Stoik felsefecilerden bu yana, Tanrı inancının insanı ahlâklı davranışa yöneltmenin en önemli, hatta vazgeçilmez ön koşulu olduğu öne sürülmektedir.
Batı inanç sisteminin dayandığı Hıristiyanlığın ve bir ölçüde Yahudi kültürünün ana ilkesi olarak, bir yüce yaratıcının varlığının kabulü ile birlikte, her insanda, doğal oluşumun parçası olmayan, tanrısal kökenli bir “ruh” bulunduğu ve bu ruhun onu doğru (ahlâklı) davranışa yönelteceği ve ölümden sonra da öbür dünyada onun Tanrı ile birleşmesini sağlayacağı inancı vardır.
İslam inancında da farklı bir yaklaşım söz konusu değildir. Ruhun varlığı ve ölmezliği özellikle mistik tarikatlarda daha belirgin olarak vurgulanmaktadır. “
Fena f’illah- beka b’illah <” (Tanrı varlığı içinde yok olmak onunla birlikte var olmaktır) şeklinde ifade edilen inanç biçimi, özellikle bütün insan varlığının manevi içeriğinin bir ruhtan kaynaklandığını ve bu ölmeyen ruhun, bedenin ölümünden sonra, başka bir dünyada onun manevi varlığının Tanrı ile birleşmesini sağlayacağını belirtmektedir. Başka bir deyişle, insan ruhu Tanrıdan (Allah’tan) kaynaklanmaktadır ve ölümden sonra ona dönecektir. Ancak, bütün ruhlar aynı derecede olgunlaşmış değildir ve bu nedenle çeşitli kereler yaşama dönerek olgunlaşma yolunda ilerlemek zorundadırlar. İslam inancında genel olarak bu durum açıklıkla belirtilmemekle birlikte (Kuran’da bazı imalar vardır) çeşitli sufî tarikatların benimsedikleri bir yaklaşımdır. Özetle, insanda Tanrıdan, kaynaklanan bir ruh vardır ve bu ruh insana insanca özellikler kazandırır ve onu Tanrıya ve dolaylı olarak da ahlâka yöneltir.
Teolojik felsefenin, özellikle İslam teolojisinin derinliklerinde ruh ve ahlâkla ilgili çok derin tartışmalar yatar. Çeşitli mezhepler bu konuya farklı yaklaşmakla birlikte, temeldeki varsayım
ölmez bir ruhun bulunduğu ve bu ruhun tanrısal olup, ölümden sonra Allah’ın varlığına geri döneceği doğrultusundadır. Tartışma konusu olan, insanın ayrıca bağımsız bir iradesinin de bulunup bulunmadığı, Allah’ın verdiği ruhun yönlendirmesinin dışında, örneğin, kötü davranışlara yönelmede, ruhun dışındaki bu bağımsız iradenin mi etkili olduğu tartışma konusudur. Özellikle
İslam’daki
Mutezile Mezhebi, insan davranışlarının yönlenmesinde insan aklının etkisini öne çıkarmaktadır. “
Akıl ile bilinmesi imkânsız olanların dışında akıl geçerlidir” ilkesi, buna inanan Mutezile ile her alanda Allahın iradesinin geçerli olduğuna inanan diğer İslam mezhepleri arasında çatışmaya neden olmuştur.
İnsan doğasının bir parçası olan, onu adalete ve doğru (ahlâklı) davranışa yönlendiren “
Vicdan” Tanrısal mıdır, yoksa insanın özgür iradesiyle ulaştığı
“insanca” gelişmişliğin bir ürünü müdür? Başka bir deyişle, ahlâklı davranış insanın aklıyla ulaştığı bir sonuç mudur, yoksa tanrısal iradenin insan ruhuna yansıması mıdır? Bu önemli sorunun doğru yanıtını bulabilmek için felsefî ve teolojik alanda pek çok tartışma ortaya çıkmıştır.
Özetle: ahlâk ve onu güdümleyen vicdan Tanrı inancından mı kaynaklanır, yoksa ondan bağımsız mıdır?
Bu küçük çalışma, yüzyıllardır tartışılan bu konuyu bir sonuca ulaştırma iddiasında değildir. Yalnızca, bu alandaki tartışmaları özetle aktarıp bazı sonuçlara ulaşmayı amaçlamaktadır.
Özellikle
18. yüzyıl da, aydınlanma felsefesinin başta Avrupa olmak üzere bütün Batı dünyasını etkisi altına aldığı günlerde, ahlâkla dinsel inancı birbirinden ayırma çabası güç kazanmıştır.
Hume, , ahlâkı dinden ayırmış, ayrıca yaşadığı dönem için dahi çok radikal görüşler olan
mucizenin imkânsızlığını ve ruhun ölümden sonra var olamayacağını ileri sürmüştür.
Kant ise doğal ilahiyat içinde yer aldığı varsayılan köklerinden ahlâkı kopartmıştır.
Hume, ’e göre din ve ahlâk ayrı şeylerdir, amaçları, sonuçları, hareket noktaları ve kökenleri tamamen farklı olup, insan varlığı üzerindeki etkinliklerinin sonuçları açısından birbirleriyle ilişkili değildirler. Ona göre, ahlâk, doğal ilahiyatın onu biçimlendirme yönündeki çabalarının sonuç vermesini bekleyemeyecek kadar öncelikli ve önemlidir.
Hume, ’un belirttiğine göre, dünyaya ve insanlara insanca (hümanist) bir bakış açısı ve sevgi besleme eğiliminin varlığının, en yoğun ve kapsayıcı dinsel kuramlar ve sistemlerden çok daha etkili, güvenli ve sürekli olarak insanları ahlâka ve doğru davranış biçimlerine yönlendirici olduğu, gözlemler ile belirlenmiştir.
(1)
Hume, ’un İnsan Doğası Üzerine bir İnceleme başlığını taşıyan kitabındaki görüşleri kendisinin zamanında dinsizlikle suçlanmasına neden olmasına karşın günümüzün önemli felsefî yaklaşımlarından birini oluşturur. Gerek bu konuda gerekse de diğerlerinde, çağdaşı
Immanuel Kant,
Hume, ’den fazlasıyla etkilenmiş olmakla birlikte, Tanrı inancıyla ahlâk ilişkisini sürdürme eğiliminde olmuştur.
Kant,
Saf Mantığın Eleştirisi
(2)
adlı ünlü yapıtında şunları ileri sürer:
“Kuramsal olarak mantığımız, Tanrının varlığına, yada ruhun ölmezliğine ilişkin bizlere hiçbir kanıt sağlamaz, ancak gene de, bu kavramların ahlâklı olabilmek için gerekli olduğuna inanmaktayım. "
Kant’a göre, ahlâk yasasının adalete gereksinim duyduğu tartışmasızdır. Ahlâk yasası, sahip olduğu adalet duygusuyla birlikte insanın benliğindeki erdemlerle orantılı ölçüde mutluluk duyacağını ileri sürer. Erdemli bir insanın, dinsel inancı yoksa bu yaşamda yeterince mutlu olamayacağını ileri sürerek,
Tanrı inancının ve öbür dünyada erdemlerin gereğince ödüllendirileceği inancının erdemli bir insanın mutluluğu için gerekli olduğunu savunur. Bu gerekçeyle kendisinin de sarsılmaz olarak Tanrının varlığına ve öbür dünyaya inandığını, aksi takdirde bütün ahlâki ilkelerinin dayandığı temeli yitireceğini ve özgüveninin kaybolacağını belirtir.
Kant’tan sonra gelen pek çok
Hıristiyan ve
Yahudi filozof ve ilahiyatçılar da ahlâklı olabilmek için dinsel inancın şart olduğu üzerinde durmuşlardır.
Tabii, onlar ilahiyatçıdırlar ve dinsel inancın yalnızca ahlâklı olmak için değil bütün yaşam için gerekli olduğuna inanmaktadırlar. Tek tanrılı dinlerin öncesine gidersek, Batı kültüründe eski Yunan ve Roma düşünürlerinin yaklaşımlarını buluruz.
Eflatun, tapınılmaya değer bir “
Sumnum Bonum” (En Büyük İyi Güç) üzerinde durmuş,
Aristo ise, başlangıçta olan ve sonda da var olacak bir büyük düşünsel güçten söz etmiştir.
Cicero ise, evrenin bir ilahî plana göre yönetildiğine ve her bir bireyin bu büyük ilahî varlığın birer yansıması olduğuna değinmiştir.
Cicero, insanların aynı tanrısal gücün yansıması olmaları nedeniyle, kardeş oldukları ve birbirlerine, bu kardeşlik bağına ve insan onuruna yaraşır biçimde ve adaletle davranmaları gereği üzerinde durur.
(3)
Beş Ciltlik “
Tusculum Tartışmaları” isimli eserinin son cildinde
Cicero,
ahlâklı olmanın insanı mutlu kılabilmek için yeterli olduğu üzerinde durur.
Bir yüce varlığa inancı gerekli görmekle birlikte, birçok düşünür gibi,
Cicero da ahlâklı olmanın
bir ödüllendirme beklentisi olmadan doğrudan kendi başına bir huzur ve mutluluk aracı olduğu üzerinde durmaktadır.
Aynı yaklaşımı Uzak Doğu düşünürlerinin bakış açılarında da görürüz.
Çinliler tarafından 2000 yıldan uzun süredir uygulanmakta olan
Konfüçyüsçülük, herhangi bir dinsel referansı içermez ve bir din değildir.
Musa’nın 10 Emrinde olduğu gibi keskin çizgilerle belirlenmiş yasakları ileri sürmediği gibi uygun davranış biçimlerini de belirlemez.
Konfüçyüs düşüncesinde keskin çizgilerle belirlenmiş yükümlülükler yerine
erdemlere yöneltici ilkeler yer alır. Konfüçyüs bilgesi, arzularını izler, duygularını tatmin eder ama bütün bunları yaparken bir ahlâklılık, yerindelik duygusuyla kendisini sınırlar. Bu “yerindelik” duygusu kişinin mantığı aracılığıyla belirlenir. Mantıklı olan da gerek kişisel gerekse de toplumsal deneyim sonucu ortaya çıkan uygun davranış türüdür. Buna karşın klasik
Konfüçyüs öğretisindeki ahlâk anlayışı, insanın akılcı, duygusal ve yaşamdan tat almaya yönelik eğilimleri arasında bir ayırım yapmaz.
Belirli bir ortamda çözümlenmesi gereken zor ahlâksal kararlar ortaya çıktığında, bunların çözümlerine her kişinin doğruluk/uygunluk duygusu doğrultusunda ulaşılır. Karşıtlıklar söz konusu olduğunda, karşı tarafın da bir mantıksal çözüm önerisi ortaya koyması ve bunların ortak platformda tartışılması gereklidir.
Eflatun öğretisinde olduğu gibi, Konfüçyüs’çülükte de yöneticinin bilge bir kişi olma zorunluluğu vardır. Liderlik için ahlâki değerlere bağlılık şarttır. Bir dine bağlılık ve dinsel yükümlülükten söz edilmemektedir. Ahlâklılık bilgeliğin doğal sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, Konfüçyüs’ün kendisinin de dua ettiği, oruç tuttuğu ve kurban törenlerine katıldığı söylenir.
(4)
Bir yüce varlığa inancın düş kırıklığı ve bedensel tehlike olasılığı anlarında Konfüçyüs’e güç verdiği belirtilir. Öyle anlaşılıyor ki, bir yüce varlığa inanç, bir yerde her türden ahlâk anlayışının, uzaktan ya da yakından, ayrılmaz bir parçası olarak belirmektedir.
Yaklaşık MÖ 563 yılında doğmuş Guatama Buddha adında bir düşünce adamı tarafından kurulmuş bulunan Budizm de, bir ahlâk öğretisini içermekle birlikte, esas itibariyle bir din değildir. Günümüzde, güneydoğu Asya ülkelerinin büyük bölümünde, çok büyük bir izleyici kitlesi bulunan Budizm, bir tür din gibi değerlendirilmekle birlikte
insan varlığını aşan, başlangıçta var olan ve sonda da var olacak bir Yüce Varlığa inancı içermez. Temelde inziva ve hedonizm (hazcılık) boyutları olan bir düşünce ve içe dönüşle ruhsal arınma yöntemidir. Örneğin
Yoga gibi çeşitli uzak doğu felsefeleri ve ruhsal arınma yöntemleri bundan türemiştir.
Budizm,yaşamda en büyük iyiliğe ulaşma çabasını desteklemez. Amacı davranışsal ya da ahlâki mükemmeliyete ulaşmak değildir. Ruhun kurtuluşunun kuramsal içe dönük tefekkürle mükemmelleşmede olmadığını, bütün dünyasal ıstırapların kökenini oluşturduğunu öngördüğü arzuların yok edilmesinde yattığını benimser.
Huzura ermenin yolunun, bütün arzuların ortadan kaldırılmasında, insan yaşantısının ve dış dünyanın akışından uzaklaşmada olduğunu öngörür. Ulaşılacak son amaç “
Nirvana” adı verilen ebedi huzur ve sükûnete varmaktır. Bu içeriğiyle, Budizm, semavî dinler gibi toplumsal değil, bireysel boyutu olan bir inanç biçimidir. Bilge bir Budist’in devlet işlerinde ya da insan ilişkilerinde yer almamasını öngörür. İnziva içinde, mutlak huzuru arayarak, bir ölçüde bir keşiş gibi yaşamasını öğütler.
Budist’in kendisini belirli bir yaşam biçimine adaması, her türlü dogmadan uzak kalması ve açıkça tanımlanmış günahlarla sınırlanmamış olmasına karşın,
Budizm öğretisi gene de bazı geleneksel kuralları içerir. Bir Budist’in uyması gereken
Beş Genel Kural şunlardır:
- Öldürmemek,
- Hırsızlık Yapmamak,
- Zinada Ya Da Cinsel Sapıklıkta Bulunmamak,
- Yalan Söylememek ve
- Sarhoşluk Verici İçkileri Kullanmamak.
Budist rahibi olacak adaylar için ise ayrıca öğütlenen beş kural daha vardır. Bunlar:
- Yasak Saatlerde Yemek Yememek,
- Festival Ve Eğlencelere Katılmamak,
- Lüks Sayılacak Eşya Ve Yumuşak Yataklara Sahip Olmamak,
- Kendileri İçin Para Kabul Etmemek Ve
- Çiçek, Koku Yada Süs Eşyası Kullanmamak.
Budizm öğretisinin çeşitli kollarının hepsinde var olan ahlâki zorunluluklar arasında en önemlileri:
- Yardım Etmek,
- Misafirperverlik ve
- Yaşayan Tüm Varlıklara Karşı Sevgi Göstermektir.
Bu kapsamıyla,
Konfüçyüsçülük ana karnındaki ceninin başlangıç aşamalarında yok edilmesine izin vermesine karşın, Budizm’de bu da yasaktır.
Konfüçyüsçülük ve
Budizm, her ikisi de semavi dinlerin anladığı ölçüde tanrı inancını içermemelerine karşın, semavi dinlerin bazılarında bulunmayan ölçüde insancıl ve doğaya saygılıdırlar. Her iki öğreti de, nefsin denetim altında tutulmasını, yardım ve sevgiyi öğretilerinin bir parçası olarak benimsemeleri nedeniyle insanlık açısından önemli dersler taşır. Ayrıca,
Konfüçyüsçülükte bulunan “
yerindelik” ilkesi çok daha insancıl bir yaklaşıma daha işaret eder. Bir davranışın “yerinde” olması koşullar ve ona muhatap olan insanlar açısından önemli bir ahlâki değer taşır. Yerindeliğin saptanması, eylemi gerçekleştiren kişinin basiretli davranışıyla gerçekleşen ve ondan ayrı bir ruhsal gelişmişlik ve ahlâki yetkinlik isteyen bir iştir.
Bütün bunlara baktıktan sonra temel sorumuza dönebiliriz:
“Tanrı inancı olmadan ahlâklı olunabilir mi?”
Gerek
Buda gerekse de
Konfüçyüs öğretisinde tanrı inançsız bir doğru yaşam ve ahlâk düzeni anlatılmakta ve bu öğretilerin geçerli olduğu geniş coğrafyalarda bunlar etkili olmaktadır. Diğer taraftan, semavî dinlerin geçerli olduğu ülkelere baktığımız zaman da, o ülkelerde pek çok agnostik, hatta ateist görüşlü insanların bulunduğunu görürüz. Materyalist yaşam biçimi, maddeci dünya görüşü, özellikle refah ülkeleri olan Batı ülkelerinde anladığımız biçimiyle dinden kopmaları yaygınlaştırmıştır. Bu insanlar kendilerini açıkça ateist ya da agnostik olarak ilan etmeseler bile, dinle bağdaşık bir ahlâk sisteminden kopmuşlardır. Buna karşın, bu eğilimdeki kişilerin ahlâksızca davrandıkları ve Tanrı korkusuz bir toplumsal ortamda suça yöneldikleri söylenemez. Eğitimli, uygar bir insanın davranışlarını yönlendiren
toplumsal etik ve vicdan, sanırız Tanrı inancı taşımayan pek çok insanı ahlâklı davranmaya yöneltmektedir.
Refah toplumlarında, özellikle metropollerde suç oranlarının artışını Tanrı inancının eksikliğiyle bağdaştırmak doğru olmaz kanısındayız. Suçluların pek çoğunun ise sapık bir ilahî (yada satanist) inançla güdümlenmiş oldukları da bir gerçektir. Artan suç oranları, kalabalık büyük metropollerde yaşamanın getirdiği toplumsal hastalıklardan biridir ve bizce Tanrı inancından uzaklaşmayla ilgili değildir. Çağdaş insan artık dinler tarafından yönlendirilmesi kolay olmayan bir değerler sistemi içinde yaşamaktadır.
Çağdaş toplumlarda ahlâklı olmayı dinsel inançla bağdaştırmak artık kolay değildir.
O zaman, günümüzde insanları ahlâklı davranışlara yönlendirmenin yöntemi nedir?
Bu sorunun yanıtı, insancıl yaklaşımları vurgulayıcı, insan ve doğa sevgisini ön plana çıkarıcı bir
eğitim sisteminin daha çok küçük yaşlardan başlayarak insanlara verilmesi ve ilkelerinin sürekli olarak kitle iletişim araçları aracılığıyla vurgulanmasıdır.
Önemli olan, toplum içinde yaşama bilincinin, insanlara, çevreye ve doğaya karşı saygının, yardımlaşma eğiliminin bireylerde yerleştirilmesidir.
Bu türden bireylerden oluşan toplumlarda Tanrı korkusuna, öbür dünyada cezalandırılma ya da ödüllendirilme beklentisine gereksinme yokturBu toplumlarda zaman içinde bir yüce varlığa inanç belirse bile, bu, korkuyla değil sevgiyle motive edilmiş bir inanç biçimi olacaktır. . Din eğitimi yerine ya da ona koşut olarak aynı yoğunlukta bu türden bir “insanlık” eğitimi çocukluktan itibaren verilirse sanırım toplumda ahlâklı davranışları yerleştirme açısından önemli bir adım atılmış olur.
Bazı uzak doğu ülkelerinde, materyalist dünya değerlerinden uzaklaşan insanların belirli bir içsel huzura ve ahlâki yetkinliğe ulaştıkları bilinmektedir. Bu türden uzak doğu felsefeleri ve yaşam biçimleri gittikçe daha çok sayıda Batılıları kendisine çekmektedir. Guruların, yogilerin çevrelerindeki Batılı müritlerinin sayısı artmaktadır. Sarı saçlarını sakallarını uzamaya bırakmış, basit örtülere bürünmüş, çıplak ayaklı, gözlüklü Batılıların Uzakdoğu yaşantısı içinde huzur aradıkları günümüzde gittikçe daha sık görülen manzaralardandır.
Çağdaş dünyada, Tanrı inancına ya da Tanrı korkusuna dayalı bir ahlâk sisteminin desteklenmesi pek söz konusu olmamaktadır. Bu demek değildir ki artık bir Yüce Varlığa inanca artık ihtiyaç duyulmamaktadır. Tabii ki çağdaş aydın kişiler de pekala böyle bir inanca sahip olabilirler ama bu inanç davranışlarının ana yönlendiricisi değildir.
Bu bağlamda ahlâk anlayışı, sınırları kesin çizgilerle çizilmiş din kökenli normatif bir ahlâk anlayışı değildir. Ruhsal ve entelektüel yücelmeyle ulaşılan bir etik ahlâk anlayışıdır ve ahlâklı olmak için dinsel inanca, yada tanrı korkusuna gereksinme duyulmaz.
Bir yüce varlığa inanç yalnızca kişinin ruhsal dünyasını zenginleştirmek, ona maddiyatın ötesini anımsatmak ve yaşamın metafizik boyutunu tattırmak içindir.
DİPNOTLAR
(1)David Hume; A Treatise of Human Nature (İnsan Doğası Üzerine bir İnceleme) 1739 ▲
(2) Immanuel Kant; Critique of Pure Reason (Saf Mantığın Eleştirisi)
▲
(3) Cicero (MÖ 106-43), “Tusculum Tartışmaları”, mutlu yaşam içinöğütleri içeren
5 ciltlik eseri ▲
(4)Hsun Tzu, Konfüçyüs’ün öğrencisi, Moral Epistomoloji içeriğinde “Etik Tartışmalar”
▲
KAYNAKLAR
•Arkun, Ender; “Masonlukta Ahlâk” Mimar Sinan Sayı: 119
•Dougherty, Jude, P; “Morality with and without God” pp: 77-84; 20 Jahre Europaische Akademie der Wissenschaften und Künste: Bildiriler Kitabı, Edition Weimar 2009
•Lewis, Bernard, Prof; “The Arabs in History”Arrow Boks, 1958, ss:192
•Sanver Remzi; “Muntazam Masonluk ve İnanç” Ocak 2003; ss. 56
<