DÜNYA GÖRÜŞÜ Özgür Düşünce, Özgürlük, Aydınlık Ender Arkun | |
 
BAŞ SAYFA
DÜŞÜNCE ODASI
MAVİPENCERE
GÖZLEMEVİ
ARKABAHÇE
IŞIKLIYOL
DÜNYA GÖRÜŞÜ Alıntılık Belgelik Yarenlik Okumalık Bakmalık Gezinmelik | |
BİR MEDDAH HİKAYESİ
Çırak “Hiram uyandığında daha gün doğmamıştı. BasitTahta kerevet üzerindeki otla doldurulmuş yatağından kalktı ve penceresinin tahta panjurlarını açıp dışarıya baktı. Sur kentinin taş binalarının düz toprak damları üzerindeki belli belirsiz aydınlık, doğmakta olan günün işaretini veriyordu. Havada zeytin ve zakkum ağaçlarının kokusu ile şurada burada yanan ateşlerden çıkan hafif duman vardı.
Babası o çok küçükken ölmüştü, onu hayal meyal hatırlıyordu. Ama annesinin de ona her zaman anımsattığı babasının bir sözü aklından çıkmıyordu. “Emek en büyük değerdir, ancak yapıcı düşünce ile tamamlanmadıkça emeğin bir değeri yoktur” demişti babası. Şimdi, bir çırak olarak taşçı ustalarının arasına katıldığından beri, bu sözün değerini daha iyi anlıyordu. O ocaktan çıkarılıp önüne getirilmiş taş blokları, kalfasının gösterdiği gibi, taşçı kalemiyle yontuyor, çekiçle düzeltiyor ve istenen boyutlara gelip gelmediğini cetveliyle ölçüyordu. Sonuçta, diğer çıraklar gibi kenarları düzgün, köşeleri keskin, boyutları tam taş bloklar oluşturuyordu İyi de, onları bir araya getirip yapıyı oluşturmayı sağlayan Düşünce Gücü olmasaydı, düzgün kesilmiş taş bloklar kimin ne işine yarardı? Basit evlerinin sofasında gezinen dul annesinin hafif ayak sesleri duyuluyordu. Annesi her zamanki gibi ondan önce kalkmış, zeytin, incir, ev ekmeği ve kendi elleriyle yaptığı şıradan oluşma basit kahvaltısını hazırlıyordu. Taze pişmiş ekmeğin kokusu genzini gıcıklıyor, açlığını pekiştiriyordu. Ekmek kokusu, annesi için kendi elleriyle yaptığı ekmek fırınını hatırlattı ona. Emeğine düşünce gücünü katarak kendi başına yarattığı tek eserdi o fırın. Taşları dikkatle seçmiş, onları avadanlıklarıyla yontup şekillendirmiş, içini ateşe dayanıklı kille sıvamış, sonra özenle yaptığı bacanın dumanı çekmediğini görünce dünyalar başına yıkılmış ama yılmamıştı. Fırın, şurada burada gördüklerine biçim olarak benziyordu ama onlar gibi iş görmüyordu. Dumanı çekip götüreceğine duman içine doluyor, bir süre sonra odun ateşini söndürüyordu. Bir fırıncı ustasına danışacağına bu sorunu düşünce gücüyle kendisi çözmeye karar vermişti. Yoksuldular, çırak nafakası dul anasıyla kendisini geçindirmeye ancak yetiyordu, fırıncı ustasına verecek bir şeyleri yoktu. > Ayrıca, en büyük değer yapıcı düşünce ile desteklenen emek değil miydi? Kutsal ateşi incelemeye, onun hangi koşullarda nasıl yandığını anlamaya karar verdi. Tanrı Baal’in insanlara ihsan ettiği en büyük armağanlardan biriydi ateş. Ama, akıl da bu armağanlardan biriydi, ve belki de en başta geleniydi . Ateşi akılla yoğurdu. Kısa süre sonra, ateş büyüklüğüne uygun hava akışının fırın içinde ne oranda ve hızda olmasının en iyi yanmayı sağladığını buldu. Fırın ağzı genişliğinin, baca çapı ve boyunun ölçüleri ortaya çıkmıştı. Fırınını bu ölçülere göre düzelttiğinde, mükemmel çalıştığını görerek sevindi. Annesi de oğluyla gurur duyuyordu. Eşini genç yaşta kaybettiği için başka çocuğu yoktu. Sonra bir daha evlenmeyi düşünmemişti. Bütün yaşamı tek çocuğu, oğlu Hiram üzerine kurulmuştu. Hiram, on altı yaşına yeni basmış güçlü ve yakışıklı bir gençti. Annesi onun evlenme çağına geldiğini düşünüyordu ama Hiram’ın böyle bir düşüncesi yoktu. İnsanlar kırk yaşına geldiğinde artık yaşlanmış oluyorlardı, Hiram ise daha şimdiden on altısındaydı, şunun şurasında kırka ne kalmıştı ki! Ama Hiram’ın aklı başka yerdeydi. Ekmek fırını ile yaşadığı deneyim ona ateşi öğretmişti. Ateş olağan üstü bir kudretti. Kontrollu bir ortamda, hava akışı denetlenerek yakılan ateş açık havada yanan ateşten kat kat büyük bir güç oluşturuyordu. Bronzdan yapılmış avadanlıklarına baktığında hangi büyük bilgi sahibi ustaların onları nasıl olup da düşünüp tasarlayıp yaptıklarına şaşardı. Şimdi ise bunun ardındaki sırları kavramaya başladığını düşünüyordu. Düşünce ateşe, ateş de madene hükmediyor, ona düşüncenin öngördüğü gücü ve biçimi verdiriyordu. Okumayı kendi kendine öğrenmişti. Ama, matematik ve özellikle geometri olmadan düşüncenin tasarıma dönüşemeyeceğinin bilincindeydi. Çalışma saatlerinin arasındaki dinlenmelerde, Hiram’ın merak ve yeteneklerini gören yaşlı bir kalfa ona bildiği kadar, matematik ve geometri öğretmeye başlamıştı. Kalfanın bıraktığı yerden ötesini, Hiram’ı bir evlat gibi sevip benimseyen taşçı loncasının ustası alıp götürmüştü. Hiram daha yirmisine yeni bastığında kalfa olmuştu bile. Taşçı loncasının yaşlı ve bilge ustaı onu kendi yerine aday görüyor, onu bir gün loncasının ustaı olacak şekilde yetiştiriyordu. Malzeme bilgisi, kemer geometrisi, kubbe dengesi ve genel olarak geometrik yapı mekaniğini Hiram kısa sürede kavramıştı. Bunlar gizli bilgilerdi ve aşama aşama veriliyordu. Her aşamanın iyice anlaşılıp sindirildiği belirlenmedikçe, bir sonraki aşamaya geçilmiyordu. Öğrenme süreci ise uygulamalıydı. Öğrenmenin ürünü olan tasarımı uygulama izliyor, fikri çalışma, bedeni çalışmayla tamamlanıyordu. Ama hem fikri hem de bedeni çalışmayı birlikte tamamlayan bir üçüncü öğreti düzeyi daha vardı. Bu da ahlaki çalışmaydı. Bir üst bilgi düzeyine geçmek bir üst ahlaki yetkinlik düzeyine geçmeyi de gerektiriyordu. En zor sınavlar da burada verilmesi gerekenlerdi. Daha çıraklığa kabul aşamasından başlayan ahlaki değerlendirme öğrenmenin her aşamasında tekrarlanıyor ve geliştiriliyordu. Bir kere, dürüstlük en önde gelen, kesin olarak sapılmaması gereken erdemdi. Her taşçı ustası, her koşul altında, ne kadar büyük bir maddi veya manevi dürtü ile karşılaşırsa karşılaşsın, bencillikten uzak kalmayı, başkalarının hakkını ihlal etmemeyi, hak etmediklerini istememeyi, kendisine emanet edilenleri kendi malı gibi korumayı öğrenmeli, doğruyu söylemeli ve bütün bunları bir yaşam biçimi şekline getirebilmeliydi. Sır saklama, daha başlangıçtan beri öğrenilerek pekiştirilmesi gereken bir erdemdi. Sır saklama, mesleğin sürdürülmesi ve yaşatılması, hak etmeyen ellere geçtiğinde kötüye kullanılabilecek bilgilerin korunması için gerekli olduğu kadar, aynı zamanda sır saklama, bir nefis terbiyesi aracıydı. Adalet ise sonra, zamanla öğrenilen bir erdemdi. Derecelerde yükselen yapıcıların daha alt derecedeki yapıcıları değerlendirirken, onlara dağıttıkları iş yükü ve nafakaları kararlaştırırken uygulamaları gereken ön yargılardan uzak hakkaniyetin ölçüsüydü. Adalet, aynı zamanda kişinin kendi nefsini değerlendirirken de uyması gereken ölçünün belirleyicisiydi. Belki de en gerekli ve geçerli olduğu yer de burasıydı. Bilgi, ahlaki değerler ve erdemlerle birleştiğinde yeni bir boyut kazanıyor, bilgeliğe dönüşüyordu. Hiram’ın peşinde olduğu da bu değeri kazanabilmekti. Genç bir kalfa olarak, ustalık yolunda ilerlerken ulaşmak istediği mevki ustalık derecesinin ötesinde, bilgelikti. Doğanın verdiği taşa, ağaca şekil vermek, onlardan mabetler, saraylar, sarnıçlar, kaleler yapmak, fikrî çalışmasını güçlü bedeninin çalışmasıyla tamamlamak Hiram’a huzur ve mutluluk veriyordu. Her seferinde daha büyük kemerler, daha yüksek sütunlar, duvarlar yaparak yeteneklerini geliştiriyor, bilgisi ve kuvvetiyle yaptıklarını güzellikle süslüyordu. Ama, Hiram tanrıların verdiği ateşi unutamamıştı. Ateşin, çekiç ve kalemi çok aşan biçimlendirme gücünü kullanabilmek düşlerini süslüyordu. <Hitit ülkesinde bronzdan çok daha güçlü ve sağlam bir maden olan demirin çok sıcak fırınlarda işlenebildiğini ve bundan üretilmiş avadanlıkların bronz avadanlıklardan çok daha dayanıklı ve güçlü olduklarını duymuştu. Diğer taraftan madenle çalışmak, çok büyük olanaklar sağlayabiliyor, yaratıcı gücünün sınırlarını çok genişletiyordu. Beklediği fırsat, bir gün ayağına geldi. Sur ülkesi nin kralı Hiram, tanrıların en büyüğü olan Baal tanrısı adına bir mabet ve onun uzantısında bir saray yaptırıyordu. Hem mabet, hem de sarayda çok sayıda altından, gümüşten ve bronzdan eşya bulunması gerekiyordu. Sur’da maden ustası yoktu, maden eritip dökecek fırınlar da yoktu. Bu işleri yapmak için Finike’den yaşlı bir bronz ustası getirtmişti. Kral, maden ustasına iş gücünü sağlaması ve yardımcı olması için, saray ve mabet inşaatını üstlenmiş olan Hiramın üyesi olduğu inşaatçı loncayı seçmişti. Loncanın üstası da, bu alandaki tutkusunu bildiği Hiram’ı bu ustaya kalfa olarak atadı. Öküz çiftlerinin çektiği kağnı arabalarıyla ocaktan taşınıp getirilen maden cevherleri, ocak başına yığılmaya başlanmıştı. On beş kadar çırak ham maden cevherlerinin çevresindeki taş ve toprağı temizleyerek saf madenlerin ortaya çıkmasını sağlıyorlardı. Hiram, titizlikle uygun alaşım karışımlarını ayarlıyor, potalara dolduruyordu. Fırınlar ateşlendi, körükler çalışmaya başladı ve ateşi olgunlaşan fırınlara potalar aynı zamanda sürüldü. Potalar kaynamaya başladıktan sonra otuz kadar çırak potaları fırınlardan çekip, uzun direklerle sırtlayıp kalıbın başına getirdi ve dört bir yandan eş zamanlı olarak, yavaş yavaş kalıbı doldurmaya başladılar. Usta Hiram’ın hesabı doğru çıkmıştı. Altı büyük pota dolusu erimiş bronz kalıbı tam olarak doldurmuştu. Kızıl renkli sıcak bronz soğudukça yeşile çalan sarımsı kırmızı bir renk alıyordu. > İleride çatlamaması için çevresiyle ısı alışverişi yapıp tam ısıl dengeye gelmesini sağlamak üzere yeni dökülmüş tasfiye kazanı o gece kalıpta bırakıldı.Çevrede ateşler yakıldı, kuzu ve keçi çevrilip şarap içildi ve herkes o gece şantiyede sabahladı. Ertesi sabah, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte otuz kadar çırak, baş ta Usta Hiram olmak üzere üç kalfanın nezaretinde, dış kalıbı oluşturan kayayı dikkatle kazmaya başladılar. Öğle vakti geldiğinde şimdiye kadar dökülmüş en büyük tasfiye kazanı ortaya çıkmıştı. Bütün süsler ve motifle kusursuz olarak oluşmuş, kazan yüzeyi temiz ve çatlaksızdı. Sıra kazanı iç kalıptan ayırmaya kalmıştı. Çıraklar, tahta tokmaklarla kazanın çeperlerine vurup, ermiş madenin sıcaklığıyla zamanla suyunu kaybedip çekmiş iç kalıbın yüzeye yapışmış olabilecek kalıntılarını ayırmaya çalıştılar. Vurmalarda kazan boş bir ses vermeye başladıktan sonra, çevreye kurulmuş üç ayaklı sehpaların üzerinden geçirilmiş sarmaşıktan yapılma iplerin ucundaki kancalar kazanın kenarlarına tutturulup öküzlere çektirilmeye başlandı. Devasa kazan, gıcırdayarak yerinden ayrıldı ve çırakların direklerle yönlendirmesiyle baş aşağı konumdan düz konuma getirilip, yoluna serilmiş yuvarlak kütüklerin üzerine alındı. Başta Usta Hiram olmak üzere herkes yorgun ama mutluydu. Şimdiye kadar gördükleri en büyük > ve en muntazam tasfiye kazanına bakıyorlardı. Bu eser, bedeni çalışmasını fikri çalışmasıyla tamamlamayı bilen Usta Hiram’ın ve ona inanıp yolundan giden kalfa ve çıraklarının eseriydi. Kütüklerin üzerinden yuvarlanarak mabet inşaatındaki yerine getirilen, burada yüzeyindeki çapaklar alınıp yağlarla parlatılan kazanı Sur Kralı Hiram görmeye geldi. Bu muazzam eseri dört bir yanından zevkle izledikten sonra, Usta Hiram’ı yanına çağırdı. Ona “Usta Hiram, sen benim ulusumun onuru ve gururusun” dedi “Ordularımın gücü, sarayımın zenginlikleriyle, seninle gururlandığım kadar gururlanmıyorum. Çünkü onlar yalnız kuvvet ve zenginliğin simgesi. Sen ise yaratıcı aklı simgeliyorsun. Bir ulusun sahip olacağı en büyük değer, gücünü aklı ile yönlendirerek yaratıcılığa ulaşan insandır.” “Dostum İsrail Kralı Süleyman’ın çok büyük ve görkemli bir mabet yaptırmaya giriştiğini biliyorum. Benden bu görkemli yapıyı tasarlayıp gerçekleştirebilecek bir Usta mimar istedi. Bu mabette bronzdan, gümüşten ve altından yapılacak kazanlar, sütunlar ve süsler de bulunacakmış. Senin hem taşa hem de madene ne kadar büyük bir ustalıkla hükmedebildiğini biliyorum. Git ve bu işi en iyi şekilde başar ki yalnız ulusun değil bütün insanlık çağlar boyunca senin adını ansın. Değerli okuyucular, sizlere bir meddah hikayesi anlattım. Bildiğiniz gibi meddah hikayeleri kulaktan kulağa taşınan kurmaca öykülerdir. Bu öyküyü de ben uydurdum yazdım. Gerçeğin böyle mi, başka türlü mü olduğunu hiç kimse bilemez. Ama her meddah hikayesinde kıssadan alınacak bir hisse vardır. Ben benimkinin de böyle olmasını istedim. Ülkeler yalnız topraklardan değil, insanlardan oluşur. Ülkeleri ulus yapan o ülkenin insanlarıdır. Eğer bir ülkenin insanları bedeni güçlerini fikri çalışmalarıyla tamamlamayı biliyorlarsa o uluslarda bilim ve sanat gelişir. Bunlar insanlığın en büyük değerleridir. Bilim ve sanat üreten ülkeler kalan zenginliklere de sahip olurlar ve diğer ulusların önüne çıkarlar . Bu ülkeler teknoloji üretirler, sağlığı, çevreyi ve insan varlığını koruyup insanların duygusal dünyasını yüceltecek sanat ürünleri ortaya koyarlar. Yalnız bedeni çalışmayı benimseyip, dogmalara ve hurafelere kapılarak fikir üretmekten, bilim ve sanat üretmekten uzak kalanlar ise bir gün bunlara esir olurlar. Bir bayrakları, toprakları, orduları dahi olsa, onların bağımsızlığı yalnız söze kalır. |