‎‎ ‎‎ ‎DÜNYA GÖRÜŞÜ-‎ Dünyaya, İnsanlara, Olaylara ‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎0‎ ‎‎

Doğa, İnsan, Yaşam,
DÜNYA GÖRÜŞÜ
Özgür Düşünce, Özgürlük, Aydınlık

Ender Arkun

                     BAŞ SAYFA DÜŞÜNCE ODASI  MAVİPENCERE   GÖZLEMEVİ   ARKABAHÇE   IŞIKLIYOL  DÜNYA GÖRÜŞÜ
                                         Alıntılık      Belgelik   Yarenlik   Okumalık ‎   Bakmalık   Gezinmelik

TANRI İNANÇLI VE TANRI İNANÇSIZ
AHLÂK

Stoik felsefecilerden bu yana, Tanrı inancının insanı ahlâk‎lı ‎davranışa yöneltmenin en önemli, hatta vazgeçilmez ön koşulu olduğu ‎öne sürülmektedir. Atina'da Stoa  ve Stoacılar Batı inanç sisteminin dayandığı Hıristiyanlığın ve ‎bir ölçüde Yahudi kültürünün ana ilkesi olarak, bir yüce yaratıcının ‎varlığının kabulü ile birlikte, her insanda, doğal oluşumun parçası ‎olmayan, tanrısal kökenli bir “ruh” bulunduğu ve bu ruhun onu doğru ‎‎(ahlâklı) davranışa yönelteceği ve ölümden sonra da öbür dünyada ‎onun Tanrı ile birleşmesini sağlayacağı inancı vardır.
‎ İslam inancında da farklı bir yaklaşım söz konusu değildir. Ruhun ‎varlığı ve ölmezliği özellikle mistik tarikatlarda daha belirgin olarak ‎vurgulanmaktadır. “ Fena f’illah- beka b’illah <” (Tanrı ‎varlığı içinde yok olmak onunla birlikte var olmaktır) şeklinde ifade ‎edilen inanç biçimi, özellikle bütün insan varlığının manevi içeriğinin ‎bir ruhtan kaynaklandığını ve bu ölmeyen ruhun, bedenin ölümünden ‎sonra, başka bir dünyada onun manevi varlığının Tanrı ile birleşmesini ‎sağlayacağını belirtmektedir. Başka bir deyişle, insan ruhu Tanrıdan ‎‎(Allah’tan) kaynaklanmaktadır ve ölümden sonra ona dönecektir. ‎Ancak, bütün ruhlar aynı derecede olgunlaşmış değildir ve bu nedenle ‎çeşitli kereler yaşama dönerek olgunlaşma yolunda ilerlemek ‎zorundadırlar. İslam inancında genel olarak bu durum açıklıkla ‎belirtilmemekle birlikte (Kuran’da bazı imalar vardır) çeşitli sufî ‎tarikatların benimsedikleri bir yaklaşımdır. Özetle, insanda Tanrıdan, ‎kaynaklanan bir ruh vardır ve bu ruh insana insanca özellikler ‎kazandırır ve onu Tanrıya ve dolaylı olarak da ahlâk‎a yöneltir.
‎ Teolojik felsefenin, özellikle İslam teolojisinin derinliklerinde ruh ve ‎ahlâkla ilgili çok derin tartışmalar yatar. Çeşitli mezhepler bu konuya ‎farklı yaklaşmakla birlikte, temeldeki varsayım ölmez ‎bir ruhun bulunduğu ve bu ruhun tanrısal olup, ölümden ‎sonra Allah’ın varlığına geri döneceği doğrultusundadır. Tartışma ‎konusu olan, insanın ayrıca bağımsız bir iradesinin de bulunup ‎bulunmadığı, Allah’ın verdiği ruhun yönlendirmesinin dışında, örneğin, ‎kötü davranışlara yönelmede, ruhun dışındaki bu bağımsız iradenin mi ‎etkili olduğu tartışma konusudur. Özellikle ibadet İslam’daki ‎Mutezile Mezhebi, insan davranışlarının yönlenmesinde insan ‎aklının etkisini öne çıkarmaktadır. “ Akıl ile bilinmesi ‎imkânsız olanların dışında akıl geçerlidir” ilkesi, buna inanan ‎Mutezile ile her alanda Allahın iradesinin geçerli olduğuna inanan ‎diğer İslam mezhepleri arasında çatışmaya neden olmuştur.
‎ İnsan doğasının bir parçası olan, onu adalete ve doğru (ahlâklı) ‎davranışa yönlendiren “ Vicdan” Tanrısal mıdır, yoksa ‎insanın özgür iradesiyle ulaştığı “insanca” gelişmişliğin bir ürünü ‎müdür? Başka bir deyişle, ahlâklı davranış insanın aklıyla ulaştığı bir ‎sonuç mudur, yoksa tanrısal iradenin insan ruhuna yansıması mıdır? ‎Bu önemli sorunun doğru yanıtını bulabilmek için felsefî ve teolojik ‎alanda pek çok tartışma ortaya çıkmıştır.
‎ Özetle: ahlâk ve onu güdümleyen vicdan Tanrı inancından mı ‎kaynaklanır, yoksa ondan bağımsız mıdır?
‎ Bu küçük çalışma, yüzyıllardır tartışılan bu konuyu bir sonuca ‎ulaştırma iddiasında değildir. Yalnızca, bu alandaki tartışmaları ‎özetle aktarıp bazı sonuçlara ulaşmayı amaçlamaktadır.
‎ Özellikle 18. yüzyıl da, aydınlanma felsefesinin başta ‎Avrupa olmak üzere bütün Batı dünyasını etkisi altına aldığı günlerde, ‎ahlâkla dinsel inancı birbirinden ayırma çabası güç kazanmıştır. DavidHume Hume, , ahlâk‎ı dinden ayırmış, ayrıca yaşadığı ‎dönem için dahi çok radikal görüşler olan mucizenin imkânsızlığını ‎ve ruhun ölümden sonra var olamayacağını ileri sürmüştür. Kant ise doğal ilahiyat içinde yer aldığı varsayılan ‎köklerinden ahlâk‎ı kopartmıştır. ‎ ‎Hume, ‎’e göre din ve ahlâk‎ ayrı şeylerdir, amaçları, ‎sonuçları, hareket noktaları ve kökenleri tamamen farklı olup, insan ‎varlığı üzerindeki etkinliklerinin sonuçları açısından birbirleriyle ‎ilişkili değildirler. Ona göre, ahlâk‎, doğal ilahiyatın onu biçimlendirme ‎yönündeki çabalarının sonuç vermesini bekleyemeyecek kadar ‎öncelikli ve önemlidir.
‎ ‎ Hume, ‎’un belirttiğine göre, ‎dünyaya ve insanlara insanca (hümanist) bir bakış açısı ve sevgi ‎besleme eğiliminin varlığının, en yoğun ve kapsayıcı dinsel kuramlar ve ‎sistemlerden çok daha etkili, güvenli ve sürekli olarak insanları ‎ahlâk‎a ve doğru davranış biçimlerine yönlendirici olduğu, gözlemler ‎ile belirlenmiştir.‎(1) ‎ ‎ Hume, ‎’un İnsan ‎Doğası Üzerine bir İnceleme başlığını taşıyan kitabındaki görüşleri ‎kendisinin zamanında dinsizlikle suçlanmasına neden olmasına karşın ‎günümüzün önemli felsefî yaklaşımlarından birini oluşturur. Gerek bu ‎konuda gerekse de diğerlerinde, çağdaşı Immanuel Kant, ‎‎ Hume, ‎’den fazlasıyla etkilenmiş ‎olmakla birlikte, Tanrı inancıyla ahlâk‎ ilişkisini sürdürme eğiliminde ‎olmuştur.
İmmanuel Kant Kant, Saf Mantığın Eleştirisi (2) ‎adlı ünlü yapıtında ‎ şunları ‎ileri sürer:
‎ ‎
“Kuramsal olarak mantığımız, Tanrının varlığına, yada ‎ruhun ölmezliğine ilişkin bizlere hiçbir kanıt sağlamaz, ancak ‎gene de, bu kavramların ahlâk‎lı olabilmek için gerekli olduğuna ‎inanmaktayım. "

‎ ‎ Kant’a göre, ahlâk‎ yasasının adalete gereksinim ‎duyduğu tartışmasızdır. Ahlâk‎ yasası, sahip olduğu adalet duygusuyla ‎birlikte insanın benliğindeki erdemlerle orantılı ölçüde mutluluk ‎duyacağını ileri sürer. Erdemli bir insanın, dinsel inancı yoksa bu ‎yaşamda yeterince mutlu olamayacağını ileri sürerek, Tanrı ‎inancının ve öbür dünyada erdemlerin gereğince ödüllendirileceği ‎inancının erdemli bir insanın mutluluğu için gerekli olduğunu savunur. ‎Bu gerekçeyle kendisinin de sarsılmaz olarak Tanrının varlığına ve ‎öbür dünyaya inandığını, aksi takdirde bütün ahlâk‎i ilkelerinin ‎dayandığı temeli yitireceğini ve özgüveninin kaybolacağını belirtir. ‎‎
‎ ‎ Kant’tan sonra gelen pek çok Hıristiyan ve ‎‎ Yahudi filozof ve ilahiyatçılar da ahlâk‎lı olabilmek için ‎dinsel inancın şart olduğu üzerinde durmuşlardır.
Platon Aristo Tabii, onlar ilahiyatçıdırlar ve dinsel inancın yalnızca ahlâk‎lı olmak ‎için değil bütün yaşam için gerekli olduğuna inanmaktadırlar. Tek ‎tanrılı dinlerin öncesine gidersek, Batı kültüründe eski Yunan ve ‎Roma düşünürlerinin yaklaşımlarını buluruz. Eflatun, ‎tapınılmaya değer bir “ Sumnum Bonum” (En Büyük İyi ‎Güç) üzerinde durmuş, Aristo ise, başlangıçta olan ve ‎sonda da var olacak bir büyük düşünsel güçten söz etmiştir. Cicero Cicero ise, evrenin bir ilahî plana göre yönetildiğine ve her ‎bir bireyin bu büyük ilahî varlığın birer yansıması olduğuna ‎değinmiştir. Cicero, insanların aynı tanrısal gücün ‎yansıması olmaları nedeniyle, kardeş oldukları ve birbirlerine, bu ‎kardeşlik bağına ve insan onuruna yaraşır biçimde ve adaletle ‎davranmaları gereği üzerinde durur.‎ ‎(3)‎ Beş Ciltlik “ Tusculum ‎Tartışmaları” isimli eserinin son cildinde Cicero, ahlâk‎lı olmanın insanı mutlu kılabilmek için yeterli ‎olduğu üzerinde durur.
‎ Bir yüce varlığa inancı gerekli görmekle birlikte, birçok düşünür gibi, ‎‎ Cicero da ahlâk‎lı olmanın bir ‎ödüllendirme beklentisi olmadan doğrudan kendi ‎başına bir huzur ve mutluluk aracı olduğu üzerinde durmaktadır.
‎ Aynı yaklaşımı Uzak Doğu düşünürlerinin bakış açılarında da görürüz. ‎‎ Çinliler tarafından 2000 yıldan uzun süredir ‎uygulanmakta olan Konfüçyüsçülük, herhangi bir dinsel ‎referansı içermez ve bir din değildir. Musa’nın 10 ‎Emrinde olduğu gibi keskin çizgilerle belirlenmiş yasakları ileri ‎sürmediği gibi uygun davranış biçimlerini de belirlemez. confucius ‎Konfüçyüs düşüncesinde keskin çizgilerle belirlenmiş ‎yükümlülükler yerine erdemlere yöneltici ilkeler ‎‎ yer alır. Konfüçyüs bilgesi, arzularını izler, duygularını tatmin ‎eder ama bütün bunları yaparken bir ahlâk‎lılık, yerindelik duygusuyla ‎kendisini sınırlar. Bu “yerindelik” duygusu kişinin mantığı aracılığıyla ‎belirlenir. Mantıklı olan da gerek kişisel gerekse de toplumsal ‎deneyim sonucu ortaya çıkan uygun davranış türüdür. Buna karşın ‎klasik Konfüçyüs öğretisindeki ahlâk‎ anlayışı, insanın ‎akılcı, duygusal ve yaşamdan tat almaya yönelik eğilimleri arasında ‎bir ayırım yapmaz.
‎ Belirli bir ortamda çözümlenmesi gereken zor ahlâk‎sal kararlar ‎ortaya çıktığında, bunların çözümlerine her kişinin doğruluk/uygunluk ‎duygusu doğrultusunda ulaşılır. Karşıtlıklar söz konusu olduğunda, ‎karşı tarafın da bir mantıksal çözüm önerisi ortaya koyması ve ‎bunların ortak platformda tartışılması gereklidir.
‎ Eflatun öğretisinde olduğu gibi, Konfüçyüs’çülükte de yöneticinin ‎bilge bir kişi olma zorunluluğu vardır. Liderlik için ahlâk‎i değerlere ‎bağlılık şarttır. Bir dine bağlılık ve dinsel yükümlülükten söz ‎edilmemektedir. Ahlâk‎lılık bilgeliğin doğal sonucu olarak ortaya ‎çıkmaktadır. Ancak, Konfüçyüs’ün kendisinin de dua ettiği, oruç ‎tuttuğu ve kurban törenlerine katıldığı söylenir.‎(4) ‎‎ ‎ Bir yüce varlığa ‎inancın düş kırıklığı ve bedensel tehlike olasılığı anlarında ‎Konfüçyüs’e güç verdiği belirtilir. Öyle anlaşılıyor ki, bir yüce varlığa ‎inanç, bir yerde her türden ahlâk‎ anlayışının, uzaktan ya da yakından, ‎ayrılmaz bir parçası olarak belirmektedir.
Guatama Buddha Yaklaşık MÖ 563 yılında doğmuş Guatama Buddha adında bir ‎düşünce adamı tarafından kurulmuş bulunan Budizm de, bir ahlâk‎ ‎öğretisini içermekle birlikte, esas itibariyle bir din değildir. ‎Günümüzde, güneydoğu Asya ülkelerinin büyük bölümünde, çok büyük ‎bir izleyici kitlesi bulunan Budizm, bir tür din gibi değerlendirilmekle ‎birlikte insan varlığını aşan, başlangıçta var olan ve sonda da ‎var olacak bir Yüce Varlığa inancı içermez. Temelde inziva ve ‎hedonizm (hazcılık) boyutları olan bir düşünce ve içe dönüşle ruhsal ‎arınma yöntemidir. Örneğin Yoga gibi çeşitli uzak doğu ‎felsefeleri ve ruhsal arınma yöntemleri bundan türemiştir. ‎Budizm,yaşamda en büyük iyiliğe ulaşma çabasını desteklemez. ‎Amacı davranışsal ya da ahlâk‎i mükemmeliyete ulaşmak değildir. ‎Ruhun kurtuluşunun kuramsal içe dönük tefekkürle ‎mükemmelleşmede olmadığını, bütün dünyasal ıstırapların kökenini ‎oluşturduğunu öngördüğü arzuların yok edilmesinde yattığını ‎benimser.
nirvana
Huzura ermenin yolunun, bütün arzuların ortadan kaldırılmasında, ‎insan yaşantısının ve dış dünyanın akışından uzaklaşmada olduğunu ‎öngörür. Ulaşılacak son amaç “ Nirvana” adı verilen ‎ebedi huzur ve sükûnete varmaktır. Bu içeriğiyle, Budizm, semavî ‎dinler gibi toplumsal değil, bireysel boyutu olan bir inanç biçimidir. ‎Bilge bir Budist’in devlet işlerinde ya da insan ilişkilerinde yer ‎almamasını öngörür. İnziva içinde, mutlak huzuru arayarak, bir ‎ölçüde bir keşiş gibi yaşamasını öğütler.
‎ Budist’in kendisini belirli bir yaşam biçimine adaması, her türlü ‎dogmadan uzak kalması ve açıkça tanımlanmış günahlarla ‎sınırlanmamış olmasına karşın, Budizm öğretisi gene de ‎bazı geleneksel kuralları içerir. Bir Budist’in uyması gereken Beş ‎Genel Kural şunlardır:
  1. Öldürmemek,
  2. ‎ ‎
  3. Hırsızlık Yapmamak,
  4. ‎ ‎
  5. Zinada Ya Da Cinsel Sapıklıkta Bulunmamak,
  6. ‎ ‎
  7. Yalan Söylememek ve
  8. ‎ ‎
  9. Sarhoşluk Verici İçkileri Kullanmamak.
‎ Budist rahibi olacak adaylar için ise ayrıca öğütlenen beş kural daha ‎vardır. Bunlar:
    ‎ ‎
  1. Yasak Saatlerde Yemek Yememek,
  2. ‎ ‎
  3. Festival Ve Eğlencelere Katılmamak,
  4. ‎ ‎
  5. Lüks Sayılacak Eşya Ve Yumuşak Yataklara Sahip Olmamak, ‎‎
  6. ‎ ‎
  7. Kendileri İçin Para Kabul Etmemek Ve
  8. ‎ ‎
  9. Çiçek, Koku Yada Süs Eşyası Kullanmamak.
‎ Budizm öğretisinin çeşitli kollarının hepsinde var olan ahlâk‎i ‎zorunluluklar arasında en önemlileri:
    ‎ ‎
  • Yardım Etmek,
  • ‎ ‎
  • Misafirperverlik ve
  • ‎ ‎
  • Yaşayan Tüm Varlıklara Karşı Sevgi Göstermektir.
Bu kapsamıyla, Konfüçyüsçülük ana karnındaki ceninin ‎başlangıç aşamalarında yok edilmesine izin vermesine karşın, ‎Budizm’de bu da yasaktır.
‎ ‎Konfüçyüsçülük ve Budizm, her ikisi de semavi ‎dinlerin anladığı ölçüde tanrı inancını içermemelerine karşın, semavi ‎dinlerin bazılarında bulunmayan ölçüde insancıl ve doğaya ‎saygılıdırlar. Her iki öğreti de, nefsin denetim altında tutulmasını, ‎yardım ve sevgiyi öğretilerinin bir parçası olarak benimsemeleri ‎nedeniyle insanlık açısından önemli dersler taşır. Ayrıca, Konfüçyüsçülükte bulunan “ yerindelik” ilkesi ‎çok daha insancıl bir yaklaşıma daha işaret eder. Bir davranışın ‎‎“yerinde” olması koşullar ve ona muhatap olan insanlar açısından ‎önemli bir ahlâk‎i değer taşır. Yerindeliğin saptanması, eylemi ‎gerçekleştiren kişinin basiretli davranışıyla gerçekleşen ve ondan ayrı ‎bir ruhsal gelişmişlik ve ahlâk‎i yetkinlik isteyen bir iştir.
‎ Bütün bunlara baktıktan sonra temel sorumuza dönebiliriz:
‎ ‎ “Tanrı inancı olmadan ahlâk‎lı olunabilir mi?” ‎‎
‎ Gerek Buda gerekse de Konfüçyüs ‎‎öğretisinde tanrı inançsız bir doğru yaşam ve ahlâk‎ düzeni ‎anlatılmakta ve bu öğretilerin geçerli olduğu geniş coğrafyalarda ‎bunlar etkili olmaktadır. Diğer taraftan, semavî dinlerin geçerli ‎olduğu ülkelere baktığımız zaman da, o ülkelerde pek çok agnostik, ‎hatta ateist görüşlü insanların bulunduğunu görürüz. Materyalist ‎yaşam biçimi, maddeci dünya görüşü, özellikle refah ülkeleri olan Batı ‎ülkelerinde anladığımız biçimiyle dinden kopmaları yaygınlaştırmıştır. ‎Bu insanlar kendilerini açıkça ateist ya da agnostik olarak ilan ‎etmeseler bile, dinle bağdaşık bir ahlâk‎ sisteminden kopmuşlardır. ‎Buna karşın, bu eğilimdeki kişilerin ahlâk‎sızca davrandıkları ve Tanrı ‎korkusuz bir toplumsal ortamda suça yöneldikleri söylenemez. ‎Eğitimli, uygar bir insanın davranışlarını yönlendirentoplumsal etik ve vicdan, sanırız Tanrı inancı ‎taşımayan pek çok insanı ahlâk‎lı davranmaya yöneltmektedir.
‎ Refah toplumlarında, özellikle metropollerde suç oranlarının artışını ‎Tanrı inancının eksikliğiyle bağdaştırmak doğru olmaz kanısındayız. ‎Suçluların pek çoğunun ise sapık bir ilahî (yada satanist) inançla ‎güdümlenmiş oldukları da bir gerçektir. Artan suç oranları, kalabalık ‎büyük metropollerde yaşamanın getirdiği toplumsal hastalıklardan ‎biridir ve bizce Tanrı inancından uzaklaşmayla ilgili değildir. Çağdaş ‎insan artık dinler tarafından yönlendirilmesi kolay olmayan bir ‎değerler sistemi içinde yaşamaktadır.
‎ Çağdaş toplumlarda ahlâk‎lı olmayı dinsel inançla bağdaştırmak artık ‎kolay değildir.

Eminönü

O zaman, günümüzde insanları ahlâk‎lı davranışlara ‎yönlendirmenin yöntemi nedir?

‎ Bu sorunun yanıtı, insancıl yaklaşımları vurgulayıcı, insan ve doğa ‎sevgisini ön plana çıkarıcı bir eğitim sisteminin daha çok küçük ‎yaşlardan başlayarak insanlara verilmesi ve ilkelerinin sürekli olarak ‎kitle iletişim araçları aracılığıyla vurgulanmasıdır.
‎ Önemli olan, toplum içinde yaşama bilincinin, insanlara, çevreye ve ‎doğaya karşı saygının, yardımlaşma eğiliminin bireylerde ‎yerleştirilmesidir. Bu türden bireylerden oluşan ‎toplumlarda Tanrı korkusuna, öbür dünyada cezalandırılma ya da ‎ödüllendirilme beklentisine gereksinme yokturBu toplumlarda zaman ‎içinde bir yüce varlığa inanç belirse bile, bu, korkuyla değil sevgiyle ‎motive edilmiş bir inanç biçimi olacaktır. . Din eğitimi yerine ya da ‎ona koşut olarak aynı yoğunlukta bu türden bir “insanlık” eğitimi ‎çocukluktan itibaren verilirse sanırım toplumda ahlâk‎lı davranışları ‎yerleştirme açısından önemli bir adım atılmış olur.
‎ Bazı uzak doğu ülkelerinde, materyalist dünya değerlerinden ‎uzaklaşan insanların belirli bir içsel huzura ve ahlâk‎i yetkinliğe ‎ulaştıkları bilinmektedir. Bu türden uzak doğu felsefeleri ve yaşam ‎biçimleri gittikçe daha çok sayıda Batılıları kendisine çekmektedir. ‎Guruların, yogilerin çevrelerindeki Batılı müritlerinin sayısı ‎artmaktadır. Sarı saçlarını sakallarını uzamaya bırakmış, basit ‎örtülere bürünmüş, çıplak ayaklı, gözlüklü Batılıların Uzakdoğu ‎yaşantısı içinde huzur aradıkları günümüzde gittikçe daha sık görülen ‎manzaralardandır.
‎ Çağdaş dünyada, Tanrı inancına ya da Tanrı korkusuna dayalı bir ‎ahlâk‎ sisteminin desteklenmesi pek söz konusu olmamaktadır. Bu ‎demek değildir ki artık bir Yüce Varlığa inanca artık ihtiyaç ‎duyulmamaktadır. Tabii ki çağdaş aydın kişiler de pekala böyle bir ‎inanca sahip olabilirler ama bu inanç davranışlarının ana yönlendiricisi ‎değildir. ‎ Bu bağlamda ahlâk‎ anlayışı, sınırları kesin çizgilerle çizilmiş din ‎kökenli normatif bir ahlâk‎ anlayışı değildir. Ruhsal ve entelektüel ‎yücelmeyle ulaşılan bir etik ahlâk‎ anlayışıdır ve ahlâk‎lı olmak için ‎dinsel inanca, yada tanrı korkusuna gereksinme duyulmaz. Bir yüce varlığa inanç yalnızca kişinin ruhsal dünyasını ‎zenginleştirmek, ona maddiyatın ötesini anımsatmak ve yaşamın ‎metafizik boyutunu tattırmak içindir.
DİPNOTLAR

(1)David Hume; A Treatise of Human Nature (İnsan Doğası Üzerine bir İnceleme) 1739 ‎
(2) ‎ Immanuel Kant; Critique of Pure Reason (Saf Mantığın Eleştirisi) ‎
‎‎ (3) ‎Cicero (MÖ 106-43), “Tusculum Tartışmaları”, mutlu yaşam içinöğütleri içeren
5 ciltlik eseri

‎‎ (4)Hsun Tzu, Konfüçyüs’ün öğrencisi, Moral Epistomoloji içeriğinde “Etik Tartışmalar”



KAYNAKLAR

‎•Arkun, Ender; “Masonlukta Ahlâk‎” Mimar Sinan Sayı: 119
‎ ‎•Dougherty, Jude, P; “Morality with and without God” pp: 77-‎‎84; 20 Jahre Europaische Akademie der Wissenschaften und ‎Künste: Bildiriler Kitabı, Edition Weimar 2009
‎ ‎•Lewis, Bernard, Prof; “The Arabs in History”Arrow Boks, ‎‎1958, ss:192
‎ ‎•Sanver Remzi; “Muntazam Masonluk ve İnanç” Ocak 2003; ss. ‎‎56
‎ ‎<