‎‎ ‎‎ ‎DÜNYA GÖRÜŞÜ-‎ Dünyaya, İnsanlara, Olaylara ‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎

Doğa, İnsan, Yaşam,
DÜNYA GÖRÜŞÜ
Özgür Düşünce, Özgürlük, Aydınlık

Ender Arkun

                     BAŞ SAYFA DÜŞÜNCE ODASI  MAVİPENCERE   GÖZLEMEVİ   ARKABAHÇE   IŞIKLIYOL  DÜNYA GÖRÜŞÜ
                                         Alıntılık      Belgelik   Yarenlik   Okumalık ‎   Bakmalık   Gezinmelik

BİR MEDDAH HİKAYESİ

Çırak “Hiram uyandığında daha gün doğmamıştı. BasitTahta kerevet üzerindeki otla doldurulmuş yatağından kalktı ve penceresinin tahta panjurlarını açıp dışarıya baktı. Sur kentinin taş binalarının düz toprak damları üzerindeki belli belirsiz aydınlık, doğmakta olan günün işaretini veriyordu. Havada zeytin ve zakkum ağaçlarının kokusu ile şurada burada yanan ateşlerden çıkan hafif duman vardı. aletler
Babası o çok küçükken ölmüştü, onu hayal meyal hatırlıyordu. Ama annesinin de ona her zaman anımsattığı babasının bir sözü aklından çıkmıyordu. “Emek en büyük değerdir, ancak yapıcı düşünce ile tamamlanmadıkça emeğin bir değeri yoktur demişti babası. Şimdi, bir çırak olarak taşçı ustalarının arasına katıldığından beri, bu sözün değerini daha iyi anlıyordu.
O ocaktan çıkarılıp önüne getirilmiş taş blokları, kalfasının gösterdiği gibi, taşçı kalemiyle yontuyor, çekiçle düzeltiyor ve istenen boyutlara gelip gelmediğini cetveliyle ölçüyordu. Sonuçta, diğer çıraklar gibi kenarları düzgün, köşeleri keskin, boyutları tam taş bloklar oluşturuyordu
İyi de, onları bir araya getirip yapıyı oluşturmayı sağlayan Düşünce Gücü olmasaydı, düzgün kesilmiş taş bloklar kimin ne işine yarardı? Basit evlerinin sofasında gezinen dul annesinin hafif ayak sesleri duyuluyordu. Annesi her zamanki gibi ondan önce kalkmış, zeytin, incir, ev ekmeği ve kendi elleriyle yaptığı şıradan oluşma basit kahvaltısını hazırlıyordu. Taze pişmiş ekmeğin kokusu genzini gıcıklıyor, açlığını pekiştiriyordu. hamtaş
Ekmek kokusu, annesi için kendi elleriyle yaptığı ekmek fırınını hatırlattı ona. Emeğine düşünce gücünü katarak kendi başına yarattığı tek eserdi o fırın. Taşları dikkatle seçmiş, onları avadanlıklarıyla yontup şekillendirmiş, içini ateşe dayanıklı kille sıvamış, sonra özenle yaptığı bacanın dumanı çekmediğini görünce dünyalar başına yıkılmış ama yılmamıştı.
Fırın, şurada burada gördüklerine biçim olarak benziyordu ama onlar gibi iş görmüyordu. Dumanı çekip götüreceğine duman içine doluyor, bir süre sonra odun ateşini söndürüyordu. Bir fırıncı ustasına danışacağına bu sorunu düşünce gücüyle kendisi çözmeye karar vermişti. Yoksuldular, çırak nafakası dul anasıyla kendisini geçindirmeye ancak yetiyordu, fırıncı ustasına verecek bir şeyleri yoktu. > Ayrıca, en büyük değer yapıcı düşünce ile desteklenen emek değil miydi? Kutsal ateşi incelemeye, onun hangi koşullarda nasıl yandığını anlamaya karar verdi. Tanrı Baal’in insanlara ihsan ettiği en büyük armağanlardan biriydi ateş. Ama, akıl da bu armağanlardan biriydi, ve belki de en başta geleniydi . Baal Ateşi akılla yoğurdu. Kısa süre sonra, ateş büyüklüğüne uygun hava akışının fırın içinde ne oranda ve hızda olmasının en iyi yanmayı sağladığını buldu. Fırın ağzı genişliğinin, baca çapı ve boyunun ölçüleri ortaya çıkmıştı. Fırınını bu ölçülere göre düzelttiğinde, mükemmel çalıştığını görerek sevindi. Annesi de oğluyla gurur duyuyordu. Eşini genç yaşta kaybettiği için başka çocuğu yoktu. Sonra bir daha evlenmeyi düşünmemişti. Bütün yaşamı tek çocuğu, oğlu Hiram üzerine kurulmuştu. Hiram, on altı yaşına yeni basmış güçlü ve yakışıklı bir gençti. Annesi onun evlenme çağına geldiğini düşünüyordu ama Hiram’ın böyle bir düşüncesi yoktu. İnsanlar kırk yaşına geldiğinde artık yaşlanmış oluyorlardı, Hiram ise daha şimdiden on altısındaydı, şunun şurasında kırka ne kalmıştı ki! Ama Hiram’ın aklı başka yerdeydi. Ekmek fırını ile yaşadığı deneyim ona ateşi öğretmişti. Ateş olağan üstü bir kudretti. Kontrollu bir ortamda, hava akışı denetlenerek yakılan ateş açık havada yanan ateşten kat kat büyük bir güç oluşturuyordu. Bronzdan yapılmış avadanlıklarına baktığında hangi büyük bilgi sahibi ustaların onları nasıl olup da düşünüp tasarlayıp yaptıklarına şaşardı. Şimdi ise bunun ardındaki sırları kavramaya başladığını düşünüyordu. Düşünce ateşe, ateş de madene hükmediyor, ona düşüncenin öngördüğü gücü ve biçimi verdiriyordu. ateş
Okumayı kendi kendine öğrenmişti. Ama, matematik ve özellikle geometri olmadan düşüncenin tasarıma dönüşemeyeceğinin bilincindeydi. Çalışma saatlerinin arasındaki dinlenmelerde, Hiram’ın merak ve yeteneklerini gören yaşlı bir kalfa ona bildiği kadar, matematik ve geometri öğretmeye başlamıştı. Kalfanın bıraktığı yerden ötesini, Hiram’ı bir evlat gibi sevip benimseyen taşçı loncasının ustası alıp götürmüştü. Hiram daha yirmisine yeni bastığında kalfa olmuştu bile. Taşçı loncasının yaşlı ve bilge ustaı onu kendi yerine aday görüyor, onu bir gün loncasının ustaı olacak şekilde yetiştiriyordu. Malzeme bilgisi, kemer geometrisi, kubbe dengesi ve genel olarak geometrik yapı mekaniğini Hiram kısa sürede kavramıştı. Bunlar gizli bilgilerdi ve aşama aşama veriliyordu. Her aşamanın iyice anlaşılıp sindirildiği belirlenmedikçe, bir sonraki aşamaya geçilmiyordu. Öğrenme süreci ise uygulamalıydı. Öğrenmenin ürünü olan tasarımı uygulama izliyor, fikri çalışma, bedeni çalışmayla tamamlanıyordu. Ama hem fikri hem de bedeni çalışmayı birlikte tamamlayan bir üçüncü öğreti düzeyi daha vardı. Bu da ahlaki çalışmaydı. Bir üst bilgi düzeyine geçmek bir üst ahlaki yetkinlik düzeyine geçmeyi de gerektiriyordu. En zor sınavlar da burada verilmesi gerekenlerdi. Daha çıraklığa kabul aşamasından başlayan ahlaki değerlendirme öğrenmenin her aşamasında tekrarlanıyor ve geliştiriliyordu. Bir kere, dürüstlük en önde gelen, kesin olarak sapılmaması gereken erdemdi. Her taşçı ustası, her koşul altında, ne kadar büyük bir maddi veya manevi dürtü ile karşılaşırsa karşılaşsın, bencillikten uzak kalmayı, başkalarının hakkını ihlal etmemeyi, hak etmediklerini istememeyi, kendisine emanet edilenleri kendi malı gibi korumayı öğrenmeli, doğruyu söylemeli ve bütün bunları bir yaşam biçimi şekline getirebilmeliydi. Sır saklama, daha başlangıçtan beri öğrenilerek pekiştirilmesi gereken bir erdemdi. Sır saklama, mesleğin sürdürülmesi ve yaşatılması, hak etmeyen ellere geçtiğinde kötüye kullanılabilecek bilgilerin korunması için gerekli olduğu kadar, aynı zamanda sır saklama, bir nefis terbiyesi aracıydı. Taşçı Adalet ise sonra, zamanla öğrenilen bir erdemdi. Derecelerde yükselen yapıcıların daha alt derecedeki yapıcıları değerlendirirken, onlara dağıttıkları iş yükü ve nafakaları kararlaştırırken uygulamaları gereken ön yargılardan uzak hakkaniyetin ölçüsüydü. Adalet, aynı zamanda kişinin kendi nefsini değerlendirirken de uyması gereken ölçünün belirleyicisiydi. Belki de en gerekli ve geçerli olduğu yer de burasıydı. Bilgi, ahlaki değerler ve erdemlerle birleştiğinde yeni bir boyut kazanıyor, bilgeliğe dönüşüyordu. Hiram’ın peşinde olduğu da bu değeri kazanabilmekti. Genç bir kalfa olarak, ustalık yolunda ilerlerken ulaşmak istediği mevki ustalık derecesinin ötesinde, bilgelikti. Doğanın verdiği taşa, ağaca şekil vermek, onlardan mabetler, saraylar, sarnıçlar, kaleler yapmak, fikrî çalışmasını güçlü bedeninin çalışmasıyla tamamlamak Hiram’a huzur ve mutluluk veriyordu. Her seferinde daha büyük kemerler, daha yüksek sütunlar, duvarlar yaparak yeteneklerini geliştiriyor, bilgisi ve kuvvetiyle yaptıklarını güzellikle süslüyordu. Ama, Hiram tanrıların verdiği ateşi unutamamıştı. Ateşin, çekiç ve kalemi çok aşan biçimlendirme gücünü kullanabilmek düşlerini süslüyordu. <Hitit ülkesinde bronzdan çok daha güçlü ve sağlam bir maden olan demirin çok sıcak fırınlarda işlenebildiğini ve bundan üretilmiş avadanlıkların bronz avadanlıklardan çok daha dayanıklı ve güçlü olduklarını duymuştu. Diğer taraftan madenle çalışmak, çok büyük olanaklar sağlayabiliyor, yaratıcı gücünün sınırlarını çok genişletiyordu. Beklediği fırsat, bir gün ayağına geldi. Sur ülkesi nin kralı Hiram, tanrıların en büyüğü olan Baal tanrısı adına bir mabet ve onun uzantısında bir saray yaptırıyordu. Hem mabet, hem de sarayda çok sayıda altından, gümüşten ve bronzdan eşya bulunması gerekiyordu. Sur’da maden ustası yoktu, maden eritip dökecek fırınlar da yoktu. Bu işleri yapmak için Finike’den yaşlı bir bronz ustası getirtmişti. Kral, maden ustasına iş gücünü sağlaması ve yardımcı olması için, saray ve mabet inşaatını üstlenmiş olan Hiramın üyesi olduğu inşaatçı loncayı seçmişti. Loncanın üstası da, bu alandaki tutkusunu bildiği Hiram’ı bu ustaya kalfa olarak atadı.
Dökümhane
Fırınlar kuruldu, ocaklardan maden cevherleri taşındı, potalar yapıldı ama iş bir türlü yürümüyordu. Fırınlar istenilen sıcaklığa getirilemiyor, madenler eritilip alaşımlar yapılamıyordu. Kral sabırsızlanıyor, Finikeli usta ise çaresizlik içinde kıvranıyordu. Hiram bir süre sonra, Finikeli ustanın yalnız belirli koşullar altında işleyen fırınları bildiğini, bilgisinin sınırlarını fikri çalışmayla genişletmemiş olduğunu anladı. Finike’de rüzgarlar, Sur’da olduğundan daha güçlüydü bu nedenle Finike’de geçerli olan fırın ağzı ve bacası biçimi, Sur’da geçerli değildi. Finike’de baskın rüzgar yönü güney batıdan gelen rüzgarlar idi, Sur’da ise kuzey rüzgarları daha güçlüydü. Güney batıya dönük fırınlar, Sur’da yeterince hava alamadığından istenilen sıcaklığa ulaşamıyordu. Sur’un kuzey rüzgarları da Finike’nin güney batı rüzgarları kadar güçlü değildi. > Güney batıya dönük olarak yapılmış fırınları, kuzeye çevirmek hem masraflı ve hem de zaman alıcıydı. Kaldı ki, Sur’un kuzey rüzgarları da Finike’nin denizden esen güçlü rüzgarları gücünde değildi. Hiram doğanın vermediği rüzgarı yapay olarak sağlamaya karar verdi ve bunun yolunu düşünmeye başladı. Loncasında edindiği geometri ve matematik bilgisini ve evindeki ekmek fırını yapımından edindiği deneyimi bir araya getirerek istenen hava hacmini ve hava akış hızını sağlayacak büyük körükler tasarladı. Bunlar her fırın için iki adet olacak ve tahta iskelet üzerine giydirilmiş büyük baş hayvan derisinden yapılmış olacaktı. Her bir körüğü iki çırak işletecekti. Kalfa Hiram, tersimat ını hazırladığı körüklerin yapımına bizzat nezaret etti, ahşap parçaların biçimlendirilmesine, derilerin kurutulup kesilmesine ve körük şekline getirilmesine becerikli elleriyle yardım etti. Finikeli döküm ustası çaresizlik içinde Hiram’ı ve işçilerini izliyor, hayatında hiç görmediği körükle havalandırılacak fırınların çalışacağından kuşkulu ama çaresiz, sonucu bekliyordu.körük Körükler tamamlanıp, fırınlardaki yerlerine yerleştirildikten sonra fırınların birindeki odunlar ateşlendi ve ateşin olgunlaşması beklendi. Daha sonra, Hiram’ın talimatıyla, önce bir çırak, sonra ikisi birden Hiram’ın belirttiği tempoyla körükleri çalıştırmaya başladılar. Ateş önce kırmızıdan sarıya, sonra da beyaza döndü. Fırın içi tuğlaları da ateşin rengini izledikten sonra toprak potalar fırına sürüldü. Finikeli yaşlı usta, fırın içi tuğlaların renginden fırının kıvamına geldiğini anlamış, kralın gazabından kurtulduğu için tanrılara dualar ediyor, kurbanlar adıyordu. Kısa süre sonra potaların içindeki maden kaynamaya başlamış döküme hazır duruma gelmişti. Döküm başladı. Önce küçük parçalar döküldü. maşaAteşe dayanıklı özel bir kille karıştırılmış ince kumdan yapılmış kalıplar kullanılıyordu. Kalıplar, teker teker elle yapılıyor, heykeltıraş duyarlılığıyla, sanatkar ustalarca şekillendiriliyordu. Kalıptan çıkan parça her zaman düzgün olmuyor, aşındırıcı sert taşlarla zımparalanarak düzensizlikler ve çapaklar alınıyor, parça özel yağlarla yağlanarak parlatılıyordu. Her dökümden sonra, kalıp genellikle kullanılamaz hale geliyor, aynı biçimli yeni bir parça için yeni bir kalıp kullanılması gerekiyordu. Bu önemli bir sorundu. İşi yavaşlattığı gibi, eş olması gereken iki veya daha fazla parça, ayrı kalıplarda yapıldığı için biçim ve boyut farklılıkları gösteriyordu. Kalıpçı ustaları ne kadar becerikli olurlarsa olsunlar, bunlardan kaçınılamıyordu. Parçanın motifleri kurutulmuş ceylan derisi üzerine işleniyor, oradan da ince uçlu tahta kalemlerle kalıp çamuru üzerine taşınıyordu. > Hiram buna bir çözüm düşündü. Kalıpların çok ince ayrıntıları dökülen metale aktarabilmesi için çok ince kumla birlikte; gönye çok yapışkan, sıcaklıkta bozulup çatlamayan, çeşitli defalar ıslanıp kuruyarak olgunlaşmış kilden yapılması gerektiğini düşündü. Çok ince çöl kumu ile birlikte kışın dolan, yazın kuruyan bir bataklık gölün dibindeki saf balçık çamurun aradığı niteliklere uygun olduğunu gördü. Sıra, kalıpların eşdeğer özelliklerde tekrarlanabilmesine gelmişti. Her parçanın önce, tik ağacı ndan, usta sanatkarlarca yontularak yapılmış birer mastarını oluşturdu. Bu mastarı , iyice yağladıktan sonra, kalıp çamurlarına bastırarak aslına uygun, biri birinin tamamen aynı, yan yana dizili girintili modeller elde etti. Sonra, bu modeller üzerinde madenin akmasını, gazların çıkmasını sağlayacak yollar ve oluklar açtırdı. Bu kalıp “tarlasını” Sur kentinin güçlü yaz güneşi altında kurumaya bıraktı. Sabah güneş doğmadan ve akşamları güneş battıktan sonra yüzeyleri ıslatıyor, kurumanın yüzeyden içeri doğru muntazam olmasını sağlıyor, dengesiz kuruma sonu cunda, kilde çekmeler, kalıp yüzeylerinde çatlaklar oluşmasını önlüyordu. > örsBüyük bir potadan,”kalıp tarlası”na yapılan ilk döküm başarılıydı. Hem iş çok hızlanmış hem de kalite yükselmişti. Zaman zaman, habersiz olarak gelip işin gidişini izleyen Sur Kralı Hiram, bu denetimlerinden birinde, işe dalmış olduğundan geldiğinden habersiz olan Kalfa Hiram’ın çalışmasını sessizce izledi. Hiram bir ara arkasına döndüğünde kralın onu izlediğini görünce şaşırdı ve hemen saygıyla önünde diz çöküp başını eğdi. Kral Hiram gülümseyerek ona yaklaştı ve iki eliyle dirseklerinden tutarak onu ayağa kaldırdı ve alnından öptükten sonra, “Usta Hiram” diyerek ona hitap etti. “Bundan sonra, herkes seni böyle bilsin.” Finikeli dökümcü ustasının Usta Hiram’a öğretecek bir şeyi kalmamıştı. Tam tersine, bedeni çalışmasını fikri çalışmasıyla tamamlayarak yaratıcılık kazanan Hiram’dan kendisi çok şey öğrenmişti. İşi ona teslim edip memleketine dönmeden önce, saygıyla Hiram’ın elini öptü, “Usta Hiram” dedi “Sen bu payeyi benden çok daha fazla hak ediyorsun.” Genç Usta Hiram, kendisine verilen payelerden gurura kapılmamış, bedeni çalışmasını terk etmemişti. Başarılarını yeterli görmüyor dökümcülükte daha da ileriye gitmeyi düşlüyordu. Dökülen parçaların boyutları büyüdükçe, döküm işi zorlaşıyor, parçalarda yüzey hataları ve çatlaklar oluşuyordu. Bu durum, Usta Hiram’ı endişelendiriyor, bunun nasıl önüne geçeceğini düşündürüyordu. Çünkü, hayalinde bronzdan büyük parçalar yapmak, özellikle dinsel törenlerde kullanılması gelenek haline gelmiş tasfiye kazanlarının boyutlarını büyütebilmek yatıyordu. Şimdiye kadar, bunlar, döküm işinin bu sınırlaması nedeniyle belirli boyutları aşamıyordu. kazan Bronz alaşımını hazırlarken genelde 8 parça bakıra 2 parça kalay katıyorlardı. Kalay katkısı miktarını önce azalttı sonra çoğalttı. Kalay azaldıkça bronz sertleşiyor daha güçlü duruma geliyor ancak büyük parçaların yapımı durumunda yüzey hataları, çatlaklar oluşma olasılığı artıyordu. Usta Hiram, dokuz parça bakıra bir parça kalay katarak bronzdan taşçı kalemleri, çekiç başları, tarım çapaları, saban bıçakları gibi avadanlıklar yaptı. Bunlar dayanıklı oluyor, çabuk aşınmıyordu. Kalay katkısını artırdı, 7 parça bakıra 3 parça kalay kattı parçalar daha yumuşak ve kolay şekillendirilir oldular ama gene de istediği sağlamlıkla birlikte yüzey düzgünlüğü ve büyük parçalarda biçim değişmezliğini sağlayamadı. > Kalay miktarının daha da artırılması söz konusu değildi, çünkü bu durumda alaşım bronz olmaktan çıkıyor yumuşak, çok kolay eğilip bükülen, sıcağa dayanıksız bir maden haline geliyordu.
kazan
Hiram, bronz yaparken bakır ve kalaya başka maddeler de katmayı denedi. Gümüş, altın, kükürt ve fosfor kullanarak yaptığı denemeler sonucunda istediği alaşımı bulmuştu. Bu alaşımla hem büyük hem de düzgün yüzeyli, çatlaksız ve sağlam parçalar yapılabiliyordu. Önemli olan, şimdi, büyük boyutlu kazanları dökmeyi sağlayacak kalıpları geliştirebilmekti. En zor iş de buydu. Bu iş zordu çünkü bir kere kazanlar baş aşağı dökülmek zorundaydılar. Baş aşağı dökülmüş büyük bir kazanı kalıptan çıkarmak zor bir işti. İkincisi, ağır parçaları insan ve hayvan gücü ile çekip çevirmek başka bir güçlüktü. Dikkatini önce kalıplara verdi. Her bir kazan için özel olarak tasarlanmış kalıplara gereksinme vardı. İç kalıp başta olmak üzere, kalıplar, döküm sırasında sıvı durumdaki madenin ağırlığını taşıyacak kadar sağlam olmalı, sıvı madenin sıcaklığına dayanabilmeliydi. Usta Hiram Sur’un kırsal çevresini dolaştı, böyle bir malzeme aradı, ve sonunda buldu. Bu, sarımsı gri renkli bir tebeşir kayasıydı. Sıcağa beyaz renklilerden daha dayanıklıydı. Kazılıp şekillendirilmesi de kolaydı. Önce bir grup taşçı çırağı kaya kütlesini kabaca yontup, kazanın dış şekline uyg un boyuta getirdiler. kazanSonra, taşçı ustaları iç yüzeylerini düzgün duruma getirdiler, bronz döküldükten sonra bronz üzerinde kabartma olarak ortaya çıkacak motifleri, ince kalemle yontarak, girintili olarak oluşturdular. Dış kalıp hazırdı, şimdi sıra iç kalıbı yapmaktaydı. İç kalıp, gene, özel balçık ve ince çöl kumunun birlikte suyla karılmasından oluşmaktaydı. Ancak bu sefer boyut büyüklüğü nedeniyle ve üzerine gelecek sıvı madenin ağırlığı altında şeklini koruyabilmesi için, bünyesine sağlam palmiye lifleri katıldı. Gri tebeşir kayası havayla temas ettiğinde zamanla sertleşiyordu. Kum balçık karışımından yapılma iç kalıp da itinayla kurutulup, Sur’un güçlü güneşi altında pişirildi. Kalıbın oluşturulduğu mekana şantiye kurulmuş, ayna anda döküm yapabilmek için birlikte çalışacak altı döküm ocağı yapılarak körükler getirilmişti.
”öküzler”

Öküz çiftlerinin çektiği kağnı arabalarıyla ocaktan taşınıp getirilen maden cevherleri, ocak başına yığılmaya başlanmıştı. On beş kadar çırak ham maden cevherlerinin çevresindeki taş ve toprağı temizleyerek saf madenlerin ortaya çıkmasını sağlıyorlardı. Hiram, titizlikle uygun alaşım karışımlarını ayarlıyor, potalara dolduruyordu. Fırınlar ateşlendi, körükler çalışmaya başladı ve ateşi olgunlaşan fırınlara potalar aynı zamanda sürüldü. Potalar kaynamaya başladıktan sonra otuz kadar çırak potaları fırınlardan çekip, uzun direklerle sırtlayıp kalıbın başına getirdi ve dört bir yandan eş zamanlı olarak, yavaş yavaş kalıbı doldurmaya başladılar. Usta Hiram’ın hesabı doğru çıkmıştı. Altı büyük pota dolusu erimiş bronz kalıbı tam olarak doldurmuştu. Kızıl renkli sıcak bronz soğudukça yeşile çalan sarımsı kırmızı bir renk alıyordu. > İleride çatlamaması için çevresiyle ısı alışverişi yapıp tam ısıl dengeye gelmesini sağlamak üzere yeni dökülmüş tasfiye kazanı o gece kalıpta bırakıldı.Çevrede ateşler yakıldı, kuzu ve keçi çevrilip şarap içildi ve herkes o gece şantiyede sabahladı. Ertesi sabah, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte otuz kadar çırak, baş ta Usta Hiram olmak üzere üç kalfanın nezaretinde, dış kalıbı oluşturan kayayı dikkatle kazmaya başladılar. Öğle vakti geldiğinde şimdiye kadar dökülmüş en büyük tasfiye kazanı ortaya çıkmıştı. Bütün süsler ve motifle kusursuz olarak oluşmuş, kazan yüzeyi temiz ve çatlaksızdı. Sıra kazanı iç kalıptan ayırmaya kalmıştı. Çıraklar, tahta tokmaklarla kazanın çeperlerine vurup, ermiş madenin sıcaklığıyla zamanla suyunu kaybedip çekmiş iç kalıbın yüzeye yapışmış olabilecek kalıntılarını ayırmaya çalıştılar. Vurmalarda kazan boş bir ses vermeye başladıktan sonra, çevreye kurulmuş üç ayaklı sehpaların üzerinden geçirilmiş sarmaşıktan yapılma iplerin ucundaki kancalar kazanın kenarlarına tutturulup öküzlere çektirilmeye başlandı. Devasa kazan, gıcırdayarak yerinden ayrıldı ve çırakların direklerle yönlendirmesiyle baş aşağı konumdan düz konuma getirilip, yoluna serilmiş yuvarlak kütüklerin üzerine alındı. Başta Usta Hiram olmak üzere herkes yorgun ama mutluydu. Şimdiye kadar gördükleri en büyük > ve en muntazam tasfiye kazanına bakıyorlardı. Bu eser, bedeni çalışmasını fikri çalışmasıyla tamamlamayı bilen Usta Hiram’ın ve ona inanıp yolundan giden kalfa ve çıraklarının eseriydi. Kütüklerin üzerinden yuvarlanarak mabet inşaatındaki yerine getirilen, burada yüzeyindeki çapaklar alınıp yağlarla parlatılan kazanı Sur Kralı Hiram görmeye geldi. Bu muazzam eseri dört bir yanından zevkle izledikten sonra, Usta Hiram’ı yanına çağırdı. Ona “Usta Hiram, sen benim ulusumun onuru ve gururusun” dedi “Ordularımın gücü, sarayımın zenginlikleriyle, seninle gururlandığım kadar gururlanmıyorum. Çünkü onlar yalnız kuvvet ve zenginliğin simgesi. Sen ise yaratıcı aklı simgeliyorsun. Bir ulusun sahip olacağı en büyük değer, gücünü aklı ile yönlendirerek yaratıcılığa ulaşan insandır.” “Dostum İsrail Kralı Süleyman’ın çok büyük ve görkemli bir mabet yaptırmaya giriştiğini biliyorum. Benden bu görkemli yapıyı tasarlayıp gerçekleştirebilecek bir Usta mimar istedi. Bu mabette bronzdan, gümüşten ve altından yapılacak kazanlar, sütunlar ve süsler de bulunacakmış. Senin hem taşa hem de madene ne kadar büyük bir ustalıkla hükmedebildiğini biliyorum. Git ve bu işi en iyi şekilde başar ki yalnız ulusun değil bütün insanlık çağlar boyunca senin adını ansın. Değerli okuyucular, sizlere bir meddah hikayesi anlattım.“K.Süleyman” Bildiğiniz gibi meddah hikayeleri kulaktan kulağa taşınan kurmaca öykülerdir. Bu öyküyü de ben uydurdum yazdım. Gerçeğin böyle mi, başka türlü mü olduğunu hiç kimse bilemez. Ama her meddah hikayesinde kıssadan alınacak bir hisse vardır. Ben benimkinin de böyle olmasını istedim. Ülkeler yalnız topraklardan değil, insanlardan oluşur. Ülkeleri ulus yapan o ülkenin insanlarıdır. Eğer bir ülkenin insanları bedeni güçlerini fikri çalışmalarıyla tamamlamayı biliyorlarsa o uluslarda bilim ve sanat gelişir. Bunlar insanlığın en büyük değerleridir. Bilim ve sanat üreten ülkeler kalan zenginliklere de sahip olurlar ve diğer ulusların önüne çıkarlar .
Bu ülkeler teknoloji üretirler, sağlığı, çevreyi ve insan varlığını koruyup insanların duygusal dünyasını yüceltecek sanat ürünleri ortaya koyarlar. Yalnız bedeni çalışmayı benimseyip, dogmalara ”S.Mabedi”ve hurafelere kapılarak fikir üretmekten, bilim ve sanat üretmekten uzak kalanlar ise bir gün bunlara esir olurlar. Bir bayrakları, toprakları, orduları dahi olsa, onların bağımsızlığı yalnız söze kalır.