BAŞ SAYFA  Makaleler  Görüşler   Bilgiler   Belgeler   Yarenlik   Şiirler
>

ŞU BİZİM GÖÇEBE, DUVARCI USTASI ATALARIMIZ


nutmamak gerekir ki, Ortaçağ'da duvarcıların yaptığı işe "Royal Art" denirdi... Yalnız krallara, ruhbanlara hizmet verdiği için değildir bu tanım. Sanatların en soylusu olduğuna inanıldığı için bu sıfat yakıştırılmıştır. Bu işe soyunan olursa anlar. Bu işi yapmaya da öyle herkes kolay soyunamaz, soyunan olsa da kolay başaramaz.
        O günlerde kunduracılar, şekerciler, daha pek çok lonca vardır. Hepsi işinin erbabıdır. Eninde sonunda hepsi kent yöneticilerine, soylulara, ruhbanlara bağlıdır, bağımlıdır. Niye onların işine değil de, duvarcıların işine "Royal Art" denirdi?
        Acaba ustalarımız, eski duvarcı ustaları da, bizimkilere benzeyen, sıkıntılı anlayışsızlıklarla karşı karşıya mıydı diye gelmiştir hep aklıma.
        Mekan deyince, bu niteliği onun yaratıcısından ayrı düşünme olasılığı yoktur. Var olanı algılayarak, özümleyerek, var olmayanı ortaya koyan, yaratan kişi kimdir, ne yapar, nasıl yapar bilmeli ki, yaptığı şey, yapılan şey anlaşıla... Benim öfkem de affedile...
        Ustalarımız nasıl çalışırmış, örneğin Gotik mabetler nasıl kurgulanır, nasıl gerçekleştirilirmiş. "Notredames"lar, "Köln" ler, "Chartres"lar "Westminster"lar, "Ulm"lar nasıl gerçekleşmiş, sonunda, Beauvai 'de nasıl çökertmişler başlarına fark edile...
        Bilinen gerçek şu; yapı, Gotik dönemde, daha anonim bir üretim, bir organizasyondu. Ama başmimar bilinir ve onun adı anılırdı. Şimdi bir ara saptama yapmamız gerekiyor.
        Aslında, Batı Kültürü'nde, bireyin, yaratıcının ortaya çıkması geleneği Yunan'la başlar. Bu yüzden de Batılılar, Yunan Kültürü'nü kendi kültürlerinin başlangıcı olarak saptarlar.
        Niyedir bilir misiniz, bireyin belirginleşmesi, tanrısal (yaratıcı) insanın önem kazanmaya başlaması, Batı Kültürü' nün oluşmasındaki belirgin nirengilerden, "landmark"lardan en önemlisi kabul edilir de ondan. Örneğin, Yunan Kültürü ile birlikte, artık Phidias adında bir usta olduğunu biliyoruz. Ondan öncekilerin hemen hemen hepsi anonim, pek azının adını biliyoruz. Bu hatırlatmadan sonra yolumuza devam edebiliriz belki.
        Pekiyi, ne yapardı, nasıl çalışırdı bu başmimarlar...
        
Başmimar, hangi taşın, nerede kullanacağına karar verirdi. O, "taşın içindeki tohumu" kavrayabilen kişiydi. Hangi taş nerede kullanılacak, hangi taş temele gelecek, hangisi köşe taşı olarak kullanılacak, hangisi dolgu malzemesidir, hangi taş kilit taşı olacak, o karar verirdi. Başmimar, ayrıca taşı seçtikten sonra biçimini, ölçülerini de tayin ederdi.
        Her şeyden önce, çırak olarak işe başlarlar; çekiç, taşçı kalemi ve cetveli kullanmasını öğrenirlerdi. Çırak, o taşı yontan kişiydi. Kalfalar, taşı yerine oturtan kişilerdi. Duvarın, kemerin kurallar gereği ve düzgün olmasından sorumluydu. Ustalar da taşa biçim verirlerdi. Ayrıca, her iş kaleminin ayrı bir ustası vardı. Temelciler ayrı, taşçılar başka, ahşap işleri, çatı işleri farklı ustaların sorumluğundaydı. İşi, kalfaları yürütürdü.
        Ama, şantiyenin aristokratları taşçılardı.
        Gotik dönemde, günün ağır çalışmalarından sonra, her gurubun kendi içlerinde toplanarak, geliştirici çalışmalar yaptığı biliniyor. Bunların inşa halindeki yerde toplandıkları da biliniyor. Tamamlanmamış olan mabet, onların çalışma yerleriydi. Unutmayın, kaba çizimler vardır ama yapı bir-bölü-bir yerinde yapılmaktadır.
        Mabedin yapımı, o kadar uzun yıllara yayılır ki, tamamlanmamış mabet giderek sembolik bir anlam kazanır. Mabedin hiç tamamlanamayacağı düşünülür. Bu tamamlanamayan ve hiç tamamlanamayacak diye düşünülen mabet, onların kendi iç dünyalarını da temsil eder, kendilerini de hiçbir zaman tamamlayamayacaklarını, hiçbir zaman, olması gerektiği gibi insanlar olamayacaklarını düşünürler, filozof adamlardır. Yapı yapma süreci, onların kendi kişiliklerini arındırma sürecidir de...
        Sinan'ın dediği gibi, "taksiratı" affedilmesi gereken kişiler olarak görürler kendilerini. Alçakgönüllü olmak bir erdemdir. Kendilerini, olmuş, oluşmuş, mükemmel adamlar olarak görmezler. Böyle bir şeye hakları olmadığını düşünürler. Sağlam adamlardır.
        Ayrıca, başmimarın kendine uygun bulduğu ustaları bir araya getirerek tartıştığı, planladığı ve eğittiği de biliniyor. Zira, ertesi günlere bırakılacak olan sadece yapı değildir. Ertesi günlerde de gelenekler sürdürülecektir; ertesi günlerde, başmimar olan kişiler de yetişecek, yetiştirileceklerdir.
        Şantiye onların her şeyidir. Orada yaşar, orada çalışır ve bazen de orada ölürlerdi. Her Gotik katedralin yanında ilk oluşan mezarlığın, orada çalışan usta, kalfa ve çıraklara ait olduğu söylenir. Yapı, insanı telef eder zaten...
        
Başmimarın, mabedin tasarımını nasıl yaptığı, ne zaman yaptığı pek iyi bilinmiyor. Bunun nedeni basittir. Her keresinde yapı, kendinden önce var olan bir yapı örnek alınarak başlar, değişiklikler operasyoneldir, yani yaparken oluşur. Başında bir fikir, bir düşünce, bir kurgu olduğu kesindir, ancak, işin gelişiminde, biçimlendirilmesinde oldukça yüksek oranda bir operasyonellik vardır.
        Atalarımızın yaklaşımı, gücünü, kalıcılığını geleneklerden alır. Müthiş bir birikime dayanmaktadır. Günümüzdeki pek çok mimarın aksine kendini öne çıkarmayı amaçlamaz. Yeni bir sorunla karşılaştığında, kendince çözer geçer. Sonra bilen bilir değerini.
        Belki de bir başka yerde, başka bir zaman, bu çizgideki alçak gönüllüğü yeniden tartışırız. Alçak gönüllülüğün nerelerden geldiğini, değerlendirilmede nasıl en önemli ölçütlerden biri haline dönüştüğünü, yargılanmayı zamana bırakışını. Zamanın en büyük hakem olduğuna inanışını... Evrensel bir değerin, bir doğrunun kaybolmayacağına olan inançlarını... Ortaya çıkan sonucun, "kendiliğinden" oluşmuş gibi tanıdık görünmesinin arkasındaki gerçeği...
        Müthiş bir birikime dayanmaktadır demiştik, bu yüzden de yaşama, işleve ilişkin az hatası, nesiller boyunca biriktirilmiş bir gerisi vardır. Taşın taş üstüne konarak deneyimlerin biriktirilmesinin, kültürün oluşturulmasının öyküsüdür bu... Onlar bunun kıymetini çok iyi bilirler ve çevrelerindekileri buna eğitirler. Kıymet bilen adamlardır, varlıklarının bu kıymet bilirliğe, bu vefaya bağlı, buna bağımlı olduğuna inanırlar. Ölümsüzlük için, başka güvenleri, başka güvenceleri yoktur.
        Yaşama ve işleve ilişkin az hata yapan ustalarımızın, sıkıntılı anlayışsızlıklarla pek de karşı karşıya kalmadıklarını "düşünmüşümdür hep. Ancak doğruysa, baba Sinan'ın, eğri denilen minareyi ip takıp çektirdiğini de unutmamak gerek. Chartres Katedrali
(1)
         Sınırlar zorlanmaz, var olan sorgulanmaz zannetmeyin, sınırlar hep zorlanır, var olanı olduğu gibi korumak, aynını uygulamak değildir amaç; bir adım nasıl ileri gidileceği, hep araştırılır durur.
        Bakın nasıl... Gotik dönemin ünlü dizi katedrallerinde, örneğin payandalar inceltilerek sınırlar zorlanır, dolgu duvarlar giderek birer dantel haline
         dönüştürülerek sınırlar zorlanır, kubbe açıklığı ile basıklığı arasındaki oranlar zorlanır. Ve de, öyle zorlanır ki, sonunda galiba Beauvais Katedrali' nde başlarına çöker. Gotik'te, hiçbir yapı elemanı kendi kendini bile taşıyacak güçte değildir.
        
Ayasofya'nın kubbesi de, ya üçüncüsü ya da dördüncüsüdür yanılmıyorsam. Değişkenler bunlardır işte. Sonunda, Gotik katedral öyle bir hale gelir ki, hiçbir parça kendini bile taşıyamayacak kadar narinleşir. Ama bütünü oluşturduklarında, bir araya gelince, yapı taş gibi ve hâlâ ayakta durur.
        Statik ve değişmezmiş gibi görünen, dönüşümün çok uzun zaman içinde gerçekleşmiş olmasıdır. İçinde yer aldığı zaman aralığı düşünülürse, bu da doğaldır.
        Mimar Sinan'a deha niteliğini atfeder dururuz. Süleymaniye ile Selimiye'nin planlarının arasındaki farka bakın, anlarsınız. Nasıl geçmiştir, kare kubbe altından, çok kenarlı kubbe altına bilinmez.
(2)

        Ondan önce vardır, kümbetin üstündeki koni olarak çıkar karşımıza Anadolu'da... Batıda da vardır. Kümbeti bilir, ama Batıdakileri görme olasılığı var mıydı, duymuş mudur, bilmiyorum. Artık, kendine sorma olasılığımız da yok. Büyük bir olasılıkla kümbetten esinlenmiştir, önce, türbelerde dener. Sonra, Fındıklı'daki Molla Çelebi'de, yine İstanbul'da Rüstempaşa'da ve Babaeski'de Semiz Ali Paşa'da çokgenler üstüne oturtur, hazırlıklarını yapar.
(2)

nbsp;        Daha sonra bir sekizgen taban üstünde, görkemli Selimiye'de çıkar karşımıza. Süleymaniye ile Selimiye'nin arasındaki farka bakın, o kadar uğraşı, bu kadar küçükmüş gibi duran bir farka değer bulmayabilir çok kişi.
…………(3)
        
Aslında dikkatle bakıldığında, bu işin ehli olan kişilerin bile kolay algılayamadığı, herkesin kolay farkına varamayacağı, farklı bir şeyler dener, her yapısında.
        Bilinen gerçek, geleneklerin sürdürüldüğü ve de değişimin çok yavaş olduğudur. Bu Adamlar, özellikle Gotik ustalar, göçebedirler. Bir yere gider, çalışır, işlerini bitirir, sonra kalkıp başka bir yere giderler. Bu yüzden, kendilerine "Hür Duvarcılar" denir. Zira, Ortaçağ'da, herkes istediği gibi oradan oraya gidemez, onlara bu imtiyaz verilmiştir. Kendilerini başmimara tanıtmak için, kendi aralarında kullandıkları işaretler ve sözcükler vardır aslında.
        Örneğin, bir başmimarın portal oymaları yapan bir ustaya ihtiyacı varsa haber eder, biri gelir, nasıl tanıyacaktır, usta olduğunu nereden bilecektir; işaretler, kelimeler ve selamla. Başmimar, gelenden emin olduktan sonra, örneğin kapının nerede, hangi genişlikte olacağını, sövesi üstüne kanaatini belirttikten, yol gösterdikten sonra artık onun işine karışmaz. O bildiği gibi yapar.
        Bazı ayrıntılar, bugünün insanlarının zihinlerini kurcalar. Örneğin, bazı Selçuk portallerinin bir tarafındaki motifler başka, öteki yanındaki motifler ve organizasyonu tamamen başkadır. "Niye" diye düşünülür. Kimsenin aklına, o portalde, birbirlerinin işine karışmayan iki ustanın çalışmış olabileceği, sağının, soluna benzemesi gibi bir kaygılarının olmadığı gelmiyor. Kim bilir, belki işveren yapının çabuk bitmesini istemiştir, belki de, iki portal ustası gelmiştir de başmimar yufka yüreklidir, ikisine birden iş vermiştir, aynı kapıda!
        
Gezgindirler demiştik ya, orada burada, çok iş varsa çok gezersiniz, az iş olursa, olduğunuz yerde kalma olasılığınız artar. Gotik ustalar için giderek yapacak yapı da, gidecek yer de, çalacak kapı da kalmaz. Çünkü bir başka dönem hükmünü sürdürmeye başlamıştır, Gotik gelenek tükenmiş, toplum değişmiş, anlayışlar farklılaşmış; yapı geleneği, farklı biçimler ortaya koymaya başlamıştır. Duvarcılarımız da, kılık değiştirmeye, birer kentsoylu olmaya başlarlar.
        Gezginci ustalık, Gotik geleneğin son bulmasıyla biter. Gotik duvarcı geleneği, XVII. yüzyıl sonlarında Anglo-Sakson Kültürü'nde iyice tükenir.
        Artık, kendilerinin sahip olduğu yapı bilgilerine ve tekniklerine giderek daha az gereksinme duyulan bir gurup meslek adamı, Gotik duvarcı ustaları, Rönesans ile ortaya çıkan yeni yapı geleneğinin en geç ulaştığı bir kültürde, işlevselliklerini tüketirler.
        Bunların güneyden kuzeye varması, yeni yapı geleneğinin bu en muhafazakar kültüre, Anglo-Sakson Kültürü'ne ulaşması iki yüzyıldan fazla sürmüştür, XVIII. yüzyılın başlarına kadar... Aydınlanma Çağı ile birlikte, yapı geleneği bir kere daha değişmeye hazırdır...
        Göçebe duvarcı ustaları birer burjuvadır artık.
        
(Bu yazı, yazarın bu sayımızda tanıtımı yapılan Sevgili Düşünceler adlı eserinden alınmıştır.)
        

(1 ) Jean Favıers - L'unıvers De Chartres, 1988, Foto : Jean Bernard *
(2) Metin Sözen, Sami Güner - Sinan, Archıtect Of Ages,The Republıc of Turkey, Ministry of Culture,1988, 1992 - Sayfa: 387-390
(3)Stefanos Yerasimos - Stanbul, İmparatorlukların Başkenti, Tarih Vakfı Yurt Yayınları 103,2000, Sayfa 263 - Foto : Wınnıe Denker