]
Fransa, İtalya’da değil, aynı zamanda Rusya’da ve Almanya’da da 1600 ile 1670 yılları arasında önemli bir düşünsel atılımı oluşturmuşlardı. Bu altmış, yetmiş yıl aydınlanmanın en parlak yıllarıdır.
Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumları Bilim akademileri insanlığın aydınlanmasında bu önemli rolü oynadıktan sonra, yirminci yüzyılda, özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra başka bir bilimsel kurumun ortaya çıkmasıyla onun gölgesinde kalma kaderiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu yeni kurum, Bilimsel Araştırma Konseyleri genel kavramsal yaklaşımı altında dünyanın en gelişmiş ülkelerinden başlayarak yaygınlaşmaya başlayan ülkelerin bilimsel araştırma etkinliğini düzenleyip destekleyen bir kurumlaşma türüydü. Bu tür kurumlara neden gereksinme doğmuştur? Bilim akademilerinin hangi eksikliğini tamamlamak için doğmuşlardı? İkinci dünya savaşı, inanılmaz bir güç gösterisi olan atom bombasının dünya yüzeyinde ilk defa patlamasıyla sona ermişti. Bütün dünya ülkeleri neredeyse nefesini tutmuş bu bilimsel harika mı, felaket mi olduğunu kestiremedikleri olguyu izliyorlardı. Radarı, uçan kaleleri, jet uçaklarını, ülkeler ötesi insansız bombaları, derine dalıp görünmeden koca zırhlıları batıran denizaltıları ve daha nice harika mı felaket mi olduğunu kestiremedikleri gelişmeleri görüp şaşmaktaydılar. Oyunun adı “teknoloji” idi…. Teknoloji farklı bir şeydi. Bilim, bir bilgelik konusuydu. Sayfalar dolusu formülleri, anlamadıkları bir dilden konuşur gibi ezoterik sözcükleri geveleyen dalgın bakışlı ak saçlı bilgeleri çağrıştırıyordu. Bu teknoloji denen şey ise gerçekti. Çok şiddetle patlıyor, vızz diye uçup gidiyor, ülkeler ötesinden size ses, görüntü ulaştırıyordu. Kısacası dostlarına çok halis bir dost, düşmanlarına ise yaman bir düşmandı. Yapılması gereken, teknolojiyi dost edinmenin yollarını bulmaktı. İkinci dünya savaşının sonlarından itibaren kendilerine hayranlıkla bakan toplum kitleleri önünde, teknoloji önderi uygulamalı bilimciler, topluma mutluluk ve refah getirecek barış zamanı teknolojilerini tanıttılar. Talepleri özetle şuydu: “Bize kaynak ve olanak tanıyın, biz de size tamamen yeni, refah ve mutluluk dolu bir gelecek verelim”.
Bu teknoloji sihirbazlarının yalnızca söylemleri ikna edici ve inandırıcı değil, onlara inanıp, onların gösterdiği yoldan giden, harpte yıkılmış, harap olmuş Batı Almanya, Japonya, Güney Kore gibi ülkelerin yaşadıkları yıkımdan çıkıp hızlı kalkınmaları da önemli bir kanıttı. Bilimsel araştırma ve ona ayrılan ulusal kaynaklar, ülkelerin gelişmişlik ölçüsü olarak ön plana çıkmaktaydı. Teknoloji çağı başlamış oldu. Ülkeler bilimsel/teknolojik kalkınma modelleri oluşturup bunları gerçekleştirmeye yönelik uzun vadeli “bilim-teknoloji politikaları” oluşturma yolunda neredeyse yarışır olmuşlardı. Bilimsel/teknolojik gelişmeyi planlamak, neredeyse kalkınma planı yapmayla eşdeğer olmuş hatta onun önüne geçme noktasına gelmişti.
Bilim Politikası kavramı, siyasetçilerin, planlamacıların, sosyal bilimcilerin sözlüğüne yerleşmiş, toplumsal öncelikler arasına girmişti. Devletlerin bilim politikalarını yaşama geçirmek, yönetmek, yönlendirmek amacıyla bütün ülkelerde kamu kurumları kuruldu. ABD’de Ulusal Bilim Vakfı (NSF: National Science Foundation) Britanya’da Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Ulusal Enstitüsü (NIESR: National Institute of Economic and Social Research ) Fransa’da Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi (CNRS: Centre national de la recherche scientifique) İtalya’da Ulusal Araştırma Konseyi (CNR:Consiglio Nazionale delle Ricerche) Hollanda’da Holanda Uygulamalı bilimsel Araştırmalar Teşkilattı (TNO: Nederlandse Organisatie voor Toegepast Natuurwetenschappelijk Onderzoek : Netherlands Organisation for Applied Scientific Research gibi ulusal merkezler, kurulup, devlet desteğiyle ve çoğunlukla devletten elde ettikleri kaynaklarla bilimle uğraşan ve özellikle araştırma yapan, kurum ve kuruluşları yönetme ve yönlendirme görevini üstlenmişlerdi. Türkiye’de 1963 yılında kurulmuş bulunan Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu(TÜBİTAK) da böyle bir kuruluştur.
Bu merkezlerin aynı zamanda gelişmiş araştırma olanaklarına ve ileri düzeyde araç gereçlere sahip araştırma enstitüleri de bulunmakta olup, üniversitelere ve başka araştırma kurumlarına ait araştırma birimlerindeki olanaklarla başa çıkılamayacak konularda kendileri de araştırma yapmaktaydılar. Türkiye’de TÜBİTAK da, sanayide yeni yeni gelişmeye başlayan zayıf teknoloji geliştirme eğilimini desteklemek amacıyla, sanayinin ArGe olanakları eksiğini tamamlamak ve onlar adına siparişle araştırma yapmak için, gelişmiş ArGe laboratuarlarına sahip, şimdiki (2015) adı Marmara Araştırma Merkezi olan birimi kurmuştur.,,
(9) -
Amaç, ülkelerin bilimsel araştırma kapasitelerini, sonuçta teknoloji üretmeye yönelik olarak geliştirmekti. Çünkü teknolojinin, kalkınmanın ana itici gücü, yüksek katma değer içeren bir beyin ürünü olduğu artık kanıtlanmış bir gerçekti. Bu doğrultuda uygulanan politikalar ülkeler bazında çeşitliydi. Kimi ülkeler teknoloji üretmeye yönelik yolda tutarlı bir gidişin temel bilimlerden başlayan bir çizgide, istikrarlı biçimde her türlü bilimsel araştırma etkinliğini desteklemeden geçtiğine inanıyor ve bu inançları doğrultusunda uygulamalı bilimlerdeki araştırmalar yanında temel bilimsel araştırmalara da önemli destek sağlıyorlardı. ABD ve Almanya başta olmak üzere, diğer Avrupa ülkelerini de içeren Batı dünyasının tutumu genelde bu yöndeydi. Buna karşılık, başta Japonya, İngiltere yönetimindeki Hong-Kong, Çin ve Güney Kore olmak üzere özellikle Uzak Doğu ülkeleri, uygulamalı bilimlerde teknolojik yenilik yapmaya yönelik agresif bir ArGe politikası uyguluyorlardı. Öncelikli hedefleri, elektronik, optik ve otomotiv endüstrilerinde tüketici ürünleri pazarlarında üstünlüğü ele geçirmekti. Bunda başarılı da oldular. Bugün Çin tarafından uygulanan endüstriyel ArGe politikası da aynı doğrultudadır. Çin de tüketici pazarlarında, bir zamanlar Japonya ve Güney Kore’ye ait olan üstünlüğü ele geçirme çabası içindedir. Özellikle bilgisayar ve iletişim teknolojilerini içeren, sayısal teknolojiden güç alan ürünler, yeniliklerin hızla ortaya çıktığı ve kısa sürede pazarlara yansıdığı ürünlerdir. Bu alanlarda, uluslararası rekabete katılan ülkeler arasında bugünlerde Türkiye de vardır. Diğer yandan, bilgi işlem dünyasının bedenini bilgisayarlar ve bilgisayar destekli araçlar oluşturuyorsa ona yaşam veren, onun ruhu YAZILIMLARdır. Hiçbir maddî varlığı olmayan tamamen beyin ürünü değerler olan yazılımlar bugün yüksek getirisi olan başta gelen teknoloji ürünleri arasındadır. Başta ABD olmak üzere Hindistan, Singapur ve İrlanda gibi ülkeler bu teknoloji dalından büyük kazançlar sağlamaktadırlar. Yeni Paradigma Uzak doğu ülkelerinin tüketici ürünleri pazarındaki yoğun rekabeti karşısında batı ülkelerinin son yıllarda farklı bir teknoloji politikası yaklaşımını ele aldıklarını görüyoruz. ABD, Japonya, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde Bilim ve Araştırma Konseyi türünden milli yapılaşmalar, 2000’li yıllardan itibaren varlıklarını korusalar bile, kamu adına hareket eden merkezdeki düzenleyiciler olarak eski önemlerini kaybetme aşamasındadırlar. Neden? Teknolojide ilerlemeye ülkelerin verdiği değer mi azaldı? Yoksa teknoloji, toplumsal ilerlemenin motoru olma niteliğini mi yitirdi? Hiçbiri değil! Tersine, teknolojide ilerleme artık de vletçe desteklenip yönlendirilmesi gereken bir olgu olmaktan çıktı, gelişmiş sanayi ülkelerinde toplumsal irade bu konuda karar alıp uygulama yeteneğini kazandı. Her boyuttaki sanayiler araştırma yeteneklerini geliştirip yönlendirmede, ürün portföylerini oluşturmada dünya pazarlarına bakarak uygun kararları alabilecek, uluslararası platformda etkin oyuncular olma niteliğini kazanmış bulunmaktaydılar. Diğer yandan, toplumsal dinamikler, küresel sorunlara sahip çıkma doğrultusunda ağırlıklarını koyma noktasına ulaştı. Küresel ısınma, iklim değişikliği, temiz ve yenilenebilir enerjiler, ozon deliği, toplum sağlığı, kanser, AIDS ve bulaşıcı hastalıklarla savaş gibi konularda toplumun teknoloji gereksinimleri ve bu doğrultudaki talepleri öncelikler arasına girdi. Avrupa Birliği de, ülkelerin bireysel inisiyatiflerini aşan bir girişimle, teknoloji edinmede kolektif bir çabayla hem temel ve endüstriyel hem de çevresel ve toplumsal alanlarda teknoloji geliştirmeye yönelik AB Bilimsel ve Teknolojik Çerçeve Programları geliştirdi. Amaç, programa katılan Avrupa ülkelerinin bilimsel, teknolojik araştırma yeteneklerinin birleştirilmesiyle, ABD ve Japonya ile rekabet edebilecek kritik büyüklüğe ulaşmış bir “Avrupa Araştırma Alanı” oluşturmaktı. Çerçeve Programlarından yedincisi Türkiye’nin de katılımıyla sürmektedir (1) - Bilime Değer Verme Bağlamında Bazı Sayısal Veriler Günümüzde►Bilime, bilimden güç alan teknolojilere, ►Teknolojide yönlenme doğrultularına ve ►Teknolojik araştırma politikalarına toplumlar sahip çıkmaya başlamışlardır. Hangi toplumlar? ►•Bilimin yaşamın en önemli desteği olduğu bilincine varmış olan toplumlar. • ►Eğitimlerinin en başından itibaren bilimsel düşünceyle yoğrularak ►Özgür düşünmeye ve bilimi yollarını aydınlatmak için kullanmaya yönlenmiş olan bireylerden oluşmuş ► Aydınlık toplumlar. . Bilimle, araştırmayla yoğrulmuş toplumları, istatistiksel değerlerle OECD şöyle tanımlıyor (2) - Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH) içinde ArGe harcamalarına ayrılan pay yüksek olmalı. 2005 yılı OECD verilerine göre bu pay ülkeler itibariyle aşağıdaki tabloda görülüyor:
Yine 2005 OECD verilerine göre, kişi başına düşen, ABD Doları satınalma gücü paritesi (ppp) cinsinden ArGe harcaması,
Bin çalışan nüfus başına düşen tam zaman eşdeğeri araştırıcı sayısı:
Ayrıca, bir ülkenin bilimsel alandaki yetkinliğinin önemli diğer bir göstergesi de uluslararası alanda yeterliliği belirlenmiş bilimsel dergilerde yayınlanıp başka bilim adamlarınca da atıf yapılan makale sayısıdır. Türkiye bu alanda son yıllarda önemli ilerleme sağlamıştır. 1990’lı yılların ortalarında Science Citation Index’teki referanslarla dünyadaki ilk 20 ülke arasına girmiştir. 2008 yılında ise 18. sıraya yükselmiş bulunmaktadır. Ancak, Türkiye kaynaklı bilimsel literatürün dünya bilimsel literatür stoku içindeki yeri (dünyadaki bilimsel bilgi stokuna katkısı) halen yalnızca %0,9 oranındadır.
Dünya perspektifinden bakarsak bilime katkıyı yönlendirecek gelişmişlik boyutu açısından Türkiye’nin yeri nerededir acaba? Çok basit göstergelerle nüfus olarak dünya nüfusunun yalnız %1,1’i Türkiye’de yaşamaktadır; dünya Gayrisafi Yurtiçi Hasılası’nın yalnız %0,6’sı Türkiye’den kaynaklanmaktadır; dünya bilimsel bilgi üretiminin yalnız %0,9’unun Türkiye kaynaklı olduğunu ise yukarıda belirtmiştik
(10) -
Teknoloji üretimine yönelik ArGe geleneği ise Türkiye’de yeni yeni gelişmektedir. Ülkenin teknolojiye yönelik tutumu daha ziyade teknoloji edinme (satınalma, kopyalama) doğrultusundadır. Uluslararası pazarda rekabet etme noktasına gelmiş bazı büyük Türk firmaları yeni yeni teknoloji geliştirmeye yönelik ArGe etkinliğinin içine girmişlerdir. Ancak, 2007 verileri, Türkiye’nin toplam ArGe harcamaları içinde özel sektörün payının yukarıda da değinildiği gibi, yaklaşık %48 civarına ulaşmış olduğunu göstermektedir. Son iki yıl içinde bu oranın daha da yükselmiş olması beklenebilir bir gelişmedir. Ancak, Türkiye’nin toplam olarak ArGe’ye ayırmakta olduğu kaynağın küçüklüğü göz önünde tutulursa bu oranın pek de önemli olmadığı görülür
(3) -
Diğer taraftan, Finlandiya, Singapur, İrlanda gibi küçük ülkelerin doğru bir planlama ile bilim ve özellikle teknoloji sahnesinde önemli oyuncular durumuna geldikleri gözlenmektedir. Türkiye’nin böyle bir beklentisi olabilir mi? Elbette olabilir ve olmalıdır da! Çünkü bir kere, Türkiye madenleri ve petrolü zengin bir ülke değildir. Tarım kaynaklı zenginlik de Türk toplumunu beslemenin ötesinde dış satıma olanak sağlayacak bollukta değildir. Türkiye’nin nüfusu ise, Batı ülkelerinde gözlenen oranların çok üstünde artmaktadır. Türkiye, bu koşullar altında ancak sanayisiyle zenginliğe ulaşabilecek artan nüfusuna sağlık, eğitim, iş, barınma ve uygar bir yaşam standardı sağlayabilecektir. Ancak, çağdaş bağlamda sanayi demek bilimsel yetkinlik, araştırma kapasitesi ve yenilik yapma gücü demektir. Oysaki Türkiye’nin bu parametreler açısından yeterince güçlü olduğunu söylemek olanaklı değildir. Yukarıdaki göstergeler Türkiye’nin bilimsel ve teknolojik yetkinlik açısından yerinin ne olduğunu belirleyicidir. TÜBİTAK TÜBİTAK’ın kuruluş fikrinin oluşmasının en başında bulunan grubun üç akademisyen üyesi: Prof Erdal İnönü, Prof. Bahattin Baysal ve Prof. Cengiz Uluçay ile 1960 sonrası yönetimi elinde bulunduran Milli Birlik Komitesinin Türkiye’de bir bilim kurumu kurulması fikrini destekleyen, aynı zamanda
ODTÜ Mütevelli Heyeti üyesi olan üyesi Albay Sami Küçük, kurulacak kurumun bir bilim akademisi mi yoksa bir araştırma konseyi mi olması konusunu tartışmışlar ve sonunda üç bilim adamı, bilim akademisi kurulması düşüncesini destekleyen Albay Sami Küçük’ü, kurulacak kurumun bir araştırma konseyi olarak yapılandırılmasının ülkenin yarar ve gereksinimlerine daha iyi hizmet edeceği konusunda ikna etmişler ve yeni kuruluşun yasası bu yönde oluşmuştur
(8) -
Gene de, TÜBİTAK’ın kurucularından bir bölümü, Başta rahmetli Ord. Prof. Cahit Arf olmak üzere, bir bilim akademisi bulunmayan, bu kurumla tanışmamış olan Türkiye’nin birinci önceliğinin temel bilimler olduğu görüşüyle TÜBİTAK’ı bir bilim akademisi modeline daha yatkın karakterde, uygulamalı bilimlerden önce temel bilimlere ağırlık veren, temel bilimleri, temel bilimcileri ve temel bilimsel araştırmaları destekleyen bir model üzerinde kurmayı öngörmekteydiler (5) - Anlaşılıyor ki, o zamanlarda Türkiye’de bilim konseyi fikri, pek çok bilim adamının düşüncesinde bilim akademisi fikrine daha yakın bir çizgide oluşmuştu. Ancak, TÜBİTAK bir kurum olarak hayata geçtikten sonra başını Prof. Nimet Özdaş’ın çektiği başka bir eğilim ise, çağın bilimsel araştırma konseylerinin çağı olduğu, Türkiye’nin bilim akademilerinin yolundan giderek kaybedecek zamanının olmadığını, kısa sürede teknik araştırma etkinliği içine girerek, kalkınmasını ağırlıklı olarak uygulamalı bilimsel araştırma ve teknoloji edinme yoluyla sağlaması gerektiğini savunmuş ve TÜBİTAK’ın bu model üzerinde ilerlemesine ön ayak olmuştur (6) - Sonuçta, TÜBİTAK, bir bilim akademisi benzeri bir araştırma kurumu biçiminde değil de, yalnız müspet (pozitif) bilimler alanlarında temel ve uygulamalı araştırmaları yapan ve destekleyen bir bilimsel araştırma konseyi olarak yaşam bulmuştur. TÜBİTAK’ın bu şekilde kurulmuş olması, ayrıcalıklı yasasının sağladığı olanaklarla önemli yol alarak, kuruluşundan bu yana geçen 45 yıldan fazla süre içinde çok yararlı atılımlara öncülük etmesini sağlamıştır. Türkiye’de bilimsel araştırma kültürünü yerleştirmiş, bizzat araştırtmalar yaparak ve nitelikli araştırmaları destekleyerek araştırma standardını yükseltmiş, zamanla AB Bilimsel Araştırma Çerçeve Programlarında Türkiye’nin de yer almasını sağlamıştır. Türkiye Bilimler Akademisi< TÜBİTAK Türkiye’ye çok büyük yarar sağlamıştır. Ancak sosyal bilimleri içermeyen, bilim kültürünü ülkeye yaymayı birinci iş edinmemiş bir kurumun eksikliklerini de birlikte taşımıştır. TÜBİTAK, bilimin simgesi olmuş, Türkiye’de bilim, yalnız TÜBİTAK’ın kapsadığı boyutlarla tanınıp benimsenir olmuştur. Bu eksikliğin üstesinden gelme kararı Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulunun 3 Şubat 1993 yılında yapmış olduğu ikinci toplantısında gerçekleşmiştir. Dünyadaki bilim ve teknoloji düzeyine katkı maddesi altındaki kararlardan biri olarak “Hem pozitif hem de sosyal bilimlerin tüm alanlarını kapsayacak Türkiye Bilimler Akademisinin kurulması” karara bağlanmıştır. Böylece, dünyadaki gelişme çizgisinin tersine bir doğrultuda, bir bilim akademisi tarafından koşullar gerektirdiği için bir araştırma konseyi kurulması yerine, bir araştırma konseyi tarafından, koşullar gerektirdiği için bir bilim akademisi kurulmaktaydı. 2 Eylül 1993 tarihinde resmi Gazetede yayınlanan 497 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Türkiye Bilimler Akademisi, TÜBA, resmen kurulmuş oldu ve TÜBİTAK binası içindeki bir koridorda birkaç odayı içeren, neredeyse simgesel bir kurum olarak yaşama geçmiş oldu. TÜBA, TÜBİTAK’ın bir uzantısı gibi idi, yalnızca aynı binada bulunmalarının ötesinde, TÜBA’nın bütün idari işleri de TÜBİTAK birimleri tarafından yerine getirilmekteydi. Bu duruma, “sekretaryasını yürütme” adı verildi. Halen (2012 yılı) farklı bir binada yerleşik olup 50 civarında çeşitli kademede kendisine ait tam zamanlı görevlisi bulunmakla birlikte, TÜBA’nın TÜBİTAK’a idari işlerdeki bağımlılığı devam etmektedir. TÜBA’nın kuruluş amacı, her ne kadar görüntüde bilimin bütün disiplinlerinde etkin olmaya yönelik idiyse de, aslında TÜBİTAK’ın yasayla çizilmiş görev sınırları dışında kalan, sosyal bilimler alanında bilimsel etkinlikleri destekleme gibi bir eksikliğin ortadan kaldırılmasıydı. Ancak, 13 Ağustos 2008 tarihinde yürürlüğe giren TÜBİTAK yasasının yeni şekli, 2005 tarihli önceki yasayla da belirlendiği gibi, TÜBİTAK’ın görev alanının sınırını kaldırmakta ve TÜBİTAK’ın bilimin, müspet ve sosyal bütün alanlarında etkili olmasına olanak sağlamaktaydı. Böylece, TÜBA’nın kuruluşu, dolaylı olarak TÜBİTAK’ın bir eksikliğinin tamamlanması gibi bir gerekçeden kurtarılmış ve bir ölçüde Akademinin kişilik kazanmasına yol açmıştı. Bilim Nedir? Bilim AksdemisininAma cı ve Görevi Nedir? 21. yüzyılın ilk onyılını tamamlamakta olduğumuz bu günlerde, Türkiye’de bir bilim akademisinin işlevlerini tartışma noktasındayız. Başlıktaki sorumuzu biraz farklı biçimde burada da soralım: 21. YÜZYIL TÜRKİYE’SİNİN BİR KURUMU OLARAK BİLİM AKADEMİSİ GEREKLİ Mİ? TÜBİTAK gibi her alanda etkin ve yaygın, neredeyse yarım asırlık deneyim sahibi olan bir bilim kurumunun bulunduğu bir ülkede TÜBA’nın yeri ne olabilir? *** Bu soruyu sorar sormaz akla ilk gelen bilimi tanımlamak olmalıdır. Bilim tanımını doğru yapmadığımız takdirde bu soru muhataplarını hemen olumsuz yanıta yöneltebilir. Bilimin pek çok tanımı yanında gereksinme duyduğumuz, bilimin toplumsal bir olgu olarak tanımıdır. Bilim, aynen sanat ve edebiyat gibi bir toplumun gelişmişlik düzeyini belirleyen bir kültür öğesidir. Bilim, araştırma etkinliğini içerir ancak araştırma, özellikle teknoloji elde etmeye yönelik araştırma, ticari amaçlı bir etkinlik olup, bilimden yararlanmakla birlikte bilimin tümünü temsil edemez. Bilim bir dünya görüşüdür. Dünyaya bakış ve onu yorumlama biçimidir. Dünya derken, müspet bilimcilerin benimsediği yalnız doğayla sınırlı bir bakış açısından söz etmemek gerekir. Dünya toplumlarının davranışsal eğilimlerini de içeren insan bilimlerini kapsayan bir bakış açısı göz önüne alınmalıdır. Dünya görüşü olarak bilimi temsil etme yetki ve olgunluğuna sahip tek kurum, dünyanın her tarafında bilim akademileridir. Ancak bilim akademileri, hiçbir ticarî yada politik gereksinmeye dayanmadan salt bilimle ve bilimin toplum üzerindeki etkisiyle ilgilidir. Yalnız bir ülkenin bilim akademisi o ülkede bilimin yaşamın önemli bir yol göstereni olmasını sağlayacak önlemleri almakla yada alınmasını sağlamakla doğrudan sorumlu kurumdur. Özetle, bilim söz konusu olduğunda, olgun bir ülkede üniversiteler, varsa üniversiteleri yöneten üst kurullar yada bilimsel araştırma konseyleri akla gelmez, o ülkede bilimin temsilcisi bilim akademileridir. Çünkü bilim akademileri, bilimle ilgili bütün kesimlerin en seçkin bireylerinin içinde temsil edildiği birer forum niteliğindedir. Bilim akademilerinin birinci görevi ülkelerinin insanları önünde bilimi temsil etmek, bilim adamlarını toplum önünde yüceltmek, insanlara bilimi tanıtmak, bilimle birlikte yaşamayı anlatmak ve en önemlisi, bilimin o ülkenin insanlarının başlıca yol göstereni olmasını sağlamaktır. Bunu başarmak kolay bir iş değildir. Çünkü insanlar çoğu zaman bilimden başka yol göstericiler arama kolaylığını seçme eğilimindedirler. Bir toplumun genel eğitim düzeyi ne kadar düşükse, o toplumun insanları da o kadar fazla bilim dışı yol göstericilere yönelme eğilimindedir. Durum böyle olunca, bilim akademilerinin önde gelen görevlerinden biri, toplumun eğitim düzeyinin yükseltilmesi ve bu yükseltme aşamasında da bilim eğitiminin, genel eğitim etkinliği içinde önemli bir yer tutmasını gözetmektir. O halde, bilim akademilerinin “bilim toplumu” oluşturma aşamasında başlıca görevi bilim eğitimini sağlamak olmalıdır. Ülkenin eğitim bakanlığına, üniversitelerine, ilk ve orta öğretim okullarına, halk eğitimi dâhil olmak üzere her aşamadaki eğitim kurumlarına bilim eğitimi konusunda katkı vermek bilim akademilerinin görevi olmalıdır. Araştırma konseyleri ya da üniversiteler bu türden köklü ve uzun vadeli programları yürütebilecek yapıda değildirler. Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) bu açıdan üç yönlü bir etkinlik içindedir. İlköğretime yönelik bilim eğitimi projesiyle internet üzerinden yayınladığı bilim adamı profilleriyle, basit malzemeyle yapılabilen “yaparak öğren” türünden görüntülü bilimsel deneylerle küçük yaştan itibaren bilimle tanışıklığı sağlamayı amaçlamaktadır. Seçkin yerli ve yabancı yazarlarca yazılmış, Türkçe dilinde iyi baskılı ders kitaplarını yayınlanmakla eğitim desteği sağlamakta ve şu sıralarda özellikle üniversite öğrencilerine yönelik internet üzerinden kullanıma sunulan “açık ders malzemeleri” etkinliği, seçkin hocalarca verilen derslerin açık olarak kullanıma sunulması girişimi, TÜBA’nın her kesime yönelik bilim eğitimi çabalarının örnekleridir. Ancak, bilim akademilerinin varlık nedeni bu kadar basit bir görevle sınırlandırılamayacak kadar geniştir. Özetle “Bilim Etiği” dediğimiz bilim ahlâkını bir ülkede kural ve ilkeleriyle birlikte yerleştirmek, ona uyulmasını sağlamak da bilim akademilerinin önde gelen görevlerinden biri olmalıdır. Bilim etiği ya da bilim ahlâkı dendiğinde neyi anlamamız gerekir? En basit değerlendirmeyle bir bilimsel eserde onu yazanın, yeterli ve tutarlı atıfları yapmadan başka bir bilim yazarının özgün çalışmasından, kendi düşünsel üretimiymiş izlenimi vererek alıntılar yapması, alışılmış deyimiyle intihal yada aşırma denilen bilimsel suçu işlemesi akla gelmektedir Bilim akademilerinin görevleri arasında bu türden bir bilimsel suçun işlenmesini önleyici ilke ve kuralları yerleştirip bunların uygulanmasını sağlamak da bulunmaktadır. Böyle durumların saptanıp yaptırıma bağlanmasında birinci derecede yetkili kurumlar yargı kurumları olmakla birlikte bilim akademileri sözü en geçerli bilirkişiler konumundadır. Ancak, bilim etiğinin, bu konunun ötesinde daha derin ilke ve yaklaşımları da vardır. Bunların başında insanlığın yararını gözetmek gelir. Bu ilke sanırım bilim akademilerine yüklenmiş en temel görevdir denilebilir. Bilimsel etkinlik, her zaman insanlığın yararına uygulamalara yol açacak sonuçlar vermeyebilir. İkinci dünya savaşının sona erdirilmesine yol açan atom bombasının gerçekleştirilmesi bunlardan biridir. Anımsanacağı gibi, başta Albert Einstein olmak üzere, atom çekirdeğinin bölünmesiyle ortaya çıkacak büyük enerjinin kontrolsüz olarak salıverilmesi ile son derece yıkıcı bir silahın yapılmasına karşı çıkan bilim adamları olmuştur. Buna karşın, milliyetçi duygularla motive olmuş Oppenheimer’in başkanlığındaki bir grup bilim adamı Manhattan projesini yürütmüş ve bugün insanlığın en büyük korkularının başında gelen atom bombasını gerçekleştirmiş ve Nagazaki ile Hiroşima’da insanlar üzerinde kullanımına ön ayak olmuştur. J. Robert Oppenheimer Buna karşılık Almanya’da Nazi’lerin aynı silaha ulaşmak için görevlendirmiş oldukları Werner Heisenberg’in bu yıkıcı silahı gerçekleştirme doğrultusunda, büyük baskıya rağmen direndiği ve böylece bu korkunç silahın savaşan taraflar arasında karşılıklı olarak elde edilmesiyle çok büyük bir global felaketin ortaya çıkmasını önlediği ileri sürülmektedir.
Başka bir anlatıma göre
(7) -
Heisenberg, Naziler adına atom bombasını gerçekleştirebilmek için 1941 yılında Kopenhag’da Neil Bohr’a işbirliği önermiş ancak Bohr’un olumlu yanıt vermemesi üzerine Alman atom bombasının yapımı gerçekleşememiştir. Bu anlatımlardan hangisi gerçek olursa olsun, ne Einstein, ne Oppenheimer, ne Heisenberg ne de Bohr bilimsel açıdan daha az önemli kişilerdir. Bu isimler çağdaş bilimin büyük isimleridir. Ancak toplum yararını gözetmek açısından bunların arasından toplumsal sorumluluk taşıyanlar çıkmamış olsaydı bilimin öncülük ettiği çok büyük bir yıkıma sahne olabilecekti dünya. Bu türden insanlığı ilgilendiren sorunlar bugün de vardır. Genetiği değiştirilmiş organizmalar, kök hücre uygulamaları, klonlama girişimleri, bunlar gibi daha pek çok bilimsel gelişme alanlarında bilim adamlarının insanlığın yararı adına sorumlulukla hareket etmeleri gerekmektedir. Bu sorumluluğun kaynağı bilim akademilerinin koyacağı ilkeler ve bu akademilerin çatıları altında yapılacak tartışmalardır. Kanımca, bilim akademilerinin en önemli görevlerinin başında bilimsel buluşların serbestçe uygulamaya girmeleri öncesinde insanlığın yararı açısından değerlendirilecekleri bir süzgeçten geçirilmeleri gelir. Hükümetler, parlamentolar politik düşünceler yada toplumsal baskılar altında kalarak ileriyi göremeyen kararlar almaya yönelebilirler. Onları doğru çizgiye getirecek olan, bilim akademilerinin kamuoyu önünde elde ettiği saygınlık sonucunda oluşturduğu baskıdır. 21. yüzyıla gelindiğinde, bilim akademilerine en az 17. yüzyılda olduğu kadar gereksinme vardır. 17. yüzyılda toplumları bilime yönlendirmek, 21. yüzyılda ise bilimi toplum yararına yönlendirmek, bilim akademilerinin önde gelen görevleri arasındadır. 17. yüzyıl öncesinin yalnız bilim adamları, bilim akademilerinin kurulmasıyla yalnızlıktan kurtulmuş, bilim akademilerinin çatıları altında bir araya gelip toplumsal güç şekline dönüşmüş ve toplumu biçimlendirmede etkili olmuşlardır. Bu gereksinme bugün ortadan kalkmış değildir. Bugün de her disiplindeki bilim adamlarının bilim akademilerinin sinelerinde bir araya gelerek bilimsel bir sinerji oluşturmaları toplumların sağlığı açısından son derecede gereklidir. Hatta hayati önemdedir. Bilim akademileri fiziksel olsun toplumsal olsun bütün olayları bilimin nesnel bakış açısıyla gözleyerek onları bütün yönleriyle değerlendirebilecek bakışa ve görüş derinliğine sahiptir. Bu niteliği, onu, gerek fiziksel gerek toplumsal olsun, çelişkilerin derin ve çatışmalı olduğu 21. yüzyıl dünyasında önemli bir hakem konumuna getirmektedir. Önemli olan, bilim akademilerinin toplumda bu saygınlığı kazanabilmesidir. Bunun ön koşulu, Türkiye’yi, yukarıda açıklanan göstergeler çerçevesinde ileriye götürerek, başlangıçta hemen bir bilim toplumu değilse bile, itici dinamiklerinden birinin bilim olduğu, bu alanda yol almakta olan bir toplum şekline dönüştürebilmektir. (NOT: Türkiye Bilimler Akademisi-TÜBA, evrensel olarak bütün bilim akademileri için geçerli olan özerk olma, yönetici ve üyelerini kendi seçme niteliğini bir torba yasayla 2013 yılında kaybedip bir bakanlığa bağlanmış ve bu bakanlıkça atanan ilgi alanı “pazarlama” olan dindar bir profesörün yönetimine verilmiştir. Bunun sonucunda pek çok saygın Akademi üyesi istifa etmiştir. 2018 yılında ise gene bir torba yasayla Akademi kapatılmıştır. Daha sonra 15 Temmuz 2018 tarihli bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile yeniden işlerliğe kavuşturulmuştur. Ancak şu sırada sürekli personel azaltılmasıyla etkinliği azaltılmaktadır. Şu anda, gerçek anlamda, onu dünya çapında bilim alanında temsil edecek Türkiye’nin bir bilimler akademisi yoktur.)
|
(1)Türkcan, Ergun; | Dünya’da ve Türkiye’de Bilim Teknoloji ve Politika; | İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ss. 716, 2009 | |
(2) OECD | OECD Science and Technology Indicators, | 2005 | |
(3) Özveren, Nermin; | Prof. Dr. Cahit Arf ile söyleşi; | bant kaydından çözüm: Ayrıca E. Türkcan s: 565 | |
(4)TÜBİTAK | Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK) Kararları, | TÜBİTAK web sitesi: www.tubitak.gov.tr | |
(5) Erzan, Ayşe Ed. | Bilim Etiği El Kitabı | Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA), . ss 102, 208 | |
(6) Çelik, Tarık; Tekeli İlhan Ed. | Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi II | Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) 1961-2007; ss 761 | |
(7) wikipedia | ; Werner Heisenberg | .http//: tr.wikipedia.org | |
(8) İnönü, Erdal; | Anılar ve Düşünceler – 3. Cilt; Bölüm 12: TÜBİTAK Nasıl Kuruldu?. | Doğan Kitap, 2. Baskı, 2001, ss 500 | |
(9) Özdaş, M. Nimet; . | TÜBİTAK’ın İlk Yılları ve Bir Enstitünün Doğuşu;. | TÜBİTAK Matbaası, Mart 1998 | |
(10)Tankut, Tuğrul; . | A Brief Overview, Science & Technology in Turkey; | ppt presentation, TÜBİTAK, 2003. | |
(11) Avrupa Birliği | A.B. 7. Çerçeve Programı | Türkiye web sitesi. www.fp7.org.tr. | |