| |
BAŞ SAYFA
DÜŞÜNCE ODASI
MAVİPENCERE
GÖZLEMEVİ
ARKABAHÇE
IŞIKLIYOL Alıntılık Belgelik Yarenlik Okumalık Bakmalık Gezinmelik |
I - GİRİŞ
Bu yazıyı tatilde evimdeki kitaplığımdan ayrı olduğum için tek bilgi kapısı olan İnternet’ten yararlanarak kaleme aldım. Bu oyalayıcı, aldatıcı ve arada da bilgi verici “arkadaş” ile epey didiştim. Her ne kadar tatmin edici bir sonuca uğraşamadımsa da epey belge, bilgi topladım. Bunlar arasından yaptığım ayıklama sonunda kaleme aldığım ve burada sunulan yazı bu sürecin ürünü. Biraz sıkıcı ve didaktik sayılabilecek bir alanda olduğumun farkındayım. Onun için yazıyı mümkün olduğunca kısa tutmaya çalışacağım. Kapsam Mistisizm ve Rasyonalizm. Bu başlıktaki gerek mistisizm ve gerek rasyonalizm üzerinde çok şey yazıldı, çok söz söylendi. Halâ da pek çok platformda bu konular üzerinde hararetle durulmaktadır. Diğer taraftan gerek mistisizm ve gerek rasyonalizm kavramları, bence, özgürlük ve özgürce düşünmeye giden uzun ince yola baş koymuş ve hakikati aramayı başlıca görevlerinden biri sayan özgür düşünce tutkunu aydın insanın alet çantasında bulunması gereken en önemli araçlar arasında yer almaktadır. Bunu böyle ifade etmekle beraber, kısacık bir yazıda, birbirine zıt gibi duran, bu iki kavramı, kısa da olsa açıklamaya kalkışmanın pek akıllıca olmadığının da farkındayım. Benim niyetim, mistisizm ve rasyonalizm kavramalarının içlemi, kaplamı ve gelişimi üzerinde fazla derine inmeden bazı aktarmalarda bulunduktan sonra, Masonun gerek mistisizm ve gerek rasyonalizm karşısında özgür düşünce tutkunu aydın insanın nasıl ve nerede durması gerektiği konusundaki acizane görüşlerimi açıklamaktan ibarettir. Kavramlar Mistisizm sözcüğü köken olarak sır, esrar anlamına gelen İngilizce mystery ve Fransızca mystère sözcüğüyle ilişkilidir. Rasyonalizm sözcüğü ise Latince’de, akıl, karar, sayma hesap anlamına gelen ratio sözcüğünden türemiştir. Özgür düşünce tutkunu aydın insan sözcüğüne gelince: Şairin dediği gibi “Gülü tarife ne hacet ne çiçektir biliriz!”. Gerek mistisizm ve gerek rasyonalizm kavramları, aslında dinbilim(ilahiyat) veya felsefe terimidir. Bu kavramlar felsefede, özellikle metafiziğin 5 ana alanından biri olan Bilgi Kuramı (epistemology) içinde derinlemesine incelenmektedir. Bu incelemeye göre, bilgilerimizin kaynağı ile ilgili öğretiler dört ana başlık altında toplanır:
Bu iki kavramın insanlığın gelişimi üzerindeki anlamı ve önemi üzerinde fazla durmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Yalnız tarihî gelişim sürecine baktığımızda, insanların önceleri daha çok sezgi ile elde ettikleri bilgilere dayandıklarını, akıl yürüterek bilgi edinmeye ve bu suretle elde edilen bilgileri kullanmaya daha sonra başladıklarını söyleyebiliriz. Yani bir anlamda, insanlar mistisizmle, rasyonalizmden önce tanışmış olmalılar. Bununla beraber bu yazıda, görüşlerimi daha kolay açıklayabilmek için önce rasyonalizmi ele almanın uygun olacağını sanıyorum. II - RASYONALİZM Tanım Felsefe ve dinbilimden alınmasına rağmen rasyonalizm sözcüğü değilse bile rasyonel sözcüğü günlük yaşamda ve yazılı ve görsel medyada sıkça kullanılmaktadır. Bilimsel yazılarda ise rasyonalizmin yerini Türkçemizde usçuluk sözcüğü almaya başlamıştır. Önce bu sözcüğün iki ayrı ansiklopedik sözlükte verilen tanımlarını aktaracağım: Terimin dinbilim açısından tanımı Katolik Ansiklopedisinde şöyle verilmektedir. .Rasyonalizm
İnan'a karşı usu çıkaran ve her türlü doğaüstü verileri tanımayan öğretilerin genel adı… Usçu bir öğreti, gerçek anlamıyla usa dayanır ve usdışı olan her şeye karşı koyar. Ne var ki felsefe tarihinde usçuluk, us kavramı gibi, çeşitli yönlere çekilmiş ve ters anlamlarda da kullanılmıştır. Örneğin ampirizm (deneycilik, görgücülük) karşıtı olarak kullanılmıştır. .
Bu iki sözlükten yapılan alıntıları özetlersek, rasyonalizm, hakikatin en önde ve üste gelen kriterinin insan aklı olduğunu ileri süren görüştür. Usçu (rasyonalist) öğreti bütün insanlarda doğuştan, değişmez bir us bulunduğunu; bu usun da özsel, tümel, zorunlu, deney-dışı gerçeklik taşıdığını ileri sürer Rasyonalist düşüncenin kökeni Antik Yunana dayanıyor. Başta Sokrat olmak üzere bu dönemin pek çok düşünüründe rasyonalist düşünceye rastlıyoruz. Bununla beraber rasyonalizm, asıl Kıta Avrupasında 17’inci yüzyıldan itibaren gelişmiştir. Aynı çağlarda İngiltere’de ise ampirizm düşüncesi hayat buldu. O çağlarda bu iki felsefî okul arasında başlayan tartışmalar bugün de bir ölçüde devam ediyor, ama konumuz açısından rasyonalizmin ampirizmi de kapsadığı kabul edilebilir. İlerde değinilecek bazı görüşleri daha iyi açıklayabilmek için, önde gelen düşünürlerin bilgimizin kaynağı olarak ileri sürdükleri rasyonalizmle ilgili düşüncelerine hızlıca bir göz atmak yararlı olabilir. Bu bakımdan burada, üç düşünürün, (Sokrat, Dekart ve Kant’ın) görüşlerine kısaca değinilecektir. Sokrat Sokrat(Socrates) diyor ki < “insanlar dünyayı anlamadan önce kendilerini anlamalıdırlar.
Antik Yunandaki anlayışa göre insan iki kısımdan oluşur: Beden ve Ruh. Ruh da iki ana bölüme ayrılır: İrrasyonel bölüm, Rasyonel bölüm: İrrasyonel bölüm duygularımızın ve arzularımızın yer aldığı bölümdür. Rasyonel bölüm ise özümüz, yani asıl benliğimizdir. Bunu başarmanın tek yolu da rasyonel düşüncedir.” Günlük yaşamımızda, irrasyonel ruh, beden ve onun maddî isteklerini kapsar ve onunla birleşir. Bu durumda duyularımızın kölesi oluruz; Dünyayı algılamamız duyularımızın bize verebildikleri ile sınırlı kalır. Oysa, Ruhumuzun diğer bölümünün, rasyonel ruhun, normal olarak pek farkında olmayız; belki bazen düşlerle, hayallerle bize ayan olur. Sokrat’a göre filozof, ya da daha genel bir deyimle, düşünen insan, irrasyonel ruhunu, yani ruhunun irrasyonel bölümünü arıtmalı, bedenin kölesi olmaktan kurtarmalıdır. Bu manevî gelişme sonunda irrasyonel ruh, beden içinde rasyonel ruhla birleşir. Kişi tam bir insan olur. Bu yüzden rasyonalizm sadece basit bir zihinsel süreç olmayıp, algıda olduğu kadar kişinin manevî yapısında ve kimliğinde de bir değişim anlamını taşır. Böylece rasyonel ruh, yaşamda maneviyat âlemine ulaşmış olur. Yalnız, Dünyayı bu şekilde algılayabilmek için insan, önce kendi ruhunu tanımalı, yani gerçekten ne olduğunu bilmelidir. Delphi'dekiApollon Mabedi’nin girişinde altın harflerle yazılı olan KENDİNİ BİL sözünün anlamı bu olmalı. Dekart Dekart (Descartes), ebediyen geçerli olabilecek doğruların bilgisinin sadece akıl ile elde edilebileceği görüşünde idi. Ona göre matematikteki, bilgi kuramındaki ve bilimin metafizik temellerindeki doğrular bu tür doğrular arasındadır. Buna karşılık fizik bilgilerini elde etmek için bilimsel yöntemle desteklenen deneylere de ihtiyaç vardır. Dekart’in vardığı sonuçlardan birisi de şudur:
Akılcı yoldan hakikatin aranması sırasında, içinde bulunduğumuz realite içindeki her şeyi, doğruluğuna inandığımız şeyler dahil, şüpheye tabi tutmalıyız.
Dekart’ın, geliştirdiği yöntemler, zihnin (akıl’ın ) tanımadığı, kabul etmediği hiçbir doğrunun bilgi sayılmamasını zorunlu kılıyordu. Kant (Immanuel Kant), Saf Aklın Eleştirisi adlı eserinde deneycilik (ampirizm) taraftarları ile rasyonalistler arasındaki tartışmadan hareketle her iki tarafın da yanlışlarını ve doğrularını ortaya koymak ister. Ona göre, saf akıl, kendi sınırlarının ötesine geçerek, bütün olası deneyimlerin dışında kalan alandaki Tanrının Varlığı, Özgür İrade, Ruhun Ölmezliği gibi kavramları bilmeye, kalkarsa hataya düşer. Kant bu kavramları kendiliğinden şeyler (numen=noumenon) olarak adlandırır ve tanım gereği bu kavramlar bütün deneyimlerin ötesinde olduğu için bunları bilmemizin mümkün olmadığını söyler. Kant Kant’a göre, insan, bilgi elde etmek için, esas olarak deneye muhtaç ise de, deneylerden elde edilen bulguları tutarlı bir düşünce haline getirmek için akıl’ın süzgeç olması zorunludur. Bu bakımdan bilgiye ulaşmak için hem deneye hem de akıla muhtacız. İlgimizin Nedeni Çok güzel de felsefenin epistemoloji gibi oldukça çetrefil bir alanı içinde yer alan rasyonalizm bahsine bizlerin, yani hümanist aydınların, bu kadar vakit ayırmamızın gereği, nedeni ne ola ki ? İki ayrı nedenden söz edilebilir: Birinci neden, insan olmanın en önde gelen koşullarından biri olan özgürce düşünme ihtiyacı veya yetisidir. Düşünce özgürlüğü değil özgür düşünceden bahsediyorum. Yani insanın, görüşlerini, kanılarını, toplumun empoze ettiği veya dinin şart koştuğu yahut iktidar sahiplerinin emrettiği ya da geleneklerin içimize nakşettiği önyargılardan, yasaklardan, dogmalardan arî olarak, hiçbir dış etkide kalmadan, sadece bilim, mantık ve akıl temelinde oluşturabilmesi durumu. İkinci neden ise, çok daha önceleri başlamış olmasına rağmen 18’inci yüzyılda ivme kazanmış olan Aydınlanma akımı ve ihtiyacıdır., Aydınlanma hem toplum ve hem de birey açısından önem arz eden bir ihtiyaçtır. Çünkü cehalet, bağnazlık, batıl inançlar ve zorbalıkla mücadele gerekmektedir ve bu mücadelede insanın aklını kullanabilmesi ancak bireyin ve toplumun aydınlanması ile mümkün olmaktadır. Dikkat edilirse bu iki neden birbiriyle ilişkilidir ve ikisinin de temelinde, yani gerek özgür düşüncenin ve gerek aydınlanmanın temelinde, rasyonalizm bulunmaktadır. Özgür düşünce ve aydınlanma, aynı zamanda hümanizm akımının en önemli öğelerindendir. Aydınlanma mücadelesinde 18’inci yüzyılda başlıca hedef Katolik Kilisesi ve Aristokratik Düzendi. Burada dinsel bağnazlık, siyasal şovenizm gibi olumsuzluklar çözüm arayışı da rol oynamıştır. Geçenlerde bir toplantıda 18inci yüzyıldaki bu olumsuzluklar artık önemini yitirdiğinden söz ediliyordu. Oysa ben bu görüşe katılamıyorum; çünkü, bugün dünyada da, ülkemizde de daha başka olumsuzluklar, fethedilmesi gereken yeni hedefler ortaya çıkmıştır: Halkın gafletini basamak yaparak başa çıkan baskıcı siyasal iktidarlar, cehalet ve hamakatla beslenen tarikat, cemaat gibi dinî oluşumlar, sadaka ve ianeyi çok kârlı bir uğraş haline getiren sözüm ona sivil toplum kuruluşları, aynı veya benzer olumsuzlukları istismar ederek tüm ekonomik ve siyasal gücü ele geçirmeyi amaç edinmiş gibi görünen çok uluslu şirketler vs. Diğer taraftan ülkemizde Tanzimat’la başlamış olan Aydınlanma süreci, Atatürk Devrimleri ile neredeyse topluma mal olma noktasına gelmiş iken, bugün ne yazık ki yeniden uğrunda mücadele edilmesi gereken bir duruma dönülmüştür. Dahası batıda da post-modern akımlar, absürt tarikatlar gibi moda inançlar😊 aydınlanmaya tekrar eğilme lüzumunu ortaya çıkarmaktadır. ▲ Bütün bunlar aydınlanmacı, hümanist, özgür düşünce tutkunlarından ilgi beklemektedir. III – MİSTİSİZM Tanım Bilgi kuramında sezgicilik adı verilen öğretiler içinde yer alan mistisizmin Katolik Ansiklopedisindeki tanımı şöyle Mistisizm Uluhiyetle (tanrısal varlıkla) gönülden birlikte olmak için insan ruhundaki dinsel arzu ve eğilim ve böyle bir arzu ve eğilimi içeren sistem. İnsan ruhunun tefekkür ve sevgi yoluyla Uluhiyete (tanrısal varlığa) erişmesi ve onunla doğrudan birliktelik veya bunu sağlayacak süreçler veya yollar. Mistisizm sözcüğü Orhan Hançerlioğlu ’nun Felsefe Sözlüğünde ise gizemcilik olarak adlandırılmakta ve oldukça kapsamlı bir biçimde açıklanmaktadır. Bu açıklamaların bir özeti aşağıdadır: .Gizemcilik. (Os. Tasavvuf, İng. Mysticism) 1. Doğaüstü güçlerin varbulunduğu ve bunlarla ilişki kurulabileceği temeline dayanan dinsel dünya görüşü. 2. İslamlığa özgü tasavvuf 'un ve bunun dışında Doğu ve Batı içrekçilik 'lerinin gizemsel yapılı olmalarına rağmen, mistisizm deyiminin kapsamına girmeyen çok ayrı özellikleri vardır. Bu deyimler, birbirleriyle karıştırılmamalıdır. 3. Gizemciliğin temeli Çin'de Konfüçyüsçü ’lük ve Taoculuk, Hint'te Brahmancılık, Mısır'da Hermesçilik, Yunan' da Orfeosçuluk ve Pitagorasçılık gibi ilkçağın gizemsel dinleridir. Bu dinler halka kapalıydı ve törenleri gizli yapılırdı. Bu açıklamada da sözü edildiği gibi mistisizmin kökü çok eski çağlara dayanmaktadır. Çin’de, Hindistan’da, Mısır’da, Antik Yunan’da örneklerine rastlanmaktadır. Daha yakın zamanlara gelindiğinde de İbrahim’in Dini olarak nitelendirilen Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te mistisizmin geniş bir taraftar kitlesi ve uygulama alanı bulduğunu görüyoruz. Örneğin Musevilik’te Kabala, İslamiyet’te Tasavvuf karşımıza çıkmaktadır. Hıristiyan mistisizmi içinde özel bir adla anılan bir öğreti bulunmamasına rağmen bu dine inananlar arasında da mistisizm oldukça büyük rağbet görmüştür. Adı ne olursa olsun hangi inanç sistemi içinde yer alırsa alsın bütün mistisizm öğretilerinin ana hatları itibariyle birbirinden pek ayrı sistemler olmadığı hemen görülmektedir. Bu bakımdan mistisizmi açıklama bağlamında Hıristiyan mistisizmi hakkında yazılmış bir makalede yer alan aşağıdaki bilgileri aktarmada bir beis görmüyorum: “İnsan ruhunun düşünsel, duygusal ve iradî olarak niteleyebileceğimiz üç ayrı aktivitesi vardır. İnsanların Dinsel inançlarında da bu manevî aktivitelere paralel bir çeşitlenme görülür. Bir insanda düşünce, duygu ve iradeden hangisi egemen ise dine ve mistisizme yönelişi ona göre şekillenir.” “Duygusal, düşünsel ve mucizeci olarak üç tür mistisizm ve mistik vardır: Birinci yani Duygusal mistik duygu âleminde kendisine tatmin bulur, Düşünsel mistik bilgiye erişmek ve hakikati bilmek ister, Mucizeci mistik ise gücün peşine düşer, eşya ve olaylar üzerinde güç icra etmek emelindedir. Bunların ortak noktası ise şudur: Mistik kişi gerek dünyevî ve gerek uhrevî konularda yalnız dinî inanç ve duygularına dayanır.” “Mistisizm diğer bir açıdan Doğalcı, Doğaüstücü ve Sufî olarak sınıflandırılır. Doğalcı (naturalist) mistisizm, evrende bir birey olmanın yarattığı heyecandan kaynaklanan olağan dinî bilinçtir. Doğaüstücü (supernaturalistic) mistik kutsal ruhun etkimesinin gönlünde uyandırdığı esinlerin etkisi altındadır, başka hiçbir şeyin farkında değildir. Sufî, Teosofik(Theosophical) mistisizmde bir adım daha ileri gidilir. Mistiğin ruhundaki esrimelerin Tanrının her yerde hazır ve nazır olmasının bir tezahürü olarak bizzat Tanrının eseri olduğuna inanılır. Sonunda mistiğin benliği Tanrı algılaması içinde erir ve onunla birleşir. Mistik suskundur, söyleyecek sözü yoktur. İçine kapanır ki orada kavramlar, düşünceler değil duygular hakimdir. Mistik ne gibi duygular içinde olduğunu anlatacak sözcüklere ve ayrı bir dile sahip değildir. Bu yüzden anlatmaya yeltense bile ancak din veya felsefeden alınan sıradan kelimelerle yetinmek zorunda kalır“. Bu açıklamalardan mistisizmin, bir bakıma felsefedeki panteizmin (tümtanrıcılığın) dinî terimlerle ifadesinden ibaret olduğu görülmektedir. Bu nitelemeler Hıristiyan mistisizmi bağlamında yapılmışsa da, yukarda da ifade edildiği gibi, içerik olarak ana hatları itibariyle diğer mistisizmler için de geçerlidir. Şeyh Bedrettin Bütün mistisizm öğretilerinin önemli bir ortak noktası ise içerikle değil yöntemle ilgilidir: Mistisizm öğretisinin aktarılmasında zorunlu olarak ezoterik inisiyasyon yöntemi uygulanır. Ünlü Osmanlı dinbilimcisi ve mutasavvıfı Şeyh Bedrettin bu zorunluluğu Varidat adlı eserinde şöyle açıklıyor: "Hak' (gerçek). halka açıklanamaz. Açıklanırsa ya yollarını sapıtırlar ya da o gerçeği söyleyeni suçlarlar. Hak ve halk, ayrı ayrı gözetilerek, birbirlerine alıştırılabilirler. Ama herhalde halk hakka alıştırılmalıdır Bertrand Russel Sanıyorum bu konuşmanın amacı bakımından mistisizm hakkında bu kadar açıklama yeterli olmuştur. Yalnız bu bölümü kapatmadan büyük bir akılcı ve şüpheci düşünür olan Bertrand Russel’in Mistisizm ve Mantık adlı ünlü makalesindeki mistisizm ile ilgili aşağıdaki değerlendirmeyi aktarmak yararlı olacaktır sanıyorum: 1. “Bilgiye erişmenin akıl yolu ve sezgi yolu diye iki ayrı yolu mu vardır? Böyle ise bunlardan birisi diğerine üstün müdür.? 2. Dünyada gözlemlediğimiz çoğulluk ve bölünmüşlük aldatıcı mıdır? Başka bir deyişle varlığın birliği, yani vahdet-i vücud mutlak gerçek midir? 3. Zaman gerçek değil midir? 4. İyilik ve kötülük hangi âleme aittir, hangi realitenin öğesidir? Bu dört sorunun dördüne de mistisizmin verdiği cevapların hatalı olduğu görüşündeyim. Mamafih, önemli bazı çekincelerim olmakla beraber, mistik yaklaşımda yaşanan duygulanmalar vasıtası ile, başka hiçbir yoldan elde edilemeyecek bazı hikmetlere erişilebileceğini düşünüyorum” Russel’in bu değerlendirmesi ile ilgili olarak şu iki noktayı belirtmek gerekiyor: a Russel, bu makalede, konuya dinbilim açısından değil, daha çok felsefî anlamdaki mistisizm bağlamında eğilmektedir. b Russel, bu değerlendirmesine, “mistisizmin hayata bir bakış açısı olarak takdire layık olduğunu, ama bir inanç veya felsefî görüş olarak aynı şey söylenemeyeceğini” de eklemektedir. IV - SON SÖZ Bilirsiniz, bir görüş, düşünce veya bilgiyi aktarmanın bilimsel yolu, anlatılacak konuyu, bir mantık örgüsü içinde; giriş, açılım, sonuç şeklinde, yani sonat formunda açıklamaktır. Ama bu yöntem ancak dinleyici (=öğrenici) kitlesinin konu hakkında önemli ölçüde bilgili ve ilgili olduğu çok sık rastlanmayan durumlarda geçerli olabilir. Muhatabınız geniş bir topluluk veya bütün toplum ise bu yöntemle iyi bir sonuç almak pek mümkün olmaz. Bu yüzden Çin ve Hindistan başta olmak üzere Doğuda, bu amacı sağlamak için bilge kişi veya düşünür bir öykü, menkıbe, masal veya efsane anlatır, dinleyicinin veya okuyucunun aktarılmak istenen görüş, düşünce veya bilgiyi bu anlatının temasından veya içeriğinden çıkarması beklenir. Bu yönteme, biliyorsunuz Kıssadan Hisse denir. Eski Yunandan itibaren Batı’da ise bir görüş, düşünce veya bilgiyi açıklamak için iki veya da fazla kişinin konu ile ilgili olarak yaptıkları konuşma veya tartışmalar aktarılır ve bilge kişinin görüşü dinleyiciye veya okuyucuya bu yolla açıklanmış olur. Bu aktarma yoluna da Diyalog Yöntemi denir. Her iki yöntemde de amaç görüş, düşünce ve bilgileri okuyuculara, dinleyicilere aktarmaktan ibarettir. Tarih boyunca ortaya çıkmış olan efsanelere ve menkıbelere bu gözle bakmalıdır. Bu yüzden, eski misterler gibi anlatılara, dudak bükerek veya adeta nefretle yüz çevirerek uzak durmak yerine, bunlara yeni yorumlar getirecek araçlar olarak bakılmalıdır. Bence, mistisizme de bu gözle bakmak uygun olur. Bu kısa yazıyı Albert Pike’dan alınan bir paragrafın (biraz değiştirilmiş şekliyle) bitirmek istiyorum.: Bütün dinlerin temeli ve dayanağı olan kadim ilkel inancın esas umdeleri hep korunmuştur. Ancak halis bir hümanist aydın pratikte bir filozoftur, çağlar boyunca akl-ı hikmet (Wisdom) sayesinde benimsenmiş olan dinsel amblemler altında, tabiat ve akıl ile çizilmiş olan planları esas alarak bilginin gösterişli ahlakî binasını inşa eder. |