“Hürriyet, insanların bir halini belirten bir nitelik değil, bir kurtuluşun sonucudur. İnsanın karşıt güçlere karşı kazandığı bir zafer, verilmiş bir şey değil, başarılan bir eserdir.” Şeklinde ifade ediliyor ki çağdaş insan karakterine daha yakın bir tanımlama sayılabilir.
Hürriyet, insanın manevi servetidir. Bu servet bir ölçüde maddî servet gibidir. Sahip olunması, muhakkak kullanılacağı anlamına gelmez. Hatta, aynen maddî servet gibi, kullanılıp tüketilmediğinde daha değerlidir. Önemli olan, insanın egosunu tatmin edici olan, hürriyetin kullanılmasından çok sahipliğidir.
İnsan sahip olduğu bazı hürriyetleri neden kullanmaz?
Eğer hürriyet bağımsızlıksa; yükümlülükten, kısıtlılıktan arınmışlıksa, insanoğlu neden bazen bağımlı, yükümlü ve kısıtlı kalmayı yeğler?
İnsanın kendi iradesiyle bazı hürriyetlerini kullanmayışı; bir baş eğmişlik, kölelik karakteri o insanın içine sinmemişse, saygıdeğer ve üstün insanca bir davranıştır.
O insanın kendisini bir göreve, bir ilkeye adamışlığının göstergesidir. Bazı hürriyetlerin kullanılması diğer insanların hürriyetlerini kısıtlıyorsa, bir görevin yerine getirilmesini engelliyorsa; o hürriyetleri kullanmamak toplum bilincinin, görev anlayışının kişinin karakterine yansımasıdır.
H
ürriyet ile görev ilişkisi bu açıdan önemlidir.
Görev, bir organizmanın parçası olan bir bireyin, o organizmanın gerektiği gibi çalışabilmesi için sürekli olarak yerine getirmesi gereken bir işlevdir. Bu süreklilik kavramı, görevi ödevden ayırır. Ödev, başı ve sonu olan, görece kısa sürede başarılıp bitirilen bir iştir. Görev ise uzun vadeli ve hatta süreklidir. Organizma olarak
insan vücudunu alırsak, onun bir parçası olan gözün görevi görmek, kulağın görevi işitmek ve beyinin görevi de düşünmek ve bütün organları eşgüdüm içinde çalıştırmaktır.
Söz konusu
organizma bir topluluk ise, onun amaçları doğrultusunda üyesi olan her bireyin yerine getirmesi gereken görevler vardır. Eğer örneğimizi daha da yaygınlaştırıp, organizma olarak toplumun bütününü göz önüne alırsak, o zaman görevle yükümlü olan bireyler o toplumun kurumlarıdır. Yasama, yürütme, yargı güçlerinin kurumları; basın, meslek kuruluşları, eğitim kurumları, hizmet kurumları, sivil toplum örgütleri, sanat kurumları; bunların her biri toplumun görev üstlenmiş üyeleri ve topluma karşı yükümlülükleri çerçevesinde hürriyetlerinin bir bölümünden kendi istekleriyle vazgeçmiş bireylerdir. Üstlenilen görev:
toplumu, insanlık değerleri açısından daha gelişmiş, daha refah içinde bir toplum ve toplumun bireylerini daha mutlu ve daha özgür yapmaktır.
O halde, üstlenilen görev, sahip olunan hürriyetleri hem bireyler ve hem de toplum açısından daha ileriye götürebilmek için, bazı kişisel ve kurumsal hürriyetleri kısıtlamak anlamını taşımaktadır. Bu paradoksal önerme doğrudur. Çünkü görev üstlenme bir yükümlülük altına girme anlamını taşır. Yükümlülük ise, yukarıda değinildiği gibi, bazı hürriyetleri kullanmaktan insanın kendi iradesiyle vazgeçmesi demektir. Özetle, sorumluluk taşımaktır.
Bedensel veya eylemsel özgürlük ile düşünsel özgürlük arasındaki ilişki pek çok düzeyde tartışılan bir konu olmuştur.
Eylemi yönlendiren düşünce olduğuna göre, özgürlükler açısından ikisini nasıl ayırabiliriz yaklaşımı ilk akla gelen yaklaşım olmaktadır. Ancak düşünceyi, reflekslerin biraz ötesindeki bir beyin fonksiyonu olmaktan çıkarıp, bilinç ve hatta “
Akıl ve Hikmet” olarak tanımlanan, bilgelikle yönlendirilen bilinç kapsamında ele alırsak, bu ayırım kendiliğinden ortaya çıkar.
En önemli ve değerli hürriyet, bilgelikle yönlendirilen bilincin hakim olduğu düşüncenin hürriyetidir. Bilgelik kavramı ise bütün insanca erdemlerin temelini oluşturduğu bir dünya görüşünün yönlendirmesi altındaki özgür insan aklının ürününü tanımlamak için kullanılır. Bilgelik, insanı Tanrıya ve mutlak hakikate yaklaştıran en önemli araçtır.
Düşünce ve eylemde hürriyet arasındaki karşıt ilişki felsefede de çok eski çağlardan beri tartışılmıştır. MÖ V. Yüzyılda oluşmuş
Budizm’in ilkelerinde bu karşıt ilişki açıkça görülebilir. Budizm’de, düşüncede ve bunun sonucu olarak da
ruhsal erdemlerde ilerlemenin bedenin özgürlüğünü kısıtlamakla elde edileceği en temel öğretidir. Budizm’in kendisinde ve ondan kaynaklanan çeşitli mezhep ve kültlerde bu ilke vurgulanmaktadır.
Gene MÖ V. Yüzyıla rastlayan ve çok daha eski
Mısır misterleri ve
hermetizmini temel alarak gelişen
Pisagor öğretisi> düşüncenin özgürlüğünü bedenin tutsaklığında bulur. Burada da görev, hakikatin arayışıdır.
HAKİKAT İNSANIN İÇİNDEDİR. Ona ulaşmak, bedenin gereksinimlerini, özgürlüklerini bastırarak düşüncenin bütün gücünü insanın içine yöneltmesiyle olanaklıdır. Pisagor sisteminin bu temel ilkesi, bazı ezoterik topluluklarda ve daha sonra,
Anadolu sufiliğinde
Kendini Bil:” deyişi ile yansıma bulmaktadır.
Semavi dinlerin felsefesinde de görülen bu karşıtlık, düşüncenin bedensel gereksinimlerle engellenmemiş özgürlüğü aracılığıyla hakikate ulaşmak şeklinde belirmektedir. Eylemsel özgürlükleri ve bedensel özgürlükleri düşünsel özgürlüğün sınırlarını genişletebilmek uğruna feda etmek, hakikatin arayışı için gerekli bir özveridir. Bu kölelik değil, gerçek özgürlük için iradeyle üstlenilen bir görevdir.
Milletlerin özgürlüğü ise onu elde etmek için ne bedel ödedikleriyle bağıntılı olarak değerlidir ve o ölçüde korunur.
Özgür bir milletin her ferdi ulusal özgürlüğüne kendi kişisel özgürlükleri kadar değer vermedikçe ve onu yaşamı pahasına savunmaya hazır olmadıkça korunamaz.
Her ulus bir kişi gibidir, alışkanlıkları, adetleri, düşünce biçimi, sanatı ve kültürüyle, özgür oldukça, dünya toplumu içinde bir kişiliği, bir rengi, bir dokuyu temsil eder. O ulusun özgürlüğünü kaybetmesi, dünyadan ona ait olan rengin ve tadın yok olması anlamını taşır. Çünkü bundan sonra kimin boyunduruğu altındaysa onun kişiliğinin bir parçası olmaya mahkum olacaktır.
Sözlerimi bitirirken bir meslek kardeşimin bir yazısından beni etkileyen bir bölümünü bir bölümü aynen aktarıyorum:
Eski Atinalılar, hürriyetlerini kendilerine Tanrının lûtfu olarak bahşedilmiş bir yaşam ilkesi olarak kabul ederler ve bunu ifade etmek için bir mum yakarlar.
Lakin tek alev yalnız başına kendini sürdüremez düşüncesiyle Halkın Egemenliğini simgeleyen ikinci bir mum yakarlar.
Daha sonra Birey Hukukunun Devlet Hukukundan Üstün olduğunu simgeleyen üçüncü mumu yakarlar.
Son olarak, Halkın Kendisi için Yapabileceği Şeylere Devletin Müdahale Etmemesi ilkesini simgeleyen dördüncü mumu yakarlar.
Ama, zamanla refah insanları şişmanlatır. Şişmanlık tembelleştirir. Tembel halk kendi başına yapabileceğini devletten beklemeye başlar.
Böylece dördüncü mum söner!
Devlet büyür, kişi zayıflar. Devlet hukuku kişi hukukuna tercih edilir olur.
Dolayısıyla üçüncü mum söner!
Umursamazlıktan zaafa düşen halk, çaresizlikten başkalarının gelip kendilerini yönetmesini ister.
Ve ikinci mum da söner!
Sonuçta, halk, hürriyetten çok emniyet ve refahı tercih eder ve tabiatıyla, bu tutumları onlara her şeyi kaybettirir.
Sorumluluk üstlenmeme hürriyetini, yani sorumsuzluğu tercih ettikleri için Atinalılar, iki bin yıla yakın bir zaman önce egemenliklerini kaybettiler ve Atina devleti bir daha hiç hür olmadı.
Çünkü son mum da sönmüştü!
İnsanların bireysel çıkar ve refah kaygılarını hürriyetlerinden daha önde tutmaları, tarihte hep bu sonucu vermiştir.
Tarihten ders almazsak, bu örneği ileride tekrar tekrar yaşamamız ne yazık ki mukadderdir.