BAŞ SAYFA Makaleler Görüşler Bilgiler Belgeler Yarenlik Şiirler |
GÖLGELER VE YANSIMALARIDerya Özalp | |||||||||
| |||||||||
Konuya öncelikle, Eflatun’un Devlet kitabında yer alan mağara alegorisini naklederek başlamak istiyorum. | |||||||||
Bu konuşma sürer. Biz konuyu özetlersek
Platon (Eflatun) yukarıda bahsedilen mağara alegorisinde, güneş ışığının objelere çarpmasından sonra duvarda oluşan gölgeleri izleyen ve başka bir yere bakamayan kölelerin güneşi gerçekten gördüklerinde gözlerinin acıyacağının, bazıları bir süre sonra uyum sağlayabilirken, bazılarının mağaranın hep karanlık yerine bakacağını ve güneşe çıkamayacağını söylemiştir. Platon burada dünyadaki her şeyin birer yanılsama olduğunu ve gerçeklerin ancak düşünmek yoluyla ortaya çıkarılabileceği ni savunmaktadır. Ve gerçeği görmek de adil ve erdemli olmanın şartıdır. İşte günümüzde de düşünürken önümüzü kapayan, gerçeği görmemizi engelleyen bir takım kökleşmiş yanılsamalar vardır. | Genel olarak gördüklerimiz fiziksel olarak mevcut olan şeylerdir. Ama fiziksel olarak mevcut olup da göremediklerimiz yok mudur? Vardır. Gözümüzün alarak beynimizin algıladığı ışıklar belli bir yoğunlukta olan ışıklardır. Örneğin mor ötesi ve kızıl ötesi dediğimiz ışıkları gözümüz algılayamaz. Tıpkı belli bir frekansın altında veya üstünde olan ses dalgalarını da kulaklarımızın algılayamadığı gibi. Yine fizikçilere göre evrende her şey büyük bir hızla hareket halindedir. Madde yi meydana getiren atom lar ve atomu meydana getiren elektron lar, onu meydana getiren nötron ve protonl ar sonsuz bir hızla hareket ettiklerinden göz ile algılayamayız. Hafif hafif esen bir rüzgarı dahi hissederiz ama göremeyiz. Kablonun içinden elektrik akımı geçtiğini biliriz, hatta ölçeriz ama göz ile göremeyiz. Yine elektromanyetik dalgalar ı da göremeyiz. Ama var olduklarına hiçbirimizin itirazı yoktur. Bu saydıklarımı göremememiz (genel olarak algılayamamamız) onların olmadığı manasına gelmez. Bunlar, gözümüzün (genel olarak duyu organlarımızın) her şeyi görmeye muktedir olmadığını ortaya koymaktadır. Demek ki insan olarak, bir varlık olarak bizim de görmeye (genel olarak algılamaya) muktedir olamadığımız bazı şeylerin olduğu ortaya çıkarmaktadır. Sonuç olarak “görünen” duyu organlarımızla algılayabildiğimiz şeylerdir. Bu anlattıklarımızın tersine olarak, gördüğümüz ama aslında mevcut olmayan şeyler yok mudur? Başka bir deyişle gördüklerimiz sadece gölgeden ibarettir de gerçek yok mudur? Peki gördüklerimiz neyin gölgesidir? Gölgeyi yapan nedir? Gördüklerimizin hepsi gölge midir? Gölge nedir? Gerçek nedir? Nasıl ayırt ediyoruz? Ayırt etmeyi nasıl öğreniyoruz? Burada şartlanmanın önemi var mıdır? Önemli olan gölge midir? Yoksa gölgeyi yaratan ışık mıdır? Yoksa gölgesini gördüğümüz varlık mıdır ? Her sorunun birden çok cevabı olabilir ve bu cevaplar kişilerin bilgi düzeyine, bilgelik düzeyine, inanç ve itikatlarına göre değişir. Konuyu açmak için biraz daha başa gidelim. Gölge dediğimiz nedir? Unsurları nelerdir onu inceleyelim: Bir gölge den söz edebilmek için önce gölgeyi verecek bir nesne nin bulunması gereklidir. Bu nesne nasıl olmalıdır. Bu nesne herşeyden önce bir kaynaktan çıkan ve ışın dediğimiz bir ışık demetini kısmen de olsa geçirmeyen bir nesne olmalıdır. Zaten biraz sonra tekrar döneceğimiz gibi gözümüz de bazı nesnelere çarparak geri dönen ve boyu 4x10-7 ilâ 7,7x10-7 metre olan ışınları görebilir. İkinci olarak sözünü ettiğimiz ışınları yollayacak bir ışık kaynağı na ihtiyaç vardır. Bilinen ilk ve en büyük ışık kaynağı güneş tir. İnsanoğlu güneşi hem ısı hem de ışık kaynağı olarak görmüş ve uzun süreler ona tapınmıştır. Bilindiği üzere insanlar tarih boyunca üstün güçlere tapınmışlardır. Ateşe, rüzgara, ışığa, hattâ güçlü hayvanlara veya üstün gücü olduğuna inandıkları insanlara tapınmışlardır ki bunların içinde en çok tapınılan ışığın kaynağı olan güneştir. Günümüzde dahi birçok toplumda, mensup oldukları din veya tarikatların sembolü olarak ve/veya Tanrıyı remzetmek için güneş resmedilmektedir. Tanrıyı ifade etmek için güneş, ışık, aydınlık, çerağ, ziya vb. kelimeler kullanılmaktadır.
|
Bu ifade evrenin aslının güneşten geldiğine, Tanrı’nın insanları güneşten kopan dünyada yarattığına ve insanın yine de tanrının bir parçası olduğuna inananların ifadesidir.. | Üçüncü olarak gölgenin aksedeceği bir zemin e ihtiyaç vardır. Zira gölge boşlukta teşekkül etmez. Gölgeyi fark edebilmek için gölgeyi yaratan yoğun nesnenin içinde bulunduğu ortamdan daha yoğun bir ortama ihtiyaç vardır. Mağara allegorisine dönerek misal vermek gerekirse; vakit gece olsun, zincirli adamlar karanlık geceye yüzleri dönük olarak mağara girişinde otursunlar ve ışık kaynağı mağaranın içinde, bu kişilerin arkasında zeminde bir yerde bulunsun. Gölge nereye düşer? Gök yüzüne! Gök yüzünde gölgenin düşeceği bir zemin bulunmadığı sürece gölge sonsuza kadar uzanır. (Burada ışınların kırılmadan doğru olarak gittiği, havada da partiküllere çarparak kırılmaya uğramadığını varsayıyoruz.) Biz bu gölgeyi ne zaman görebiliriz? Ancak ve ancak mağaranın önünden bir nesne, örneğin bir insan veya başka bir canlı veyahut bir bulut geçtiği zaman. Öte yandan bu iki ortam arasındaki arakesit ne kadar düzgün ise gölge de o kadar düzgün ve net olarak teşekkül eder. Bu üç olmazsa olmazın dışında bir de gölgeyi fark edecek, algılayabilecek göz e ihtiyaç vardır. Zira gölge görülerek fark edilir. Başka duyularla algılanması mümkün değildir. Âmâlar, ışığın ışıma etkisi ile gölgeyi hissedebilirler, ama onlarınki sözlük anlamındaki görme değildir. Sözlükler görmeyi “Göze giren ışığın doğurduğu duyumsal izlerle dış çevredeki ayrıntıların algılanması .” şeklinde tarif ediyor. Biyologlar ise görmeyi, ışık yansımalarının gözümüzün merceğinden kırıldıktan sonra retina bölgesine düşen akislerinin özelleştirilmiş hücreler tarafından elektrik enerjisine ve kimyasal enerjiye dönüştürülerek optik sinirler aracılığıyla beynin arka tarafındaki ilgili bölümüne taşınması ile algılanması olarak tarif ederler, Buna göre görme işlemi tamamen maddî olarak, fizik, kimya ve biyoloji ilimlerine uygun şekilde ve onların kuralları içerisinde cereyan etmektedir. Bir de felsefeciler in görmek kelimesi ile ne anladığını incelemek gerekir. Onlara göre “görmek” hissetmek, anlamak, manasına varmak, içinde hissetmek, içinde duymak kavramlarını kapsar. Hatta İslam tasavvufları bunu daha iyi vurgulamak için “gönül gözü ile görmek ” terimini kullanmışlardır. Gönül gözü ile görebilmek için insanın cehaletten kurtulup belli bir bilgi düzeyine çıkmış, belli erdemlere sahip olmuş olması gereklidir. Geceyi gündüzden, sıcağı soğuktan, serti yumuşaktan, siyahı beyazdan ayırmak kolaydır. Bunun için biyolojik göz (genel olarak duyu organları) yeterlidir. Ama iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan , haklıyı haksızdan , günahı sevaptan , ahlâklıyı ahlâksızdan ayırabilmek için belli bir bilgi ve olgunluk (kemal ) düzeyine ulaşılmak gerekir. Bu açıklamalardan sonra, konumuzu biraz daha genişletmek için şöyle bir soru aklımıza gelebilir: Bizim görmediğimiz ne vardır ki , biz onu hiç göremiyor veya onun ancak bir parçasını veya sadece gölgesini görüyoruz ; bize kısmen zahir oluyor, ama gerçek varlığını veya tamamını, bir türlü göremiyoruz? Bütününe hakim olamıyoruz, dokunamıyoruz, tutamıyoruz, duyamıyoruz ama var olduğuna inanıyoruz. Görmek istediğimiz nedir? Elle tutulur, gözle görülür bir maddeyi mi arıyoruz? Yoksa görmekten maksadımız tasavvuf ehlinin dediği gibi gönül gözü ile görmek midir? Yani hissetmek midir, duymak mıdır? Varlığına inanmak mıdır? İnsanoğlu öteden beri kendisinden güçlü, kendisinden üstün bir varlığa inanma, güvenme, sığınma ve hâttâ tapınma ihtiyacını duymuştur. Kimi zaman güneşe, kimi zaman rüzgar a, kimi zaman ateş e, kimi zaman ruhlar a ve hatta zaman zaman kendi yaptığı putlar a tapınma ihtiyacı içine girmiştir. Ancak bazı toplumlar bu tapınmayı körü körüne yaparken bazı kişiler hakikatın sırrını arama yolu na girmişler ve yüce bir varlığın mevcudiyetini ispatlayacak deliller aramışlar, inançlarının dayanaklarını somutlaştırmak istemişlerdir. Bu tür çalışmalar antik çağ filozoflarından beri süregelmiştir. Evren’in, eşyanın ve özellikle de insanın sırrını çözmek için pek çok düşünür değişik tezler ortaya atmıştır. Bunları fizikçilerin görüşleri ve metafizikçilerin görüşleri olarak iki grupta toplamak uygun olacaktır.. Fizikçiler evrenin oluşumunu Büyük Patlam a’ya (Big Bang ) bağlamışlardır. Bugün artık hem ilim çevrelerinde hem de din çevrelerinde bu görüş kabul görmüş olup, CERN’de labaratuar ortamında tekrarı denenmek üzere çalışmalar sürmektedir. İnsan ırkının oluşumunda ise meşhur Evrim Teorisi bilim adamlarınca benimsenmiştir. “İnsanlar -ki kendilerini dünyamızdaki en kutsal yaratıklar olarak kabul ederler- daima dünyanın ve evrenin sırlarını çözmek istemişler, bu konuda kafa yormuşlar ve akıl ile çözüm bulamadıkları konularda büyük korku ve panik içinde kalmışlardır. Ruhlarını sükûna kavuşturmanın yolunu da dinde bulmuşlardır. Konuyu açıklarken önce, görmediğimiz bir şeylerin olduğunu, görünmeyen bir âlemin mevcut bulunup bulunmadığını incelemek gerekir. Görünmeyen, yani göremediğimiz, duyamadığımız, algılayamadığımız bir âlem var mıdır? Yoksa Evren gözümüzün gördüğü, kulağımızın duyduğu, tenimizin, parmaklarımızın hissettiği kadar mıdır? . Şamanlar Göğü ve göksel olayları kutsal sayarlardı. Göğü maddi varlık kabul eder, Göğün de ruhu olduğuna inanırlardı Yeryüzünde canlı cansız her şeyin görünmeyen bir ruhu olduğu ve bu görünmeyen ruh tarafından yaratılıp yaşatıldığı inancındaydılar. Onlara göre görünen bedenin karşıtı görünmeyen ruh idi. Hatta Tanrı’nın bile görünmeyen bir ruhu vardı. Ölümün Tanrı’ya yükseliş olduğu kanısındaydılar. Bu sebeple ölüm kutlu bir olaydı. Hermetizm e gelince; hermetizm genelde çok tanrılı bir inanç olarak algılanmış ise de aslında, tek tanrılı bir öğretidir. Buna göre Yaratan birdir. Hermetizmin özelliği hakikati ve doğruyu aramak, bulunan doğrulara göre kendini yenilemektir. İnancı, aklı ve kişisel çabayı hakikati arayacak bireye bırakır. Ana bilim konuları tıp, kimya, botanik, astroloji, mimarî, tarih ve müziktir. Yine inançları arasında yer alan ölümden sonra hesap verme, adalet, teslimiyet ve hakka yönelmek gibi esaslar ise İslamiyeti akla getirir. Öte yandan Adem’in çamurdan, Havva’nın ise Adem’in eğe kemiğinden yaratılmış olduğu inancı da oldukça geniş bir kitle tarafından benimsenmiştir. Antik Yunan ’da ise, Thales her şeyin sudan yaratıldığını ve tüm canlıların aslî kaynağının su olduğunu söyler. Dünyayı okyanus üzerinde yüzen gök kubbe olarak tarif eder. Anaksimandoras da varlığın temelinde Aperion adını vediği sınırsız ve sonsuz ilk maddenin bulunduğunu savunuyordu. Thales’le daha gelişmiş olan bu hipotez, görünenlerin görünmeyenin tezahürü olduğu tezine yakınlık oluşturmaktadır. Pisagor ise ruhun ölmezliğine inanır ve ruhun beden ölümünden sonra başka bir beden ile yeniden dünyaya geldiğini savunur. Tasavvuf düşünürleri olaya tamamen batinî olarak bakmışlardır. Düşüncelerinin temeli de vahdet prensibi dir. Yani tanrı tekdir. Dünyadaki canlılar da tanrının değişik şekilde tezahüründen başka bir şey değildir. Kutsal Kitapta “ben insanı ruhumdan üfledim, öncesiz ve sonrasız, açık ve gizli olan benim, yüzünüzü nereye döndürürseniz beni orada görürsünüz” der. Yunus Emre bu tekliği, yani vahdet prensibini şöyle ifade etmiştir:
|
Tasavvuf öğretisinde “görmek” duyu dışı bir olayı ve içsel kavrayışın ortaya çıkardığı aydınlanmayı yansıtır. Tasavvufî düşüncelerde, mistik bilgeler gerçekliğin kavranılmasında görmek kavramını sürekli olarak öne çıkarmışlardır. Mevlânâ “Gizli şeyleri gören gözlere her an senden şekiller ve suretler görünmede” diyerek hem görmediğimiz varlığı işaret etmekte, hem de onu anlamak (görmek) için nasıl bakılacağına dikkat çekmektedir. Doğu geleneklerinde -ki çoğunda mistik görüş eğemendir. | “Bilgi aklın hükümranlığı dışında kalan bir aydınlanma ve bir içsel kavrayıştır. Bu aydınlanma ve kavrayış, düşünmekle değil görmek ile meydana gelir. Yani aydınlanmaya, ancak ve ancak kendi içimize bakarak ve kendimizi gözlemleyerek ulaşabiliriz.” Bilindiği üzere pozitif bilimler görülebilenleri, yani maddesel olanları incelemektedir. İlmin ötesinde her insanın inancı ile ifade edebileceği ve vicdanı ile denetleyeceği görünmeyen ve bilinmeyen gerçeklerin olduğu da açıktır. Bir bakıma gördüklerimiz görünmeyen her şeyin insan kimliğimiz üzerindeki gölgeleridir diyebiliriz. İzafî olan mutlak ile izafî olmayan mutlak arasındaki ilişkiyi gözlemek, yani birinin öteki üzerine nasıl yansıdığını anlamak için ilmin ötesinde bir şeylere daha ihtiyacımız vardır ki, bunlar inançlarımız, hayallerimiz, sezgilerimiz ve düşüncelerimizdir. Günümüzde göremediklerimizi de yalnız batinî olarak değil ilmî olarak da inceleyebiliyor, izah edebiliyoruz. Bu cümleden olarak günümüzde yürürlükte olan fizik yasaları evrenin en erken dönemlerini yöneten fizik yasaları ile tamamen aynıdır. Fiziğin bu incelemede üç temel yardımcısı olmuştur. Bunlar, Matematik , Felsefe ve Sanat tır. Fizik matematikten saydamlığı ve ödün verilmez mutlaklığı, felsefeden düşünce eylemini ve irdelemeyi, sanattan ise güzelliği ve ahengi almıştır.Kamil insan olarak, hangi dinden, hangi inançtan olursak olalım bir yüce varlığa inanıyoruz. Kamil insan evrenin merkezinden, yani bütün evrene hâkim olan İrade ve Ruh tan yayılan enerjiyi fark eder. Ordan yayılan ışınların iç dünyamızda yarattığı gölgeleri görür. Tasavvufî deyişle de gönül gözü açılır. Umalım ki Gönül Gözümüzü daima açık olsun ve her gölgenin arkasındaki gerçeği görebilelim.. Ankara, 11.10.2010 | KAYNAKÇA
|