışması sonucunda 1982 yılında basılan “Kuran’ın Rasyonel Tefsiri” konulu bir yayını ortaya çıktı. Bu yayında Kuran’ın entelektüel ve siyasi tartışmalara ne derecede açık olduğunu belirtti.

Araştırmaları sonucunda Kuran’daki ayetlerin, anlamlarının yorumu açısından, iki ana tür altında toplanabileceğini saptadı. Türlerden biri anlamları açık ve net olan, farklı şekilde yorumlanmaları olanaksız olan ayetler. Diğerleri ise, anlamları açık olmayan ve bu nedenle de değişik şekillerde yorumlanmaları olanaklı olan ayetlerdi. Bu ikinci türden ayetlerin yorumlanmalarında birinci türden ayetlerden yararlanılması gerekiyordu. Ancak dini kendi çıkarlarına alet etmek isteyenlerin en çok bu ikinci türden ayetlerin kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde oluşturulan yorumlarından yararlandıklarını gördü.
Ebu Zeyd, Kuran’ın tefsiri üzerindeki araştırmalarını sürdürerek doktora aşamasına kadar geldi ve doktora tezini “Endülüslü İbn-i Arabi Örneği Çerçevesinde Sufilerin İslam’a Yaklaşımı” konusundaki araştırmasıyla tamamladı. Bu çalışması da ilk baskısı 1983 yılında yapılan “Tefsir Felsefesi” başlıklı bir kitap doğurdu. Bu yayınında da dinin özellikle politik açılardan nasıl saptırıldığına dikkati çekerek, kalıcı ve bağımsız tefsiri savundu.
Bu düşüncelerini 1990 yılında ilk baskısı yapılan “Metin Kavramı: Kuran Bilimi Üzerine bir İnceleme” adlı kitabında topladı ve dini metinlerin tefsirinin ne denli tehlikeli bir silah olarak kullanılabileceğini ve dinin nasıl, insanlığa doğru yolu göstermek, onları kötülüklerden arındırmak olan esas amacından saptırılabileceğini örneklerle gösterdi.
Ebu Zeyd artık iyice tehlikeli bölgeye girmiş bulunmaktaydı.
Son olarak araştırmalarının kendisini getirdiği noktayı, çağdaş felsefi yöntemlerle islami düşünceyi değerlendiren “İslami Anlayışa Eleştirel Bakış” adlı kitabında topladı. Bu kitap 1992 yılında Kahire’de ilk baskısını yaptı. Bu kitabın yayınından sonra Ebu Zeyd’in başı iyice derde girmeye başladı.
Bu kitabın önsözünde islami bankalar başta olmak üzere islami esaslı olduğunu iddia eden iş çevrelerini ağır bir biçimde eleştirdi, bu çevrelerin dini nasıl kendi ekonomik çıkarlarına hizmet eden bir sömürü aracı olarak kullandıklarını örnekleriyle belirtti. Bunların nasıl yüz binlerce iyi niyetli Müslüman’ın küçük tasarruflarını çıkarları doğrultusunda kullandıkları ve bu amaçla onları nasıl kandırdıklarını açıkladı.
Bu sırada Ebu Zeyd’in profesörlüğü de gelmiş bulunmaktaydı. 1992 yılında profesörlük için Kahire Üniversitesi, Arap Dilleri Bölümüne baş vurdu. 4 kitabını ve 11 yayınını incelenmek için Bölüme sundu. Kahire Üniversitesinde uygulanan yönteme göre profesörlüğe yeterliliğinin bir “Danışma Komitesi”nce değerlendirilip sonucun Rektörlüğe bildirilmesi gerekmekteydi. Danışma Komitesinin incelemesi normalde üç ay içinde sonuçlanması gerekirken, Ebu Zeyd ile ilgili inceleme 7 ay sürdü.
7 ayın sonunda Ebu Zeyd’in başvurusu Danışma Komitesinde 6’ya karşı 7 oyla reddedildi.

Kahire Üniversitesi Arap Dilleri Bölümü Öğretim Görevlileri büyük bir dayanışma örneği göstererek Ebu Zeyd’in yanında yer aldılar ve Danışma Komitesinin kararını şiddetle protesto ettiler. Bir yayının ön sözünde yer alan görüşlere dayanılarak yayının içeriği hakkında karar verilemeyeceğini, verilen kararın Ebu Zeyd’in akademik performansına değil, dinsel görüşlerine dayandırılmakta olduğunu ve bu açıdan da taraflı olduğunu savundular.

Bu tartışma ortamında sonuç karar için konu, Kahire Üniversitesi Rektörüne iletildi. Ne yazık ki, Ebu Zeyd’in eleştirmek cesaretini gösterdiği dine dayalı ekonomik sömürü halkasına destek verenlerin arasında Mısır’ın en önemli ilahiyat kurumu olan El Azhar Üniversitesi Rektörü de vardı. Kahire Üniversitesi Rektörü önemli konumdaki kişileri ve özellikle dinci iş çevresini karşısına almaktan çekindiğinden, Ebu Zeyd’i yanına çağırıp “bir dahaki sefere İnşallah” diye sıradan bir ifadeyle gönlünü alarak profesörlüğünü onaylamadı. Olaya basit bir terfi konusu olarak bakmayı yeğlemişti.
Ancak, desteksiz kalan Ebu Zeyd açısından bu karar yok oluşun başlangıcıydı. Onun için kıyamet bu noktadan itibaren kopmaya başladı.
Rektörün bu davranışıyla, Ebu Zeyd’in arkasından Kahire Üniversitesinin de desteği çekilmiş olduğundan, sırada savunmasız kalan Ebu Zeyd’i iyice sindirerek yok etmek, böylece onu izleyebilecek başkalarına göz dağı vererek bu olayın bir daha tekrarlanmasını önlemek vardı.
Ebu Zeyd’in profesörlüğünü değerlendiren Danışma Komitesi üyeleri arasında bulunan Dr. Abdül el-Sabır Şahin adında bir kişi “İslami Anlayışa Eleştirel bir Bakış” isimli kitabının ön sözünde Ebu Zeyd’in sözlerini esirgemeden eleştirdiği İslami yatırım şirketlerinden birinin danışmanı olarak Ebu Zeyd’e ayrıca kişisel bir kin de besliyordu. Bundan sonraki davranışları o kinin açığa çıkışı olarak değerlendirilebilir. Ancak, açıkça belirttiği görüşlerinin başkalarınca da benimsenmesini engellemek isteyen islami yatırım çevrelerinin Şahin’i, Ebu Zeyd’i cezalandırmak amacıyla kullanmış olmaları olasılığı daha akla yakın gelmektedir.
Ebu Zeyd’in profesörlüğe yükseltilmesinin rektörlükçe reddinden iki hafta sonra, 2 Nisan 1993 günü, bir Cuma namazı sonrası Şahin, Kahire’nin en büyük Camiinin minberine çıkarak cemaate, Ebu Zeyd’in mürted (dinden dönen) olduğunu ilan etti. Bu tarihten bir hafta sonra Kahire’nin bütün camileri bu vaazı tekrarladı.
Ebu Zeyd’in dinden çıktığını bütün ülkeye yayan dinci takım, ithamlarını mahkeme yoluyla da pekiştirmenin yolunu aradı.
Şahin’in yandaşlarından Kahireli bir imam, boşanma davalarına bakan sulh hukuk mahkemesine başvurarak, Ebu Zeyd’in, kendisi de akademisyen olan eşi Dr. Ebdehal Yunes ile olan evliliğinin geçersiz sayılması için dava açtı. Bir Müslüman’ın Müslüman olmayan biri ile evlenmesini yasaklayan şeriat maddesinden yola çıkan bu talepleri mahkeme tarafından kabul edildiği taktirde, dinci kesim bir taşla iki kuş vurmuş olacak, böylece Ebu Zeyd’in dinden saptığı, dolaylı olarak mahkeme tarafından da tescil edilmiş olacaktı.
27 Ocak 1994’te Kahire 1. Sulh Hukuk Mahkemesi Hakimi delilleri yetersiz bularak davanın düştüğünü belirtti. Ancak davalılar büyük bir inatla davayı temyize götürdüler ve temyiz süreci sonunda mahkeme, 1995 yılı Temmuz ayında, Ebu Zeyd’in evliliğinin geçersiz olduğu kararını vermek zorunda kaldı.
Ebu Zeyd ve eşi Dr. Ebdehal Yunes karara karşı direnmek istediler ancak dinci kesimin galeyana getirildiği ülkelerinde can güvenliğinin kalmadığını ve daha fazla yaşayamayacaklarını anladıklarından yurt dışına kaçmak zorunda kaldılar.
Ebu Zeyd ve eşi, halen ülkelerinden ve sevdiklerinden uzak olarak Hollanda’da yaşıyorlar, Amsterdam Üniversitesinde ders veriyorlar.
Aydınlığı savunan güçler, özellikle aydınlar, bazı basın organları ve hukukçular, A.B.D.’de olduğu gibi Mısır’da da pes etmediler. Ebu Zeyd’e karşı yapılan işlemi hukukça geçersiz kılma, Ebu Zeyd ve onun gibilerin Mısır’da özgürce yaşayıp görüşlerini söyleyebilmeleri için gerekli yasal ortamı oluşturmaya çalıştılar ve halen de çalışıyorlar.

1996 yılı başında Mısır Parlamentosu Ceza Kanununun bazı maddelerinde değişiklik yaptı. Bu değişiklikten Ebu Zeyd’in yaralandırılması için savunma avukatları ve aydın çevreler önemli çaba sarf ettiler ancak Temyiz Mahkemesi önceki kararından caymadığı gibi kararını tekrarladı. Böylece Ebu Zeyd’in dinden dönmüş olduğu ve bu nedenle eşiyle evliliğinin devam edemeyeceği bir kez daha ve kesinlikle belirlenmiş oldu. Bu karardan sonra da aydınlığı savunanların mücadelesi sürdürülmekte olmakla birlikte, Ebu Zeyd’in bir daha Mısır’a dönüşü artık iyice zorlaşmış bulunuyor.
Atatürk’ün daha 1920’li yıllarda milletimize vermiş olduğu laiklik armağanının ne kadar değerli olduğunu sanırım bu olay kanıtlıyor. Ancak bu değerli armağanı korumak ve onu yaşatmanın kendi başına olmayacağını ve bunun için sürekli uyanıklığın ve gayretin gerekli olduğunu da bize hatırlatıyor.
Hiç bir gerekçeyle köktendincilik karanlığının güç kazanmasına olanak vermemeliyiz. Köktendincilik; demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi her türlü insani kavramın ardına saklanarak gelebilir. Biliniz ki bu ulvi kavramlara bağlılığı ve insani yüzü gerçek değildir. Bunları, kaleyi içeriden fethetmek için bir Truva Atı gibi kullanır. Bir defa, idari ve sosyal yapıyı ele geçirdi mi demokrasi, hukuk hatta askeri güç bile onunla baş edemeyebilir. Çünkü o Allah’ın kelamını temsil etme iddiasındadır ve bu iddiaya inanan safdiller A.B.D’de olduğu gibi her ülkede (ve özellikle İslam ülkelerinde) çok sayıda mevcuttur.
Değerli okurlar, canımızı, ailemizi, milletimizi ve özetle öz benliğimizi, varlığımızı korumak, aydınlığı savunmaktan geçmektedir. Aydınlığı savunanların sesi ülkemizde bugün belki yüksek çıkmakta. Bu ses yüksek çıkıyor diye buna kendi sesimizi de katmaktan çekinmeyelim. Çünkü unutmayalım ki köktendinciliğin sesi de bugün geçmişte olduğundan çok daha yüksek çıkıyor.
Bizim sesimiz aydınlığı savunmaya yetmezse eğer bir gün, işte o gün eğitim kurumlarımıza girilecek, oralarda çağdaş bilimi öğretmemiz engellenecek, aile hayatımıza kadar işlenerek her türlü direnmemize karşın hayat arkadaşımızdan bizi zorla ayırabilecekler ve bizi çağ dışı bir yaşamın karanlığına sürükleyebileceklerdir. Yukarıdaki yaşanmış olaylar bunların canlı örneklerini vermektedir.
Aydınlığı savunmak birinci görevimiz olmalı ve bunu hiç unutmamalıyız.

Kaynaklar:

  • Gould, Stephen Jay, “Dorothy, It’s Really Oz”. TIME Magazine, August 23, 1999 p.43
  • Oksay, Reyhan, çeviri “Ebu Zeyd Davası” Cumhuriyet Gazetesi Eki , Sayı 547, 15 Eylül 1996, ss. 1-6