Orhan Hançerlioğlu Dünya İnançları Sözlüğü kitabının arka kapağında şöyle diyor:
İnanç, bilginin bittiği yerde başlar. İnsanlar bilmediklerini hayal etmişler ve hayal ettiklerine inanmışlardır. Bilgiyle açıklayamadıklarını hayal güçleriyle açıklarken, bilme ihtiyaçlarını karşıladıkları kadar, toplumsal ve ekonomik ihtiyaçlarını da karşılamaya çalışmışlardır. Bir bereket tanrısı besin sağlamak için, bir sağlık perisi sağlığı korumak için hayal edilmiştir. İnançların altında yatan gerçek nedenleri bulup çıkarmak bilimin görevidir. Bunu yapabilmek için de onları bütün ayrıntılarıyla bilmek gerekir.
İnsanlar kültür birikimlerinin daha henüz başında iken anlamadıkları konuları, baş edemedikleri güçleri, başlarına gelen felaketleri açıklamak ya da destek almak için güçlü tanrı kavramları yaratmışlardır. Bunlar arasında gökyüzünü, yeryüzünü, denizleri, fırtınayı, güneşi, ayı, yıldızları, ateşi, bilgeliği, güzelliği, aşkı saymak mümkündür. Daha sonra ipin ucu kaçmış ve yaşantımızla ilgili hemen tüm konular için tanrılar ve tanrıçalar yaratılmıştır. İlginç konulardan bazılarını sıralamak gerekirse:
Aristalos : Arıcılık Tanrısı Fatum : Talih Tanrısı Fides : Sözünde Durma Tanrıçası Flora : Yeşeren Bitkiler Alemi Tanrıçası Fors : Tesadüf Tanrısı Fraude : Hile Tanrıçası Furina : Hırsızların Tanrısı Hestia : Aile Faziletleri Tanrıçası Hypnos : Uyku Tanrısı Limos : Açlık Tanrıçası Momos : Alay ve Hiciv Tanrıçası Morpheus : Rüyalar Tanrısı Phantaso : Fantezi Tanrısı Phobos : Korku Tanrıçası Senius : İhtiyarlık Tanrısı Sentinus : Duygu Tanrısı Thyke : Tesadüf Tanrıçası
Başa
Zorunluluklar
Bilim ilerledikçe insan doğa olaylarını ve canlıları giderek daha fazla izah edebilmiş, tanrıların sayısı giderek azalmış ama tanrı kavramı tamamen terk edilememiştir
. Bunun arkasında yatan nedenler çeşitlidir.
Ölümden sonra ne olacak?
Nedenlerden bir tanesi
ölümden sonra ne olacağı korkusudur. Bir an için hepimizin kimyasal bir reaksiyon oluğunu, öldükten sonra bu kimyasal reaksiyonun duracağını ve bunun dışında hiçbir şey olmayacağını düşünelim. Ruh yok. Bildiklerimiz, anılarımız, düşüncelerimiz, hayallerimiz, her şey, ama her şey yok olacak. Devamı yok! Arkası gelmeyecek… Ne kadar korkunç değil mi? Ve ne büyük bir kayıp…
Felaketler ve baş edilemeyen olaylar
Bazı doğa olayları
her şeyin üzerinde çok güçlü ve yüce bir varlığa inanma eğilimini devam ettirdi. Anlaşılamayan ve başa çıkılamayan felaketleri izah edebilmek için insanların tanrıya ve “tanrının gazabı” kavramına hala ihtiyacı vardı.
1347 yılında
İtalya‘da başlayan ve daha sonra
İsviçre‘ye,
Doğu Avrupa ülkelerine,
Fransa,
Almanya ve
İngiltere‘ye
sıçrayan, Avrupa nüfusunun üçte birinin ölümüne sebep olan
veba hastalığı o tarihte bilinmediğinden birçok insan bunu Tanrının bir cezası olarak yorumlamıştı. Bazı insanlar ölümlerden dolayı Tanrıyı lanetlerken Fransa kralı
Philip VI, Tanrıyı daha da kızdırmamak için bu tür insanlara karşı önlemler almıştı. Tanrıya hakaret edenler belli şekillerde cezalandırılıyorlardı. İlk hakarette kişinin alt dudağı, ikinci hakarette üst dudağı, üçüncüde ise dili kesiliyordu. Tanrıyı bu kadar kızdıran günahlarından kurtulmak için insanlar kendi kendilerini halk önünde cezalandırıyorlardı. Düğümlü halatlarla ve ucunda metal parçaları olan kamçılarla birbirlerini dövmek, ağır haçları taşımak, başlarına dikenlerden yapılmış taç giymek popüler cezalar arasındaydı
. (Bugün bazı ülkelerde tanrıya hakaret daha da ağır olan ölüm cezasını doğurabiliyor )
Bazıları da Tanrı tarafından terk edildiklerine göre şeytana tapmaları gerektiğini savunuyordu. Orta çağda hep yapıldığı gibi bazı guruplar suçu içlerindeki yegâne Hıristiyan olmayan gruba, Yahudilere attı. Fransa, Avusturya ve Almanya‘da kanlı
Yahudi katliamları yapıldı.
Strasbourg‘da
200 den fazla Yahudi canlı canlı yakıldı. Ren nehri üzerindeki bir kasabada Yahudiler kesildi, parçaları şarap fıçılarına konulup kapatıldı ve fıçılar nehirde yüzmeye bırakıldı. Esslingen şehrindeki Yahudiler sonlarının geldiğini düşünerek sinagogda toplandılar ve kendilerini diri diri yaktılar.
Ülkemizde de 1999 yılındaki Gölcük depremini de tanrının gazabı ve imansızlara verdiği ceza olarak yorumlayanlar çıkmıştı. Batı dünyasından vereceğimiz güncel örnek ise Çin‘deki deprem hakkında: Sharon Stone‘a göre Çin‘deki deprem, hükümetin Tibet‘e muamelesi yüzünden ortaya çıkan kötü-karma‘nın bir neticesiydi.
Felaketlerden kurtulma ümidini kaybetmemek ve zor anlarda medet umulabilecek bir mercie sahip olabilme arzusu da “en azından bir tanrı olmalı” fikrini yaşattı. Piyango çekilirken, imtihana veya bir yarışa girerken, sağlığımız bozulduğunda, uçak düşerken tanrıya yalvarışımızı hatırlayalım.
Bilim hala her şeyi açıklayamıyor
Bir diğer neden ise insanların keşfettikçe, tabiatın sırlarını çözdükçe, daha yolun çok başında olduklarını fark etmeleri ve bütün bu bilinmeyenler için hala bir yaratıcı kavramına ihtiyaç
duymalarıydı. Evet, fırtınalar, gök gürültüsü, deprem, volkanlar ve hastalıklar artık bilimsel olarak açıklanabilmekte idi. Bunların tanrısal güçler sayesinde değil, fizik, matematik, kimya kuralları çerçevesinde oluştuğu anlaşılmıştı. Ama bu kuralları kim tasarlamıştı? Bilim ilerledikçe ve yeni keşifler yapıldıkça yaşamın arkasındaki bu karmaşık düzen bilim adamlarını bile bu tasarımın arkasındaki varlığı düşünmeye zorlamaktaydı. Devir aldığımız tüm bilimsel mirasa rağmen, atomun yapısı, kâinatın oluşumu ve kök hücrelerle ilgili bilgilerde elde edilen ilerlemeler bize yaratılış ve yaşamla ilgili konuları tam olarak açıklayabilmekten çok uzakta olduğumuzu göstermekteydi. Üstelik keşiflerin neticesinde tasarımcıya karşı duyulan hayranlık hissi “tanrılar enflasyonuna” da uyuşmuyordu. Birçok varlığın bu melekelere sahip olabilmesi yaradılışın ve evrenin ardındaki sırları küçümsemek olacaktı. Bu muhteşem eseri yaratanın tüm kavramların üzerinde olacak şekilde yüceltilmesi gerekiyordu. Bu yüzden bilim ilerledikçe tanrı fikri terk edilemedi. Bilakis, her şeyin üzerinde bir yaratan olduğu fikri bilim adamları arasında bile giderek daha fazla kabul görmeye başladı.
Eğer kâinat, üzerinde yaşadığımız dünya, gördüklerimiz, duyduklarımız, kısacası algıladıklarımız hep yüce bir yaratanın eserleri ise, tanrı arayışında tekrar başa dönülmüyor muydu? Var oluş ve yaşamın ardındaki güç nasıl bir şeydi? Gayet tabii tanrıyı izah eden öğretiler yani dinler vardı. Ancak, bunlar içine doğduğumuz yöresel toplumun benimsediği görüşlere dayalı, toplumlar tarafından evrimleştirilmiş öğretiler değil miydi? Dünyanın hangi bölgesinde doğmuşsak, o bölgede yerleşmiş olan inanç sistemini öğrenip benimsemiyor muyduk? Bu durumda gerçek tanrı kavramı hangisiydi? Hangi toplumun benimsediği görüş doğruydu?
Başa
Ortak Öğeler
Oysa, dinleri ve dinler tarihini incelediğimizde, bütün dinlerin aslında birbirlerinden ve yöresel kültürden etkilendiklerini, buna göre şekil aldıklarını görürüz. Yayıldığı Bölgedeki diğer dinler üzerinde etkili olan Zerdüşt dini de bunun en belirgin örneklerinden biridir. O halde, dinler arasında sanki çok büyük farklılıklar varmışçasına olayları abartmak ve toplumlar arasında husumet yaratmak en hafifinden tutuculuk olmaktadır. Önemli olan insanın yüce bir yaratana karşı içinde beslediği inançtır. Bunun haricinde “benim dinim senin dinini döver” şeklindeki bir yaklaşım ve bundan dolayı yaratılan toplumlar arası savaşlar biz insanlara yakışmamaktadır.
İnsanlar bütün akıl, zeka ve bilgi birikimlerine rağmen özgür olması gereken iradelerini farkına varmadan ve kolaylıkla esaret altına sokabilmektedirler. İnsanı akılcılıktan uzaklaştırarak esareti altına alabilen konular çeşitlidir. Bunlar arasında cahillik, taassup, para ve mevki ihtirası, tutkular, hatta aşırı saplantılı değer yargıları bile sayılabilir. Ama bunların içinde en önemlisi, tarih boyunca insanları etkisi altına alabilen inanç sistemleri olmuştur.
İnanç, insanların daima yumuşak karnı olmuş, bu inançlara hitap edebilenler ya da yönlendirebilenler aynı zamanda toplumları yönetebildiklerini ve kendilerine de prestijli bir ekmek kapısı kazandırdıklarını keşfetmişlerdir. İnsanlar inançları uğruna çocuklarını ateşe atarak
Moloch denen tanrıya kurban etmişler, doğudan batıya her yerde birbirlerini öldürmüşler, toplumsal savaşları günümüze dek sürdürmüşler, canlı bomba olmak için inançlarından cesaret almışlardır.
Haçlı seferleri, Hıristiyanların ve Müslümanların Kudüs‘ü ele geçirme gayretleri, Tapınak Şövalyelerinin din mahkemelerinde işkence görmesi, İngiltere‘de Katoliklerle Protestanlar arasındaki çatışmalar, İspanya‘da Yahudilerin Katoliklerden gördüğü zulüm, günümüzde Filistin‘de Müslümanların Yahudilerden gördüğü zulmün arkasında hep dinler olmuştur.
İS. III. yüzyılda ortaya çıkan ve bütün dinleri birleştirme gayretinde olan
Manicilik de Zerdüşt inanışın gazabına uğramış, dinin kurucusu olan
Mani çarmıha gerilerek derisi yüzülmüş ve içi saman doldurularak halka teşhir edilmiştir.
Toplumlar binlerce yıldan beri yaşamlarını da dinlere göre düzenlemişlerdir. Dini tatiller bütün toplumlarda görülmektedir. Kilisede ve televizyonda rahiplerin Pazar günü ayinleri Hıristiyanların yaşamında önemli bir yer tutmaktadır. Yahudilerin Şabat (Sabbath) günü çalışmaması, Katolik inancında boşanma ve doğum kontrolüne müsaade edilmemesi, bebeklerin vaftiz töreni, Ramazan ayındaki toplumsal koşullar, Hac turizmi, bazı Müslüman ülkelerde din polisinin insanları zorla ibadete göndermesi yaşantımızın dine göre nasıl düzenlendiğini gösteren örneklerdendir.
Bugün bile teknolojide, demokraside ve insan haklarında öncülük yapan Avrupa ülkeleri oluşturdukları Avrupa Birliğinin bir Hıristiyan kulübü olduğunu söyleyebilmekte ve toplumsal düzenlerini bu fikrin etrafında oluşturmak istediklerini, bu birliğe Müslüman bir ülkeyi almak istemediklerini belirtebilmektedirler.
Başa
II - ZERDÜŞTLÜK
Bilgilerimiz
Oysa yukarda da değinildiği gibi, akılcı incelemeler göstermekteydi ki dinler insanların kendi inançlarını etrafına öğretmesiyle oluşmuştu ve farklı toplumların inanç sistemleri ve kültürleri birbirinden etkilenmişti. Bu tür etkileşimler bağlamında Zerdüştlük oldukça ilginç nitelikler taşımaktadır.
Bununla beraber, Zerdüşlükle ilgili bilgiler kesin değildir ve kaynağına göre farklılıklar arz eder. Bazı kaynaklara göre Zerdüştlük hakkında bugün yapılan açıklamaların çoğu sonradan yakıştırılmış olup doğruluğu kuşkuludur.
Zoroastre veya
Zarathushtra olarak da adlandırılan Zerdüşt bazı kaynaklara göre
İÖ 500 lü
yıllarda, bazı kaynaklara göre
800 lü yıllarda, bazı kaynaklara göreyse 1500-
1200 lü yıllarda yaşamış İran‘lı bir peygamberdir ve kendi adıyla ifade edilen Zoroastrizm ya da Zerdüştlük dininin kurucusudur. Bu din Araplar ve Türkler tarafından
Mecusilik ve
Ateşperestlik olarak da adlandırılmıştır. Zerdüşt‘ün
Azerbaycan ile
Ermenistan arasındaki
Aras nehrinin kolu olan
Sabalan Dağı‘ndan çıkan
Draja "bilinmediği yerde iyiyi tarif edemezsin” fikri ile ve düalizmle tanışır. 23 yaşında Sabalan Dağı ‘ndaki bir mağarada inzivaya çekilir. Yaradılışı, dünyanın sırlarını, yaşamın nereden geldiğini ve nereye gideceğini düşünür. Bu düşüncelerle 7 yıl dağdaki mağarada kaldıktan sonra Ahura Mazda inancını geliştirir ve dağdan inerek bu inancı yaymaya başlar. Zerdüş‘ün sorularının cevabını alabilmek için Ahura Mazda ‘ya yakarışı şöyledir: