ÖZGÜR DÜŞÜNCE VE İNANÇ
Özgür düşünce diye bir kavramdan söz etmek, çağımızda anlamlı mıdır?
Beyinlerimize yönelik, topluma yönelik medyanın saldırısı karşısında düşüncelerimiz bu saldırının etkilerinden tamamen bağımsız, özgür kalabilir mi?
Büyük çıkar grupları, ister ticari, isterse de toplumsal ya da siyasal olsun, bizleri kendileri gibi düşünmeye yöneltebilmek için büyük bir güçle düşüncelerimizi yönlendirme çabası içindedirler. Kullandıkları görsel/işitsel, basılı
Medya Gücü:. çok etkilidir ve bu gücün sonuç aldığı da kuşkusuzdur. TV, radyolar, gazeteler, büyük sokak ilanları, basılı bilgi kaynakları düşüncelerimizi ve eğilimlerimizi baskı altında tutmaktadır.
Bütün bu dış etkiler karşısında verdiğimiz kararların, yönlendiğimiz yönlerin bizim özgür düşüncemizin ürünü olduğuna inanmak olası mıdır? Olası değilse bile, düşünen bir insanın kendisini çeşitli yönlere çekmek isteyen bilgi bombardımanı karşısında, karşı savları birlikte değerlendirerek kendisine özgü bir yön çizme olanağı vardır. Günümüzde en basit tanımıyla, özgür düşünceden anlamamız gereken de sanırım budur.
Önümüze konulan savlar grubunu değerlendirerek bunların çizdiği, zaman zaman birbiriyle az ya da çok çelişen yaklaşımlar çerçevesinde, bunları birlikte değerlendirerek, kendi kendimize bir sonuca varabilmek. Bizi kendi doğrultusuna çekmek isteyen görüşlerden herhangi birine körü körüne teslim olmamak, günümüzde özgür düşüncenin tanımını oluşturmaktadır
Önümüze konulan seçeneklerden hiçbirine itibar etmeden, bunların dışında kalan bir değerlendirmeyle tamamen bunlardan bağımsız bir düşünsel/eylemsel yön, eğilim belirleyebilmek bu koşullar altında acaba kolay mıdır, hatta olası mıdır?
Kolay olmadığı kesindir. Ancak, kanımca, gerçek anlamda özgür düşüncenin tanımı da budur. İçinde bulunulan koşullardan, bize dayatılmak istenen çeşitli düşünce akımlarından bağımsız olarak düşünebilmek, kararlar oluşturabilmek ve bunların dışında yönelimler belirlemek; gerçek anlamda özgür düşünebilmektir.
Bunu yapabilenlerimizin sayısı ne yazık ki çok değildir. Hümanist aydınlar olarak bize öğütlenebilecek özgür düşünebilme niteliği işte bu tür bir düşünsel güç niteliğidir. Kritik zamanlarda, seçeneklerin tükendiği sanılan koşullar altında, yeni olanaklar görebilen ve bunların doğrultusunda giderek olumlu sonuçlara ulaşmayı başarabilen düşünce gücüne sahip kişiler,
Atatürk gibi, tarihe isimlerini yazdırmışlardır.
Özgür düşünce, yukarıdaki tanıma bakarak, bağımsız irade gücüdür de diyebilir miyiz? Sanırım diyebiliriz!
Gücünü, iradesini, davranışlarının doğrultusunu kimsenin etkisi altında kalmadan yönlendirebilen kişilere de, özgür düşünebilen kişilerdir diyebiliriz sanırım. Bu tanım yanlış olmaz.
Bu tanım ve yaklaşım çerçevesinde, gerçek anlamda özgür düşünebilme yeteneği, gerçek anlamda erdemli, hümanist aydın olmak gibi, ulaşılmak istenen ancak tam anlamıyla pek çoğumuzca ulaşılamayan bir ülküyü tanımlamaktadır. Bu ülküye bazılarımız yaklaşmakta ancak çoğumuz bu yeteneği tam olarak elde edememektedir.
Gelelim inanca.
İnanç, acaba özgür düşüncenin karşıtı mıdır? Bütün yaşam ve davranışların inançla şekillendirenler için, inancın özgür düşüncenin karşıtı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki, o zaman,
BİR İNSANDA İNANÇLA ÖZGÜR DÜŞÜNCE BİR ARADA BULUNABİLİR Mİ? İnancın boyutunu iyi tanımladığımız takdirde, bu soruya benim vereceğim yanıt “evet”tir. Evet, inançla özgür düşünce bir arada bulunabilir! Hatta daha da ileri giderek, özgür düşünce insanı inanca da ulaştırır diyebiliriz.
Bu çerçevede inancı ve özellikle özgür düşünce ile birlikte bulunabileceğine inandığımız inancı tanımlamak yerinde olacaktır.
İnanç, bazı değişmez ilkelere bağlılık olarak tanımlanabilir. Bunun en belirgin örneği
Dinsel İnançtır. Kutsal kitaplarda yazanları, peygamberlerin belirlediği düşünce ve davranış biçimlerini değişmez doğrular olarak kabul eden inanç türü dinsel inançtır. Gelişen dünya koşulları, ya da olaylar bunlarla çeliştiği taktirde zaman içinde gelişen koşulları yadsıyarak, kutsal metinlere şaşmaz bağlılık bu türden bir inancın
aşırı biçimidir. Bu türden bir inanç biçiminin özgür düşünce ile bağdaşmasından söz edilemez.
Diğer taraftan, dinsel olmayan ancak onun kadar etkileyici bir başka inanç türü de
Bir Politik/Sosyal Görüşe Olan Vazgeçilmez Bağlılıktır. Bu türden inanca sahip olan insanlar da, dinsel inançlı insanlar kadar bağnazca bazı ilkelere değişmez bağlılık gösterip, değişik düşüncelere karşı dirençlidirler. Bu türden insanların düşünce yapısı sloganlarla biçimlenmiştir. Klişelerle düşünürler. Düşünceleri, iyi tanımlanmış çerçevelerin, keskin sınırların dışına taşamaz. Bu türden düşünceye sahip insanların düşünsel yaklaşımlarının da özgür düşünce ile bağdaşması olası değildir.
Bertrand Russell’ın
“Mistisizm ve Mantık” (1) - konulu yazısında ileri sürülen sava göre:
“Metafizik ya da insanların dünyayı (ve evreni) bir bütün olarak düşünce gücüyle algılama çabası, daha en başlangıçtan iki birbirinden çok farklı insansal içgüdünün işbirliği ya da çatışmasıyla şekillenmiştir. Bunlardan biri insanlığı mistisizme diğeri ise bilime yönlendirmiştir. Birçok düşünce insanı, bu eğilimlerden birine ya da diğerine yönelerek savlarını oluşturmuşlardır. Ancak, filozof olarak ortaya çıkan en büyük beyinler hem bilime hem de mistisizme gereksinme duymuşlardır. Düşüncelerini bu iki yaklaşımın uyumu içinde biçimlendirmeleri, bütün beyin zorlayıcı muğlâklığına karşın, felsefenin hem bilimden hem de dinden daha büyük bir düşünsel varlık olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur."
Diğer taraftan,
Bertrand Russell, “
Mantık ve Sezgi”,,,
(2) - konulu makalesinde ise şu görüşlere yer vermektedir:
“Mistiğin dünyasının gerçekliği ya da gerçek dışılığıyla ilgili bir şey bilemiyorum. Mistik düşüncenin gerçekliğini yadsıyamıyorum ya da mistisizmi ortaya çıkaran sezgi, tutarlı bir sezgi mi yoksa değil mi bunu da söyleyebilecek durumda değilim. Ancak her şeye karşın belirtmek istediğim şu ki (bu noktada bilimsel yaklaşım zorunluluk kazanıyor): pek çok önemli gerçekler onun aracılığıyla ilk defa ortaya atılmış olmasına karşın,
deneysel yöntemlerle kanıtlanmamış ya da desteklenmemiş sezgi, gerçeğin garantisi olma yolunda eksik kalır. Genelde, sezgi ile mantığın çeliştiğinden söz edilir. 18. Yüzyılda, bu çelişki mantığı sezgi karşısında öne çıkaracak biçimde gelişmişti.
Ancak, daha sonra,
Rousseau ve romantik akımların etkisi altında sezgiye öncelik verildi. Bu önceliği oluşturmada ilk önce yapay yönetim biçimlerine ve düşünce akımlarına baş kaldıranlar yer aldılar, sonrasında ise geleneksel dinlerin salt rasyonalist savunması gittikçe güçleştikçe, bilimde inançlara karşı bir tehlike sezenler dünyaya ve yaşama bakışta ruhani bir yaklaşımı öne çıkardılar….
Sezgi, önsezi ya da içe doğuş, daha sonra mantığın kabul ya da reddedeceği bir inanışın ilk aşamasını oluşturur.>
Ancak bir inanışın geçerliliğinin belirlenmesi, kendileri de daha az sezgisel olmayan başka inanışlarla uyumu gözetilerek belirlenir. Mantık ise kendi başına, yaratıcı bir güç değildir; uyum sağlayıcı, denetleyici bir güçtür.”
Bertrand Russell mantık, bilimsel düşünce ve mistisizm ile ilgili bunları söylüyor. İçinde yaşadığımız
Darwin yılı (2009 yılı) nedeniyle, özellikle evrim/yaratılış/akıllı tasarım tartışmasının yeniden güncellik kazanmasıyla, evrenin ve insanlığın kökenleri bağlamında inanç (din) ile bilim karşıtlığı yeniden gündeme gelmiştir. Darwin’in kendisi inancın kökeni konusunda “The Descent of Man” başlıklı kitabında şunları yazmaktadır:
“İnsanda, hayal gücü, merak ve bilme arzusu gibi önemli yetiler, bir ölçüde mantık yürütme yeteneğiyle bir arada, kısmen de olsa, belirmeye başlar başlamaz insan çevresindeki olayları yorumlamakla birlikte, kendi varlığının nedeni konusunda sınırlı da olsa düşünmeye başlamıştır.”
Bu düşünce süreci ister istemez inançla ilgili ilk kırıntıların belirmesinin kaynağı olmuştur.
Şanlıurfa yakınlarında,
Göbeklitepe’deki 11000 yıllık dikilitaş kalıntılar, o dönemde avcılık ve göçebelikten henüz kurtulmamış insanlığın belki de ilk mabedinin kalıntılarıdır. Türkiye’nin güneyindeki Çatalhöyük’teki buluntular ise o dönemin insanlarının din ile günlük yaşam arasında bir fark gözetmediklerini, dinin yaşamın bütününde başat olduğunu göstermiştir.
(3) -
Zamanla, bilimin, bilinmezler dünyasının bir bölümünü bilinir duruma getirmesiyle, din/inanç insan yaşamındaki önemli yerini yitirmeye başlamış, özellikle
Avrupa Aydınlanmasıyla birlikte, 17. ve 18. yüzyıllarda tamamen toplumsal yaşamdan silinme eğilimiyle karşı karşıya kalmıştır.
Newton’un deterministik evren görüşü, fizik kurallarıyla uyumlu olarak hareket eden gezegenler, Tanrının varlığını ve gücünü algılanabilir evrenin dışına itmiştir.
Öyle ki, Isaac Newton’un izleyicisi ünlü gökbilimci,
Laplace,
“La Mecanique Célèste” (Göksel Mekanik) isimli eserini
Napoleon’a sunduğunda, Napoleon’un kitabı gözden geçirdikten sonra,
“Göksel deniyor ama bunun hiçbir yerinde Tanrıya atıf yok!” şeklindeki söyleminin üzerine, ünlü Laplace:
“O varsayıma gereksinimim yoktu!” yanıtını vermişti. 17. ve 18. yüzyıllarda, dini dahi rasyonalist ölçüler içinde tanımlama çabaları ortaya çıkmıştı.
Özgür düşünce, yalnızca Avrupa Aydınlanması aşamasında ortaya çıkmış olan düşünce akımına indirgenebilir mi idi? Din ve inançla ilgili düşüncenin kaynağı olan mistisizmin yadsınması, toplum yaşamının dışına itilmesi çabaları özgür düşüncenin belirleyici niteliği olabilir mi? İnancı tamamen dışlayarak düşüncelerimizi özgür kılabilir miyiz? Başka bir deyişle, insan yaşamını, toplum yaşamını biçimlendirmede bu kadar etkili olan bir öğeyi yok sayarak özgür düşünebilir miyiz?
Düşünebiliriz. Ancak düşüncelerimiz belirli çerçeveyle sınırlanmış olur. Bu çerçeve uygulamayı ilgilendiren konular ile toplumsal yaşamın hukuk ve normlarla ilgili bölümünün sınırları içinde kalır. Çağdaş bilimin derinliklerine inildikçe,
ster kuantum boyutundaki bilinmezler,
İsterse kara deliklerin, karanlık maddenin hüküm sürdüğü evrenin derinliklerindeki bilinmezler,
İsterse de insan davranışlarının karmaşıklığı;
salt bilimin, özgür düşünce ile akıl yürütmenin boyutlarının dışındadır. Bu alanların algılanması mistik yaklaşımı gerektirir mi? Birçoğumuz için gerektirmeyebilir. Ancak bunlar bilinmezlerdir ve bunları yorumlarken bilinmezler için düşüncelerimizin derinliğinde ayırmış
olduğumuz yere bunları yerleştirmemiz gerekir. O bölgede tamamen içeriksiz
bir boşluk bulunabilir, ya da mistik bir içeriğin derinden kımıldandığı tamamen karanlık olmayan bir alan bulunur. Orası bize özeldir.
Özgür düşünce ve inanç ikilemini,
bilim ve din ikilemine indirgemek bizi daha başlangıçtan bazı hatalar yapmaya yöneltebilir. Çünkü özgür düşünce ile inanç yukarıda değinilen boyutuyla bir ölçüde bağdaşabilir olmakla birlikte, bilim ile din bağdaşmaz. İnancı dinle, özgür düşünceyi bilimle özdeş tutmak tartışmayı gerçek boyutunun dışına çıkarır.
Günümüzde, bilimle dini karşı karşıya getiren en büyük tartışmaların başında evrenin oluşumu, yaşamın cansız doğanın içinden ortaya çıkışı ve de Darwin yılı nedeniyle “
Türlerin Evrimi” gelmektedir. Bu tartışma çerçevesinde görüşleri uzlaştırma çabasıyla olsa gerek, Vatikan’daki
Papalık Bilim Akademisi (orijinal Latince adıyla “Pontifica Academia Scientiarium”) 31 Ekim – 4 Kasım 2008 tarihleri arasında Vatikan’da
“Evrenin ve Yaşamın Evrimi Üzerine Bilimsel Görüşler” (Scientific Insights into the Evolution of the Universe and of Life) konulu geniş katılımlı bir oturum düzenledi. Bu oturuma, papalık Akademisinin üyesi bilim eğitimi görmüş din adamları (kardinaller) ile bilim dünyasının önde gelen büyük bölümü
Nobel ödüllü bilim adamları katılmıştı. Bunların arasında
Stephen Hawking de vardı.
Astronomi, astrofizik, jeofizik, fizik, genetik biyoloji, tıp kökenli bilim adamlarının, bilim eğitimi görmüş “papazlarla” bilimsel alanda tartıştığı toplantıdan, bekleneceği gibi görüşlerin uyuştuğu sonuçlar çıkmadı. Bilim adamları bilimsel gerçekleri ödünsüz ortaya koyarken, bilim eğitimi görmüş din adamları ise, bilimsel gerçekleri Katolik inancının katı ilkeleriyle bağdaştırma çabası içinde bir hayli eğilip büküldüler. İki yaklaşımı en çok zorlayan konular, beklenebileceği gibi,
evrenin başlangıcı, y
aşamın ortaya çıkışı ile
türlerin evrimi olmuştu.
Papa XVI. Benedict’in yaratılış ve evrim ile ilgili görüşlerini (Papa’yı doğrudan eleştiri ile karşı karşıya ırakmamak için olsa gerek) derleyip sunan
Kardinal Schönborn. “Papa’nın görüşlerini” şöyle açıklıyor:
Bilim adamlarının, cansız ve canlı doğanın oluşumunun ardındaki “mantıksal” gücü (başlangıçta var olan sözü: “Logos”u) görememek şeklindeki bir dar görüşlülük içinde bulunmakta olduğunu belirtti. Konuşmada, felsefî açıdan bakıldığında, bilimsel düşünce ile dinin çelişmediği, ancak salt bilimsel yaklaşımların Tanrıyı dışlama eğiliminde olduğu ileri sürülmekteydi. Evrim teorisinin ise, bir bilimsel yaklaşımın ötesinde bir felsefe gibi benimseniyor olmasının yanlışlığına değinilmekteydi. Tartışmaların, ya bilim ya din ya da ya evrim ya yaratılış gibi dar bir çerçeveye indirgenmesinin yanlışlığı üzerinde duruluyor; hem bilimin hem de dinin, hem yaratılışın hem de evrimin birlikte var olabileceği bir felsefi bakış açısının gerekliliğine dikkat çekiliyordu.
Konuşmanın sonunda bilim adamları soru ve katkılarıyla Kardinali bir hayli terlettiler. Bilim adamlarının konuşmaya katkıları, konuşmanın esasını oluşturan evrim/yaratılış- mantık tartışması üzerineydi. Çağdaş moleküler biyolojinin türlerin evrimini ve gelişimini çok iyi tanımladığını, felsefi yaklaşımların farklı bir alan oluşturmakla birlikte, konuşmada ileri sürülen savların bilimin ilgi alanının dışında olduğu üzerinde görüş birliğine vardılar. Bir profesör, tartışmaya şu görüşle nokta koydu
“Evrim teorisinden söz etmek bana son derece ters geliyor. Sanki güneş merkezli gezegenler sisteminin teori olduğundan söz etmek gibi geliyor bana. Nasıl güneş merkezli gezegenler sistemi artık teori olmaktan çıkıp gerçek olarak kanıtlanmışsa, türlerin evrimi de artık modern genetik biyolojinin ışığında, teori olmaktan çıkmış kanıtlanmış bir bilimsel gerçek durumuna gelmiştir.
Diğer taraftan, başta
Prof. Stephen Hawking olmak üzere pek çok bilim adamı, bildirilerinde
“yaratıcısız” evren ve
“yaratıcısız” evrim üzerinde durmuşlardır. Bazı konuşmacıların dine prim veren yaklaşımlarına karşın, 600 sayfayı geçkin toplantı notlarında bilim ve dinin uzlaştığına dair herhangi bir belirti elde edilememiştir.
Bilimsel yaklaşımlar ile dinî inancı (Katolik inancını) bağdaştırmak amacıyla düzenlenmiş bu toplantının sonucunda bilimsel yaklaşımların dinsel görüşlerle uzlaşımı sağlanamamış olmakla birlikte, dinsel görüşlerin, özellikle evrim konusunda, bilime bir ölçüde daha çok yaklaşmış olduğu görülmektedir. İnsan doğasında (toplumda) son yıllarda ortaya çıkmakta olan bazı olumsuz gelişmelerin (suç düzeylerinin artışı vb.) düzeltilmesinde (Katolik inancı bunları insanlığın başlangıcındaki – Adem ile Havva öyküsündeki – ilk günaha bağlamaktadır) eğitimin etkili olabileceği ve bu kapsamda topluma yaygın din eğitiminin, dinsel inancın oluşturulmasının (
Allah korkusunun yerleştirilmesinin) yararlı olacağı üzerinde durulmuştur. Bilim adamları da bunun etkili olacağını kabul etmişlerdir. Dinsel inancın yerleştirilmesinin toplum kitleleri üzerinde düzeltici, ahlaka yönlendirici etkisi olacağı, bu açıdan yarar sağlayacağı, benimsenen görüşler arasında yer almıştır. Toplantının belki de, din adamları açısından en büyük kazanımı da bu olmuştur.
Durum böyle olmakla birlikte, özgür düşünce ve inanç ikilemi üzerinde biraz daha durmanın yerinde olacağını düşünmekteyim. Yukarıda da değindiğim gibi, özgür düşünce, bizleri bir tür mistik inanca götürebilir. Bu durum, özgür düşüncenin doğasıyla çelişkili değildir. Bu inanç türü, dinlerce öngörülen inançtan farklıdır.
Burada kesin tanımlar ve yaptırımlar yoktur. Burada yalnızca bilinmeyeni mistik içerikte sezgiyle algılama ve yorumlama çabası vardır.
Sezgisel algılama, Bertrand Russell’ın işaret ettiği gibi, bilimin öngördüğü deneysel yaklaşım ve yöntemlerle kanıtlanamadığı sürece gerçeğe ulaşma açısından güvenilir bir yöntem değildir ancak pek çok bilimsel gerçeğin ilk tohumlarının da bu türden sezgiyle atıldığı da bir gerçektir.
Özgür düşünce ile bağdaşan mistik inanç, aynen bilim gibi, insana özgü olmalı ve insanın bilgi dağarcığı ve bilinci geliştikçe içeriği değişen bir inanç türü olmalıdır. Mistik inancı yönlendiren ruhanî liderler de yok değildir. Şeyhler, Sufîler, Gurular, Fakirler bunların arasındadır. Bu türden mistik liderlerin müritleri olarak mistik inancın peşinde olmak, belirli bir dine bağlanarak düşünce ve davranışlarını onun ilkeleriyle uyumlu bir doğrultuya sokmaktan çok farklı değildir.
Mistik inanç da, bu boyutuyla, özgür düşünce ile bağdaşamaz düşüncesindeyim.
DİPNOTLAR
(1)Bertrand Russell, “Mysticism and Logic” from “Selected Papers of bertrand Russell” The Modern Library, 1927
(2)Bertrand Russell, “Reason and Intuition” from “Selected Papers of bertrand Russell” The Modern Library, 1927
(3) “Science” 6 Kasım 2009, “On the Origin of Religion” ss: 784-787
,