| |
BAŞ SAYFA
DÜŞÜNCE ODASI
MAVİPENCERE
GÖZLEMEVİ
ARKABAHÇE
IŞIKLIYOL Alıntılık Belgelik Yarenlik Okumalık Bakmalık Gezinmelik |
Necdet Kesmez SORU
Üzerinde biraz durunca ilk önce sanıldığı gibi konunun ne yanlış ne de basit olmadığı anlaşılır. “Düşünen İnsanın Görmek İçin Bakmaya İhtiyacı Yoktur” önermesini, görmek ve bakmak eylemleri arasındaki ilişkileri bütünüyle gözden geçirmeye çalışırak sanırım sonuca vardım. GÖRMEK ve BAKMAK Görmek eylemi, çok basite indirgendiğinde, tıpta şöyle açıklanıyor: Bir nesneye baktığımız zaman ışık gözümüzün arka bölümünde bulunan retinaya çarpar ve uyarır. Bu uyarı, görme sinirleri ile ön beyindeki Görme Çaprazı ’na iletilir. Buradan sağ görme sinirinin iç kesimi beynin sol tarafına ve sol görme sinirinin iç kesimi de beynin sağ tarafına aktarılarak talamus'un yanal çekirdeğine ve sonra art kafada bulunan Birincil Görsel Kortekse ulaşır. İşte bu aşamada görsel veriler işleme tabi tutularak görmemiz sağlanır Sözlüklerde ise gerek bakmak ve gerek görmek kelimelerinin tanımları, mecazî anlamları ve deyimlerdeki kullanışları sayfalar tutuyor. Bunlar arasından yalnız konumuzu doğrudan ilgilendirenleri seçersek. Bakmak:
• Görmek için gözlerini çevirmek; bakışı bir şey üzerine yöneltmek;
Görmek: • Muayene etmek; İncelemek; • Seyretmek; • Gözler ve ışık yardımıyla bir şeyin varlığını hissetmek, seçmek; • Anlamak, Kavramak, Sezmek; • Değerlendirmek, bir şey hakkında fikir ve kanaat sahibi olmak, hüküm vermek tanımlarını buluruz. Sözlüklerdeki görme ve bakma ile ilgili deyimlerin zenginliği, görme yeteneğimize ve gözlerimize ne kadar önem ve değer verdiğimizin kanıtıdır. Bununla beraber, görmek her zaman hoş veya yararlı olmayabilir. FAKİHİN KIZIı Büyük Fars şairi Şirazlı Sadi'nin Gülistan’ ında şöyle bir menkıbe yer alır. Bir fakihin son derece çirkin yüzlü bir kızı vardı. Evlenme çağına da gelmişti. Çeyizi, malı bulunduğu halde kimse onunla nikahlanmağa yanaşmıyordu. Velhasıl, ister istemez kızı bir köre nikahladılar. Anlatırlar: O tarihte Serendip’ten körlerin gözlerini açan bir hekim gelmişti. Fakihe: “Niçin”, dediler, ”damadını tedavi ettirmiyorsun?”” Cevap verdi: “Gözü açılır da kızımı boşar, diye korkuyorum!” Bu hikaye üzerine Sadi şöyle der : Çirkin yüzlü kadının kocası kör olsun, daha iyi. Bir bilge kişi de Çirkinlikleri görmezden gel;********* Ne gönül gözü ile ne beden gözü ile bakma. diyor. BAKTIĞINI GÖRMEK Bilge, bize çirkinliklere hiç bakmayın, baksanız bile görmeden geçin diyor. Yani kendi isteğimizle görme yeteneğimizden yararlanmaktan vazgeçmemizi öğütlüyor. Bir de elimizde olmayan durumlar var. Yani baktığımız halde göremediğimiz durumlar. . . Mesela bencileyin dikkatsiz veya dalgın birisi, yolda bir ahbabının yanından geçer de onu görmez; ne ona selâm verir ne de selâmını alır. Bazen de gözlerimizin önünde cereyan eden bir olayın veya her gün karşımıza çıkan bir nesnenin ne anlama geldiğini, çok sonra bize birisi açıkladığında, ya da başka bir olay vuku bulduğunda ancak öğrenebiliriz. Bu tür dikkat veya bilgi eksikliği yanında, zekâ eksikliği de bazı durum veya olayları anlamaya, bu durum ve olaylara bir anlam vermeye yetmeyebilir. Zekâ olmadan algılama gerçekleşse de anlama mümkün olmaz. Namık Kemal’in seçme mısraı geliyor aklıma: Münferit vasıtai rüyet iken göremez kendisin dîde bile. yani “Kendisi görme aracı olduğu halde göz bile kendini göremez. ” Baktığını iyi görmek demek, gördüğünü algılamak, anlamak ve belleğine kaydetmek anlamına gelir. Bu konudaki zekâ eksikliğini değil ama dikkat veya bilgi eksikliğini eğitimle, deneyimle gidermek mümkün olabilmektedir. Çocuk resimlerindeki perspektif ve oran hatalarını dikkate alırsanız doğayı, canlıları, mekanları ve eşyayı bugün gördüğümüz gibi görmeyi epeyce bir deneyim sonunda öğrendiğimiz anlaşılır. Polislik gibi bazı mesleklerde bu öğrenme işi sadece kişinin deneyimlerine bırakılmaz, adaylara özel egzersizler içeren bir eğitim verilir. Bu tür özel mesleklere mensup olmayanlar için de baktığını görme eğitimleri verilebilmektedir. GÖRÜŞ İYILEŞTIRME MERKEZI İnternet’te gezinirken, Belgeli Doğal Görüş İyileştirme başlığı altında yarı reklam, yarı bilimsel açıklamalara gözüm ilişti: Bunlardan birini özetleyerek sizinle paylaşmak istiyorum: Çocuklar doğal olarak kalpleri aracılığıyla görürler Onların dünyası daima yeni ve canlıdır, heyecan vericidir ve maceralarla doludur. Merak, araştırma isteklerini kamçılar; değişiklik ise doğal bir olgudur onlar için. Sonra büyür yetişkin birer insan oluruz ve kalbimizin istediğini izlemeyi unuturuz. Günlük yaşamın sıkıntıları, üzüntüleri zihnimizin canlılığının kaybolmasına neden olur. Görsel bir bulanıklık içine düşeriz. Başka bir deyişle görme yetersizlikleri, örneğin miyopi yani uzağı görememeye başlamak yalnızca gözün anatomisindeki ufak değişikliklerden doğmaz. Bunda gördüklerimizi veya kendimizi değerlendirmelerimizin de rolü vardır. Çünkü gözler ruhun penceresidir ve görme zihnin dış aleme bakışıdır. Biz Dünyaya zihnimiz ve bedenimiz bir arada, bütün bir insan olarak bakar ve görürüz. Yani Dünyayı nasıl gördüğümüz Dünyaya nasıl baktığımızla ilgilidir. Bedenimizin ve duyu organlarımızın fiziksel durumu yanında, duygusal ve düşünsel yapımızın hatta belki dünya görüşümüzün, felsefemizin de önemi vardır. Bunun iyi tarafı şudur: Çünkü, buradan görme yeteneğimizin azalmakta olması konusunda bir şeyler yapılabileceği sonucuna varılmaktadır. Muhtaç olduğumuz tek şey, geride bıraktığımız çocukluk yıllarının özelliklerini bilen ve bu saf ve temiz günlere bizi geri dönmeyi öğretebilen birisini bulmaktan ibarettir. Özet olarak, gördüğümüz dünya kalp gözümüzle algıladıklarımızın bir yansımasıdır yani içsel bir olgudur: Bunun tedavisinin de içsel bir yanı olmak gerekir. Açıklamanın bundan sonraki bölümünde teknik bazı bilgiler ve parasal kolaylıklardan bahsedildiği için bizi ilgilendirmemektedir. ZOR SORU Bakıp da görememek durumu felsefî bir boyutta da incelenebilir. Felsefede modern şüphecilik okulunun en başta gelen temsilcilerinden olan Bertrand Russel Felsefe Meseleleri adıylaAdnan Adıvar tarafından dilimize çevrilmiş olan eserinde Görünüş ve Gerçek adlı birinci bölümüne şöyle başlıyor: Dünyada aklı başında bir adamın şüphe edemeyeceği kadar kesin bir bilgi var mıdır? İlk bakışta hiç güç gibi görünmeyen bu soru sorulabilecek soruların hakikaten en güçlerinden biridir. Eğer bu soruya doğruca ve güven verici bir cevap vermek yolundaki engelleri bütünüyle göz önüne getirirsek felsefe incelemesine pekala atılmış oluruz. Çünkü felsefe, bu gibi son (nihaî) sorulara, her günkü hayatımızda ve hatta bazen bilimde olduğu gibi, gelişigüzel veya dogmatik değil, belki bu soruları şaşırtmaca haline koyan şeyleri inceledikten ve sıradan düşüncelerimizdeki belirsizliği ve karışıklığı dikkate aldıktan sonra, eleştirel cevaplar vermeğe uğraşmaktan ibarettir. Her günkü hayatımızda bir hayli şeyleri kesin bilgi gibi sayarız ki daha titiz bir inceleme üzerine bu bilgilerin bir grup apaçık çelişkilerle dolu bulunduğunu ve hakikaten bizim inanabileceğimiz şeyin ne olduğunu ancak birçok fikir yürütmelerin bize bildirebileceğini anlarız. Russel bu girişten sonra okuyucuyu bazı basit gözlemlerini açıklar: Bir masa başında ve bir sandalye üzerinde oturduğumu, masanın üzerinde bazı kitaplar ve kağıtlar olduğunu görüyorum; başımı çevirirsem pencereden binaları, bulutları ve güneşi görüyorum. . . . İnanıyorum ki herhangi bir adam odama gelse aynı sandalye ve masayı kağıtları ve kitapları benim gördüğüm gibi görecektir. Russel burada biraz durup düşünmemizi ister. Önce masanın renginin bütün yüzeylerinde aynı olmadığını, ışığın vurduğu veya bakanın durduğu yere göre değişik nüanslar kazandığını belirtir. Yani ilk anda düşündüğümüz gibi masanın rengi değişmez, tek bir renk değildir. Masanın sertliği de ona dokunduğumuz organımıza ve dokunurken uyguladığımız güce göre değişir. Masanın üst tablasının şeklinin dikdörtgen olduğunu görüyorsak da cetvelle, gönye ile ölçtüğümüzde geometride tanımlanan dikdörtgen şeklinden çok uzak olduğunu hemen anlarız. Masanın yapıldığı malzemenin dokusunu çıplak göz yerine bir büyüteçle incelediğimizde de çok değişik bir görünümü olduğunu görürüz. Hele bir de mikroskobun işin içine girdiğini düşünürsek anlarız ki masa bizim ilk anda gördüğümüzü sandığımız şeyden başka bir şeydir. BAKMADAN GÖRMEK Russel’ın bu açıklamaları, görmek için, daha doğrusu gerçeği görmek için, bakmanın yetmeyeceğini kanıtlamış olmalı. Hal böyle iken görmek için bakmak gerekmeyeceğini ileri sürmek sanki biraz çelişkili gelmiyor mu? Böyle bir çelişki var mı diye düşünürken, “bakmadan görmek” için bir değil birden çok yol olduğunu buldum. Daha doğrusu öteden beri bildiğimiz bazı gerçekleri hatırladım. Bu bulgularımı şimdi sizlerle paylaşmak istiyorum. BELLEĞİN YARDIMI Bakmadan görme yollarından ilk akla geleni ve hepimizin çok iyi bildiği yöntem “bellekten hatırlayarak görmek” tir. Karanlıkta ev içinde yolumuzu kolayca buluruz. Çünkü neyin nerede olduğunu eşyalar arasında ne kadar mesafe bulunduğunu az çok hatırlarız ve sanki görüyormuş gibi buzdolabının kapağını açıp susuzluğumuzu giderebiliriz. Bildiğimiz bir yerde, önceden belleğimize kaydetmiş olduğumuz bilgilerden yararlanarak yolumuzu bulma işinde, bir düşünme süreci de bulunmaktadır ama bu işi daha çok beynimizin mekanik hareketlerimizi yöneten bölümünün üstlendiği muhakkaktır. Buna çok benzeyen bir durum körlerin yaşamlarını sürdürürken yaptıkları hareket ve davranışlarda da söz konusudur. Bununla beraber sonradan olma körlerin belleklerinde doğa, canlılar, mekanlar ve eşya hakkında bazı imgeler bulunsa bile, anadan doğma körlerde böyle bir olanak da bulunmamaktadır. Bu yüzden körler yaşamlarını görme dışındaki duyguları ile, yani işitme, koku alma, dokunma, tatma duyguları ile sürdürürler ve bu hususta görenlerden daha çok düşünme gücü ve muhakemeye dayanırlar. Bu bakımdan görmezlerin görme dışındaki duyuları çok gelişir, hatta öyle gelişir ki görenlerin göremedikleri nesne, durum ve olayları bile “görebilir “ yani algılayabilirler. Daha da ileri gidip adeta ermişler gibi hakikate erişen körler de vardır. Örneğin Aşık Veysel için “O dünyayı gönül gözüyle görür.” denirdi. . Bu konuya aşağıda tekrar döneceğiz. HAYAL GÜCÜ Bakmadan görmenin diğer bir yolu hayal görmek veya hayal kurmaktır. “İnsan bu alemde hayal ettiği müddetce yaşar” diyen Yahya Kemal hayal gücünün önemini ne güzel vurguluyor. Geleceği bazen hayal gücümüzle görmeye çalışırız, bazen de gerçeği hayallerimizle süsleriz. Her iki halde de bakmadan görme söz konusudur. Hayalimizin gerçeğin önüne geçtiği durumlar da vardır. LEYLA iie MECNUN Burada Şirazlı Sadi’den bir başka alıntı yapacağım. Büyük Fars şairi, Leyla ile Mecnun hikayesi ile ilgili şöyle bir menkıbe anlatır: Arap hükümdarlarından birine Leyla ile Mecnun’un hikayesini anlattlar. ”Bunca faziletine, belagatine rağmen çöllere dalmış, iradesinin dizginini elinden kaptırmış!. “ diye Mecnun’un perişanlığını sayıp döktüler. Hükümdar, Mecnun’u huzura getirtti: “İnsanlık şerefinde ne kusur gördün de hayvan tabiatına girip insanca yaşamayı terk ettin?” diye onu kınamaya başladı. Mecnun inledi, cevap verdi: “Nice gerçek dostlarım, Leyla’yı sevdim diye beni kınadılar. Ama onu bir gün görmüş olsalar, mazur olduğum anlaşılırdı. ” Keşke ey dilber, bende kusur arayanlar senin yüzünü görselerdi de karşında kendilerinden geçip turunç yerine ellerini kesselerdim. . . ” Böylece mananın hakikati davanın suretine şahit olsaydı. . . Yüce Tanrının buyurduğu gibi, kendisi için beni ayıpladığınız işte bu deseydim. Bunun üzerine, hükümdarın gönlüne Leyla’nın güzelliğini temaşa etme arzusu düştü. Bunca fitneye sebep olan güzelliği bilmek istiyordu. Kızı bulmalarının emretti. Arap kabilelerini dolaştılar. Leyla’yı ele geçirdiler. Sarayın divanhanesine getirip hükümdarın karşısında durdurdular. Padişah onun şekline baktı: kara yağız, zayıf endamlı bir kızdı. Leyla, gözüne hakir göründü. Haremindeki hizmetçilerin en adisi ondan daha güzel, daha süslüydü. Mecnun, hükümdarın gönlünden geçenleri kavradı. Padişahım, dedi. Leyla’nın güzelliğine ancak Mecnun’un göz bebeğinden bakmalısın ki onu seyretmenin sırrı sana da tecelli etsin. ” Burada bir halk şairimizin, Şeref mahlasını kullanan Şerafettin Taşlıova’nın şu kıtasını zikretmeden geçemeyeceğim Arzu iplik, sevgi nakış Ördükçe güzel görünür. Gönül gözü ile bakış Gördükçe güzel görünür Aynı konuda Koca Yunus da şöyle diyor: Ne görür gülde ya biçare bülbül Ki gülistana karşı gul gul eyler Ne gördü Leyla’nın yüzünde Mecnun Akıdup göz yaşın ab- u-sel eyler. HAYAL VE GERÇEK Gerçeği hayalimizle süsleyince belki hayat daha güzel oluyor. Gerçek ile hayal karışıyor, bazen hayal gerçeğin yerini alıyor. Gerçek ve hayalin beyin işlevleri açısından da birbirine yakın olduğu anlaşılıyor. Zira, MIT ‘ deki ve Toronto Rothman Enstitüsündeki bilginler nesneleri görmek ile hayal etmek eylemlerinin beyinde benzer faaliyetler doğurduğunu kanıtladılar. Gönüllü deneklere, bir dizi yüz ve yer resimleri gösterildi. Aynı anda da bu deneklerin beyinleri işlemsel manyetik rezonans görüntülemesi (functional magnetic resonance imaging) yoluyla taranıp kaydedildi. Bilgisayar görüntülerinde ortaya çıktı ki yüz resimleri korteksin belirli bir bölgesini aktive ederken, yer resimleri başka bir bölgesini aktive etmektedir. Aynı deneklere yüz veya yer imgelerini hayal etmeleri istendi. Görüldü ki korteksin yer resmine bakarken aktive olan bölgesi, bir yer imgesi hayal edilirken de aktive olmaktadır. Yüz imgelerinin hayal edilmesi anında da yüz resimlerine bakarken aktive olan bölgeler aktive olmaktadır
GÖNÜL GÖZÜ Bakmadan görmenin en önemli yollarından birinin, hatta birincisinin gönül gözü ile görmek olduğu söylenebilir. Biraz önce Aşık Veysel hakkında “O dünyayı gönül gözüyle görür. ” dendiğini söylemiştik. . Dalgın dalgın seyreyledim dünyayı Boyalar ne, çiçekler ne, koku ne? Bir arama yaptım kendi kafamı Görünen ne, gösteren ne, görgü ne?" Bu dizelerin de gösterdiği gibi Veysel dünyayı kafa gözüyle değil gönül gözüyle seyretmekte, gerçeği araştırmakta, düşünmekte ve bizleri de düşünmeye sevk etmektedir. Saint Exupery de Göz, hiçbir şeyin özünü göremez, kişi ancak yüreğiyle görür. diyor. O halde nedir bu gönül gözü? Kavramları mizahî bir açıdan tanımlayan bir sözlük Gönül gözünü şöyle tanımlıyor: Hayata ve yaşama dair bilgileri kavramaya aklın yetmediği durumlarda ortaya çıkarak, anlam arayışına sezgi yoluyla katkıda bulunan ve sezgicilerin, varlığından dem vurabilmek için arınmış bir iç dünyaya sahip olunması gerektiğini iddia ettikleri, bakmaktan çok görmeye yarayan içsel organ. Aslında “Gönül gözü” ibaresi daha çok halk şairlerinin kullandığı bir deyimdir. Divan edebiyatında ve tasavvufta basiret kelimesi kullanılmaktadır. Basiret ise sözlüklerde • Hakikati kalbiyle hissedip anlama; • Görüp iç yüzüne ve gerçeğine varma veya; • Anlayış, kavrayış, feraset şeklinde tanımlanmaktadır. Basiret kelimesi Arapça “basr= görmek” kökünden geliyor. Bu kökten “basr” eylemini yapan anlamında türetilen “bâsir” kelimesi, İslam inancında Allah’ın Güzel isimlerinden biridir ve Allah her şeyi görür anlamındadır. Her şeyi görür demek varlıkların ve olayların sadece dış görünümlerini (zahirini) değil özünü (bâtınını) da görür anlamındadır. Bâsir’in gerek zahiri ve gerek bâtını görmesi için bakmak gibi herhangi bir eylemde bulunması gerekmez. İnsanın da Allah’ın yeryüzündeki halifesi sıfatıyla basiret yeteneğine sahip olabileceği ileri sürülmektedir. Potansiyel olarak her insan bu yeteneğe sahip olsa da gerçekten basiret sahibi olmak ancak kâmil insanlara nasip olabilmektedir. VAHDET O halde soru kamil insan nasıl olunur noktasında düğümlenmektedir ki Şairin “Hakikat bir ama rivayet muhtelif” dediği gibi, varılacak hedef tek olsa da, bu hedefe götürecek çeşitli yolların olduğunu, bu yollardan hangisinin tercih edileceğinin ise kişinin dünya görüşü, hayat felsefesi, dinî inancı gibi hususlara bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin, Akşemseddin “insan-ı kâmili nûr-ı Muhammedi” olarak nitelendirir. Ona göre “Allah'ın isim ve sıfatları insan-ı kâmilde tecelli eder. Vahdete ulaşan kâmil insanın gönül gözü açılmış, eşyanın hem zâhiri, hem de bâtinî yönüne mazhar olmuştur. Çünkü o özüyle Allah'ı temsil eder. ” NEFSİ TERBİYE Bazı mutasavvıflar Kuran-ı Kerimin bazı ayetlerine de dayanarak, “Rabbin, Göğsünü İslam’a açmış olduğu kimseleri nurlandırdığı”nı , Rabbinden bir nur alan kişinin gönül gözünün görmesi için nefsini eğitmek durumunda olduğunu, . ”Nefsini temizleyip arındıran kişinin gerçekten kurtulmuş olacağını, onu kirletip örtenlerinse kayba uğrayacağını “ belirttikten sonra nefsimizi temizleyip arındırmamızı öğütlemektedirler. Şu parça Mevlana’nın Mesnevi’sinden alınmıştır: Kör insan, yürürken önüne gelen pislikten sakınmaz, Yürür geçerken pisliği görmez. Bu yüzden pisliğe bulaşabilir. Baş gözü kör olan kişi, görünen pisliklere bulaşır, kirlenir. Gönül gözü kör olan kişi, görünmeyen, gizli pisliklere bulaşır, kirlenir. Görünen pislikler su ile temizlenir. Görünmeyen, gizli olan, içte bulunan pislik ise su ile temizlemek şöyle dursun, iyice depreşir. İçteki pislikler belirince, onları gözyaşından başka bir şey ile temizlemek mümkün değildir. Kâfirin dışı temizdir, görünen pisliğe bulaşmamıştır. Ama pislik onun içinde, inancında, huyundadır. Görünen pisliğin kokusu yirmi adımlık yerden duyulur. İçteki pisliğin kokusu ise kuzeyden güneye, batıdan doğuya dek gelir. . . SEVGİ Gönül gözünü açmanın bir diğer yolu sevgiden geçer. Çünkü, gönlün en büyük gücü sevgidir. Nefsin isteklerine yenik düşmeyen gönül, sevgi üretir. Sahip olduğu sevgi ile insan, aklını ve mantığını nefsinin isteklerine karşı korumak için güç bulur. Gönüldeki sevginin, Allah aşkına dönüşmesi için, öncelikle çevre ile paylaşılması gerekir. Bu paylaşımdaki amaç; sevgiyi, yaratılan merkezinden çıkarıp, yaratılandaki “Yaratan”ı görerek sevmektir. Yunus Emre, işte bu sırra dikkat çekmek için; Sev yaratılanı yaratandan ötürü diyor. Bir başka deyişle; insan, sevgisini evrene yayabildiğinde ya da evrende sevgisini bulabildiğinde; gönüldeki sevgi, Allah aşkına dönüşür. Mevlânâ da sevginin önemini Mesnevî'sinde şu şekilde açıklar:: "Bil ki, içi ilâhî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan ne kadar zavallıdır; belki de hayvandan daha aşağıdır. Zira Ashab-ı Kehf'in köpeği dahî aşk ehlini aradı, buldu. Rûhânî bir safâya erişti ve o has kullarda fânî olarak cenneti kazandı. " Gönül gözünü açmanın bir diğer yolu da kendini tanımak ve bilmektir. KENDİNİ BİLMEK Eski Yunandan beri verilmekte olan Kendini Bil! direktifinin yerine getirilmesi yolundaki çabalar da gönül gözünün açılmasına yardımcı olur. İnsanın kendini bilerek evrenle ilgili içsel gerçekleri ve temel doğruları nasıl anlayabileceğini biraz açmaya çalışalım. Yunus Emre İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır. diyor. Yani hakikati aramaya kendimizi bilmekten başlamamız gerekiyor. İnsanın kendini bilmesi için ise önce kendini bilmediğini kabul etmesi gerekir. Çağımızın insanı kendini bilmez ama bildiğini zanneder. Bir insana "Sen kimsin?" sorusu yöneltildiğinde. büyük çoğunluk ilk önce adını söyler. "İsmini sormuyorum, kim olduğunu soruyorum. ", derseniz; bu kez de mesleklerinden, yaşlarından, ailelerinden, oturdukları semtten, okudukları okuldan vs bahsetmeye başlarlar. Bu hususların bizi tanımlayan öğeler taşıdığı muhakkak. Ama özde gerçek olarak ben kimim? sorusu insanı duraklatır. Bu soruya samimi olarak cevap aramaya başlarsak, işte o zaman gönül gözümüz de açılmaya başlar diye düşünüyorum. |