Hümanist kültüre açılan küçük bir pencere

ALINTILIK
Dünden bugüne kalan
Açıklama, Bildiri, Konuşma, Söylev v.s.
Yaşar Büyükanıt
ORG. BÜYÜKANIT'IN BİR KONUŞMASI ‎

Harp Akademileri
16 Mart 2007
         BAŞ SAYFA DÜŞÜNCE ODASI  MAVİPENCERE   GÖZLEMEVİ   ARKABAHÇE   IŞIKLIYOL
                          Alıntılık      Belgelik   Yarenlik   Okumalık ‎   Bakmalık   Gezinmelik
Harp akademilerimizin değerli komutan, öğretim elemanı, müdavim, öğrenci, subay ve çalışanları,
Değerli konuklar,
Bu toplantıya katılan çok saygı duyduğum, sayın emekli komutanlarımız ve silah arkadaşlarımız ,
Kurulduğu günden itibaren, başta ebedi Başkomutan Atatürk olmak üzere çok kıymetli komutan ve devlet adamları yetiştiren Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gözbebeği ve en yüksek eğitim kurumu olan harp akademilerimizde sizlerle tekrar beraber bulunmaktan duyduğum mutluluğu ifade ederek sözlerime başlamak istiyorum.
Bu güzide kurumda öğretim üyesi olarak beş yıl görev yaptım. Birçok tatbikata, seminere ve sempozyuma katıldım. Bu nedenle, buraya her geldiğimde ayrı bir heyecan duyuyor, sizlerin arasında bulunmaktan ve zamanımı burada sizlerle geçirmekten ayrı bir haz alıyorum.
Değerli silah arkadaşlarım,
Konuşmamı günümüze ışık tutan 'geçmiş' ile, bizim bugün yaptıklarımızı anlamlı kılacak 'gelecek' arasında uzanan köprünün zaman kesitleri olarak geçmiş, bugün ve gelecek bölümleri halinde yapacağım.
Kıyının 'geçmişte' kalan kısmından 'gelecekteki' ulusal hedeflerine -karşı kıyıya- ulaşmak için sağlam payandalara oturtulmuş köprünün 'bugünkü' kesitinin ne kadar önemli olduğunu algılayamayan ve tesadüfen yaşayan toplumlar geleceğe emin adımlarla yürüyemezler. Tagore' nin söylediği gibi: "Denizin kenarında durarak, suya bakarak denizi aşamazsınız ." Ulu Önder Atatürk: "Bugüne kadar elde ettiğimiz başarı, bize ancak ilerleme ve medeniyete doğru bir yol açmıştır; yoksa ilerleme ve medeniyete henüz ulaşılmış değildir. Bize ve torunlarımıza düşen vazife, bu yol üzerinde tereddütsüz yürümektir " ifadesi ile yolumuzun stratejik amacını göstermiştir.
Geçmiş, bugün ve gelecek üçlü zincirini birbirinden bağımsız incelediğinizde zaman ve mekân boyutundan kopar, strateji üretemezsiniz. Yaptığınız bütün analizler, eksik kalır. Geleceği yaratmak sadece rüya görmekle gerçekleşmez. Geçmişin veritabanı bugünün gerçekleri ve yarının öngörüleridir. Peter Druckerın dediği gibi, "Bugünün sorunları, dünün çözümleridir."
Bugün ürettiğiniz çözümler yarınlara sorun olarak yansıyacaksa, bu büyük bir yanılgıdır. Bugün karşımızda bulunan birçok sorunun, geçmişin yanlış çözümleri olduğunu kabul etmemiz gerektiğine inanıyorum. 1991 yılında Irak'ta 36'ıncı paraleli çizip, ona destek vererek, Kuzey Irak'ta bugünü yarattığımız bir gerçektir. Kendi yaptığımız hataları da başkasına yükleme şansımız yoktur .
Ancak, bu kapsamda dikkatinizi çekmek istediğim önemli konu sadece doğrusal düşünme yanlışı içine de düşmemenizdir. Bilim dünyasında bu konudaki gelişmeleri takip ediyorsunuzdur. İnsanlık tarihi boyunca yüzlerce kuram üretilmiş, bunların bir kısmı geçerliliğini kaybetmiş ve diğer bir kısmı da bugün tartışılan kavramların temelini oluşturmuştur. Aristo'nun: "Yere düşen cismin ivmesi ağırlığıyla doğru orantılıdır" ve "Bir cismin hareketi ancak ona uygulanan kuvvetin devamlılığıyla mümkündür" kuralları neredeyse 2000 yıl sorgulanmadan kabul edilmiştir. Galileo yer çekimi deneylerini yaptığında: "Bütün cisimler aynı ivme ile yere düşerler" diyerek eskinin kabullerini, dikkatinizi çekiyorum, 2000 yıl sonra sarsmıştır. Daha sonra Newton 'un 16'ıncı yüzyılda ortaya koyduğu "üç temel yasa" ile 20'inci yüzyıla gelinmiştir. Bu yasalar bilim dünyasında yeni bir çığır açmış ve bugün kullandığımız teknolojilerin altyapısını oluşturmuştur. Bir başka deyişle: "Bugünkü durum dünün sonucudur. Yarınki durum da bugünün sonucu olacaktır" şeklinde özetleyebileceğimiz bu yaklaşım, doğrusal düşüncenin veya bilim terminolojisinde determinizmin temellerini oluşturmaktadır.
Değerli silah arkadaşlarım,
Değerli konuklar
,
Bu süreçte, hayatta çok şey öğreniriz, ama maalesef çoğunlukla kaybederek öğreniriz. Bunu unutmamak gerekir. Önemli olan kaybederek değil, kazanarak öğrenmektir.
Kazanarak öğrenmenin altında yatan mantığı çok iyi anlamamız gerekir. Çünkü, doğrusal düşünce basit hareketler ve birkaç değişkenli problem alanları için bize çözümler veriyordu. Ancak, değişken sayısı arttıkça, sistem daha karmaşık ve dinamik hale geldiğinde sadece doğrusal analitik çözümler yetersiz kalmaya başlamıştır. Böylece, yeni kuramlar devreye girmiştir, kaos , kuantum ve görelilik gibi.
Burada özellikle kaos üzerinde durmak istiyorum, çünkü diğer kuramlar bu genel kuramla ilintilidir. 'Kaos'u çoğu zaman karışıklık, düzensizlik gibi algılıyoruz. Hiçbir konunun bilinemeyeceği, üstesinden gelinemeyeceği gibi farkında olmadan bir anlam yüklüyoruz.
Dolayısıyla bu konular bilim dünyasının raflarından ve masalarından günlük hayatımıza gerçek anlamıyla yansımıyor. Oysa, bu kuram yakın gelecekte bireysel veya kurumsal olarak yaşantımızı ve askeri anlamda karar verme süreçlerimizi etkileyerek askeri ana ve alt disiplinlerde çok önemli yere sahip olacaktır.
Biraz önce ifade ettiğim doğrusal yaklaşımda, analitik düşünmeyle doğru sonuca ulaşmak için, çok iyi tanımlanmış başlangıç koşullarına ihtiyaç vardır. Ancak, başlangıç durumu öyle göründüğü gibi kolay tanımlanamaz ve bu nedenle geleceğe ait değerlendirmeler doğrulukla ortaya konamaz. Bunun en güzel örneği hava tahminidir. Çünkü atmosfer, başlangıç koşullarına oldukça hassastır. Teknolojik sistemler çok gelişmiş olmasına rağmen, doğru hava tahminleri yapmak hâlâ zorluk taşımaktadır. Hava tahmininde süre uzadıkça doğruluğu da o oranda azalmaktadır. Bir diğer örnek de 'kelebek etkisi' dir. Bununla, dünyanın bir yerinde, bir kelebeğin kanatlarını çırpmasının dünyanın bir başka yerinde açık ve yağışsız bir havanın tahmin edilmesine rağmen fırtınaya sebep olabileceği iddia edilmektedir.
Burada önemle vurgulamak istediğim konu; başlangıç durumlarının o kadar kolay tanımlanamaması nedeniyle bu koşullardaki çok küçük bir değişimin sonuca çok büyük etkiler yaptığıdır. Bu nedenle dinamik koşullar ve çoklu değişkenler sürekli durum muhakemesi yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Unutmayın, hayatta yaşamanın iki yolu vardır: Biri hiçbir şeyin mucize olmadığını düşünmek, diğeri ise her şeyin bir mucize olduğuna inanmaktır.
Bununla beraber, doğrusal düşünceyi (linear-determinizm) tamamen dışlayalım demiyorum, ki böyle yaparsak bugüne kadar yapılan teknolojik gelişmeleri nasıl açıklayacağız? Doğrusal olmayan (non-linear, kaos) kuramları da dikkate alın diyorum. Çünkü, bu kuramlar tek başına her şeyi açıklamaya yeterli değildir ve 'çok yönlü sürekli süreç' olarak tanımladığım bu kuramların bileşkesi askeri eğitim ve öğretim anlayışımızı, temel karar alma süreçlerimizi ve yapılanmamızı da temelden etkileyecektir.
Bunun için de basmakalıp bir yaklaşımla: "Dün bunlar oldu, yarın da şunlar olacak" demek rehavetine kapılmadan; küçük bir değişimin çok yönlü büyük sonuçlar doğurabileceği bilinciyle meseleye tesir eden faktörleri en iyi şekilde ortaya koyarak yarını yönetebilmeliyiz . Her türlü sonuca hemen uyum sağlayabilecek esneklikte olabilmeli ve bu sürecin sürekliliğini sağlayabilmeliyiz.
Elbette ki sebep-sonuç ilişkilerine bakacaksınız, ancak, 'Sebepler şunlardır, öyleyse şu sonuçların ortaya çıkması kaçınılmazdır' gibi kolaycılığa kapılmayacaksınız. Vurgulamak istediğim konu, sebep-sonuç ilişkisinin 'sürecine' yoğunlaşmanızdır. Süreç, artık odaklanacağımız yer olmalıdır. Bu da dinamik bir yaklaşımı gerektirmektedir. Bilgi çağı, dünün durağanlığından yarının dinamizmine hazır olmamızı zorunlu kılmaktadır. Sizlerden beklediğim; biçimlerin ve basmakalıp kavramların içine sıkışmanız değil, çağdaş Atatürkçü Düşünce Sistemi'nin özündeki devrimcilik ilkesinin itici gücü ile geleceğe yelken açmanızdır.
Değişim ve gelişim yolundaki her yenilikten korkmayın. Yüce Atatürk'ün davranış ve söylemlerine bakın. Onun Cumhuriyet'i kurarken sahip olduğu kararlılık, bizim için en büyük enerji kaynağı ve iç dinamiğimizdir.
Halka mal olmuş bir söyleyiş var: "İyimser her falekette bir fırsat, kötümser ise her fırsatta bir felaket götürür." Herhalde, biz iyimser olacağız. Bu iyimserliği kararlılıkla birleştireceğiz. Bunu unutmayın.
Sayın komutanlarım,
Harp Akademileri'nin değerli mensupları,
Değerli konuklar,
İnandığım bir gerçeği ifade etmek istiyorum. Tarih, kendisini aynen tekrar etmiyor. Tabii ki, tarihten ders alacağız. Ancak unutmayın ki, geçmişle bugün arasındaki farklılıkları gözönünde tutmamız gerekecektir. Bu hususları gözardı etmemiz mümkün değildir. Geçmişten ders alacağız, ancak geçmişe demir atmayacağız.
Harp tarihi çalışmalarınızda, geçmişteki olayları mercek altına alırken tarihi kendi karmaşıklığı içinde anlam kazandırmaya çalışmalısınız. Aşırı genellemelere gitmekten kaçınmalısınız. Aklınızın bir köşesinde hep: "Hangi olaylar oldu ki bunlar, mücadelelerin hatta savaşların sonucunu değiştirdi" fikri ile onları sorgulayacaksınız. Harpleri de kendi tarihi süreci içinde değerlendirecek ve bulunduğu çağın teknolojik gerçeklerinden ayrı düşünmeyeceksiniz. Örneğin, sanayi devrimi öncesi savaşlarını bugünün bilgi çağı savaşları ile karıştırmayacaksınız. Her dönemi kendi süreçleri içinde inceleyeceksiniz.
'Bilim ve aklı' bize miras olarak bırakan Yüce Önder Atatürk'ün işaret ettiği uygarlık yolunda ilerlerken, dogmalar karşısındaki en büyük dayanağımızın sorgulama ve şüphe duyma olması gerektiğini aklınızdan çıkarmayın. Dogmaların esiri olmayacağız. Unutmayın, Ulu Önder bize hiçbir dogmayı miras olarak bırakmadı.
İşte tüm bu konuların en ideal tarzda inceleneceği yer Harp Akademileri Komutanlığı'dır. Çünkü, kalıplaşarak dar bir çerçeveye hapsolmuş tüm sabit fikirlerin yıkılacağı, yaratıcılığın sonuna kadar özgün ve çağdaş bir şekilde işleneceği yer burasıdır.
Değerli silah arkadaşlarım ,
Şimdi sizlere biraz önce ifade ettiklerimin ışığında harp tarihinin geçmişine ilişkin birkaç kuram ve yaklaşımdan bahsetmek istiyorum. Harbi, çok sayıda insanların oluşturduğu iki veya daha fazla grup arasında olan çatışma olarak tanımlayabiliriz. Genel olarak tanımını yaptığım harbin birçok çeşidini de duymuş olabilirsiniz. Clausewitz 'in: "Harp, politikanın devamını sağlayan bir araçtır" tanımından, "Hayır, savaş, kültürlerden kaynaklan ır"a kadar geniş bir yelpazede yorumları okumuşsunuzdur. Tarihi nedenlere dayanan kuramlarda harpler, trafik kazaları gibi de değerlendirilmiştir. Bazı şartlarda ve durumlarda kazalar ortaya çıkar demişlerdir. Bazı sosyal bilimciler bunlara karşı çıkmışlar ve harplerin tesadüfen değil, bilinçli bir kararın sonucu olduğunu savunmuşlardır. Durban ve Bowlby gibi bazıları da harbi psikolojik kuramlarla açıklamaya çalışmışlardır. İnsanın doğasında çatışma olduğu, bunun sonucunda da savaşların ortaya çıktığı savını öne sürmüşlerdir.
Savaşın gerekçelerine dair bu kuramları ekonomik, politik, bilim kuramları gibi daha da genişletebiliriz. Ancak, bu konuşmamda, savaşlar neden çıkmıştır konusunu sorgulamayacağım. Bunların temelinde biz askerleri ilgilendiren en önemli boyutunun üzerinde duracağım. Savaşlar hangi nedenden çıkarsa çıksın günümüze kadar var olmuştur -umarım olmaz- ancak savaşlar bundan sonra da olmaya devam edecektir. 'İnsanlık tarihi aynı zamanda savaşlar tarihidir' denebilir.
Yurtdışında bir akademide yapılan araştırmalar sonucunda:
- İnsanların milattan önce 3 bin 600 yılından bu yana 14 bin 531 kez savaştığı,
- Bu savaşlarda 3 milyar 640 milyon insanın öldüğü tespit edilmiştir.
Değerli silah arkadaşlarım,
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin vazifesi olan Türk yurdunu ve Türkiye Cumhuriyeti'ni koruma ve kollama görevini ifa etmek üzere ant içtiğim ilk günden bugüne kadar, Soğuk Savaş dönemini, Varşova Paktı'nın ve Sovyetlerin dağılmasını, tek kutuplu ve yeni dünya düzenini arayan dünyayı, küreselleşme-bölgeselleşme tartışmalarını, Körfez savaşlarını, Irak'ta meydana gelen gelişmeleri, 11 Eylül saldırılarını, nükleer silahlanma çabalarının yeniden canlanmasını ve Ortadoğu'da yaşanan olayları gördüm. Bu tecrübelerimden hareketle diyebilirim ki savaşlar gerçektir ve barışa giden zorlu yolun üzerinde her zaman ayaklarımıza takılmaya devam edecektir. Bu nedenle kurulmuş bu güzide 'Harp Akademisi'nde, savaşların bir olgu olarak akademik boyutundan bahsediyor ve günümüze yansımalarını ortaya koyuyorum ki, neden güçlü bir silahlı kuvvetlere ihtiyacımız olduğu daha iyi anlaşılsın.
Savaşma eylemi, insanla birlikte yeryüzü sahnesine çıkmıştır. Ancak, savaşın sanat ve bilim yönü, bilinçli bir tasarımla son 200 yıllık süreçte büyük gelişmeler göstermiştir. Başlangıçta ilkel şartlarda insan zekâsının ürünü olarak ortaya çıkan yeni taktikler ve teknikler teknolojinin gelişmesiyle yeni boyutlar kazanmıştır. İlk dönemlerde, ortak sorumluluk anlayışı, birlik ruhu, disiplin gibi temel değerler ortak paydayı oluşturmamıştır.
Akademik seviyede okulların ortaya çıkması ile askeri felsefe, sanat ve bilimin temelleri atıldı. Bu okulların eğitim ve öğretim sistemini iyi kurabilen ordular, nitelikli askeri kadrolara sahip oldular ve bu sayede muharebe sahalarından zaferlerle çıktılar. Çünkü, teknik bilgiler ile donatılan ve bunları askerliğin sanat yönüyle birlikte kullanarak 'çatışmayı ve şiddeti yönetebilen' liderler, silahlı kuvvetlerin çatısını oluşturmaktaydı.
Bu süreçte, askeri amatörlükten profesyonelliğe geçişle devletler, ulusal güvenliklerini daha sağlama alabildiler. Güçlü ve donanımlı bir silahlı kuvvetler sayesinde var oluş nedenlerini devam ettirebildiler. Çünkü, tarih, uygar ama güçsüz silahlı kuvvetleri olan ulusların, tarih sahnesinden nasıl silindiklerini insanlığa çok acı bir şekilde öğretmiştir. Bundan ders alan uluslar, silahlı kuvvetlerinin değerini bilmiş ve onun etkinleştirilmesi için uygun ortam ve düzeni oluşturmuşlardır. Etkinleştirilmesini istemeyen uluslar ise tarihten derslerini almamışlar veya alamamışlardır.
Bu, çok kısa çerçevesini çizdiğim tarihi açıda, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bilinen 2200 yıllık tarihi geçmişi ve askeri kültürü vardır. Bu askeri kültür ise durağan bir coğrafyada değil, sürekli hareket halinde geniş bir coğrafyada şekillenmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri çok yönlü deneyime ve bilgi altyapısına sahiptir. Jeopolitik gerçekliğin ve duyarlılığını tarihin derinliklerinden alarak gelmiştir. Bugüne bakarken bu tarihi birikim ve zenginlikle olayları yorumlamaktadır. Caydırıcılığın ne demek olduğunu yeni öğrenmemiştir ve bundan dolayı ulusumuzun nezdinde Türk Silahlı Kuvvetleri çok ayrı bir yere sahiptir. Çünkü, Türk ulusunun bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin değerini yine en iyi yüce ulusumuz bilmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri de onun güvenine layık olmak için üzerine düşeni her zaman yapmaktadır ve yapmaya da devam edecetir. Ulusuna güveni, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en büyük gücünü oluşturmaktadır. Bunu unutmamamız gerekiyor.
Değerli silah arkadaşlarım ,
Bu bölümde de 'bugün nasıl değerlendirmemiz gerektiğine dair görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Konuşmamda, karmaşık ve birden fazla değişkeni olan bir ortamda başlangıç şartlarının önemini vurgulamıştım. Bu yüzden, bulunduğumuz coğrafyadaki gelişmeleri ve eğilimleri tam olarak ortaya koyabilmemiz için bugünün şartlarını da;
- Küresel,
- Bölgesel ve
- İç tehditler
olarak, üç halkada birbirinden bağımsız değil, 'birlikte' ele almalıyız. Ancak böylelikle süreç yönetilebilir.
Bu yöntemle, matris yapıdaki dışınızdakiler ile içinizdekiler arasındaki bileşenlerin birbiriyle dokusal ilişkilerini ortaya koyabilirsiniz.
İki kutuplu dünya düzeninin yıkılmasından sonra Balkanlar, Kafasya, Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerinde ortaya çıkan güç boşluğu, küresel belirsizliği artırmış ve bu bölgelerde jeopolitik boşluk alanlarının oluşmasına neden olmuştur.
Özellikle, 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'nde gerçekleştirilen terör saldırıları ile küresel güvenlik ortamı ve devletlerin güvenlik algılamaları büyük bir değişime uğramıştır. 21'inci yüzyıldaki küresel ilişkileri şekillendireceği anlaşılan bu değişimin bir sebebi de 'küreselleşme' akımıdır.
Böyle bir ortamda, küresel merkezin doğuya doğru kaymasıyla, Türkiye yeni güvenlik algılamalarının merkezine oturmuş; Türkiye için risk ve tehditler, simetrikten asimetriğe doğru uzanan geniş bir yelpazeye yayılmıştır .
Bu bağlamda, bölgesel değerlendirmeyi ve etkilerini Kıbrıs ve Doğu Akdeniz'den başlayarak yapacağım. 20. yüzyılda petrolün ve doğalgazın en önemli enerji kaynağı haline gelmesi nedeniyle Kıbrıs ve Doğu Akdeniz' in jeostratejik ve jeopolitik önemi daha da artmıştır. Bu durum, petrolün ve doğalgazın enerji tüketimindeki yerini koruduğu müddetçe de devam edecektir.
Unutmamamız gereken bir gerçeği ifade edeceğim. Yakın gelecekte, petrol çağı son bulacak ve bu dönem için doğalgaz süreci yaşanacaktır. Ya sonrası ? Bunu düşünmemiz gerekmektedir.
Orta Asya ve Ortadoğu petrollerinin Batılı ülkelere taşınmasında önemli bir istasyon konumunda bulunan Türkiye, uluslararası enerji güvenliğini sağlamak için Kıbrıs'la ilgilenmek zorundadır.
Rum tarafı şimdiye kadar her zaman uzlaşmaz taraf olmuş, son olarak 24 Nisan 2004 tarihinde Ada'da gerçekleştirilen eş zamanlı referandumlarda Annan Planı'nı yüzde 75 gibi büyük bir oranda reddederek, bu tutumunu sürdürdüğünü ortaya koymuştur.
Rum tarafının amacı çok açıktır: Ciddi bir taahhüde girmeden çözümü sürüncemede bırakmayı, süreci zamana yaymayı ve bu arada adil ve kalıcı barışa ilişkin parametreleri ortadan kaldırarak, Kıbrıs Türklerini azınlık statüsüne düşürecek olan 'osmosis' yoluyla sorunu üniter bir yapı içerisinde çözmeyi hedeflemektedir. Onlara göre bu politikanın başarısı, Kıbrıs'ta çözümsüzlüğün devamına bağlıdır.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Lideri'nin, üzerinde baskı hissetmediği ve bugünkü durumu sürdürmenin kendisine bir maliyeti olacağını görmediği müddetçe, BM parametreleri çerçevesinde bir çözüme ihtiyaç duymayacağı açıktır.
Ayrıca, geçtiğimiz günlerde Fransa ile GKRY arasında savunma alanında işbirliği anlaşması imzalanmıştır. Rum tarafı Ada'yı çözümsüzlüğe mahkûm eden politikalarını sürdürme yolunda cesaretlendirmekten ve Doğu Akdeniz'deki istikrar ve güvenliğe tehdit teşkil etmekten başka bir işe yaramayan bu anlaşmanın, BM çerçevesindeki kapsamlı çözüm çabalarını da olumsuz yönde etkileyeceği şüphesizdir.
GKRY, Kıbrıs Türklerini veya Ada'nın tümünü temsil etmemektedir ve Kıbrıs Türkleri adına Ada'nın tümü için bu tür tasarruflarda bulunma yetkisine de sahip değildir.
1959-1960 anlaşmalarıyla Kıbrıs Adası'nda ve Doğu Akdeniz'de oluşturulan hassas denge, ilgili ülkelerin garantörlük haklarıyla teminat altına alınmıştır. GKRY, petrol konusu dahil son dönemdeki tutum ve eylemleriyle Kıbrıs sorununu giderek Doğu Akdeniz'e doğru genişletmekte ve bölge için istikrarsızlık kaynağı olmaya devam etmektedir.
Türkiye ve Türk Silahlı Kuvvetleri, Kıbrıs sorununun BM parametreleri içinde çözümü yönündeki vizyonunu korumaktadır. Ada'da sağlanacak adil ve kalıcı barış, Doğu Akdeniz'de istikrar ve güven ortamının tesisine de yardımcı olacaktır.
Asker olarak, Kıbrıs'ta adil ve kalıcı bir barışın sağlanması en büyük dileğimizdir. 'Adil ve kalıcı bir barış' derken acaba neyi kastediyoruz? Bu kavramın içini nasıl dolduruyoruz? Türk Silahlı Kuvvetleri bu konuda bazı endişelere sahiptir.
Şu soruyu kendimize sormadan edemiyoruz: Annan Planı adil ve kalıcı bir plan mıydı? Annan Planı, adil ve kalıcı bir plan değildi. Çünkü, planın içerisinde her iki tarafı memnun edecek derogasyonlar denen özel düzenlemeler mevcuttu.
Bu derogasyonların hiçbirinin kalıcılığı yoktu. Zürih zirvesinden Brüksel'e dönen o zamanki AB'nin genişlemesinden sorumlu şahıs, Brüksel Havaalanı'nda verdiği demeçte, 'derogasyonların kalıcı olmamasını büyük bir memnuniyetle sağladıkları' müjdesini vermişti. Neden kalıcı değildi? AB yasalarına göre, bir konunun kalıcı olabilmesi için birincil hukuk olması ve meclisleri tarafından onaylanması gerekmektedir.
Oysa, Annan Planı'na konan derogasyonların büyük bölümü AB yasalarına aykırıydı. Eğer bu plan gerçekleşseydi, herhangi bir Rum vatandaşının Avrupa mahkemelerine başvurmasıyla, çok kısa sürede bu derogasyonların hepsi ortadan kalkardı. Bu durumda Kıbrıs Türkü'nün kazandığını zannettiği her hak elinden giderdi. Bu plan kalıcı olmadığı gibi, elinden tüm hakları gideceği için adil de değildi.
Bu nedenle, bunun altını özellikle çizmek istiyorum; maalesef, Türkiye'de 'adil ve kalıcı barış' dendiğinde hiç kimse bu kavramların içinin nasıl doldurulacağı konusunda beyanda bulunmamaktadır. Bundan dolayı bir planın adil ve kalıcı olmasını mümkün kılan temel parametrelerin ortaya konması gerekir. Bunu burada özellikle ifade etmek istiyorum.
Eski Yugoslavya'nın dağılmasıyla hızla karmaşaya sürüklenerek birbiri ardına geçirdiği iç savaşlar ve çatışmalarla bir kriz bölgesi haline gelen Balkanlar 'da, uluslar arası kamuoyunun desteğiyle genel bir istikrar sağlanmıştır. Türkiye'nin olduğu kadar bölge ülkelerinin ve hatta tüm Avrupa'nın güvenliği için de önemli olan bu istikrarın sağlanmasında Türkiye, krizin başlangıcından itibaren yükün önemli bir bölümünü üstlenmiştir. Halen de bölgenin güvenlik ve istikrarına önemli katkılarda bulunmaya devam etmektedir. Bunun bir devamı olarak Türkiye, Mayıs 2007-Mayıs 2008 döneminde Kosova'nın güneyindeki Çokuluslu Görev Kuvveti'nin liderliğini üstlenecektir.
Doğu ve Batı arasında yolların düğümlendiği bir merkez ülke konumunda olan Türkiye'yi Orta Asya'ya bağlayan kuşak üzerinde stratejik önemi haiz olan Kafkasya , sahip olduğu hidrokarbon kaynakları ile Türkiye açısından olduğu kadar bölgesel ve küresel güçler açısından da büyük önem arz etmektedir. Kafkasya'nın huzur, barış ve istikrarı Türkiye bakımından önemlidir. Avrasya'da doğu-batı ve kuzey-güney eksenlerinde Kafkaslar ile yakın işbirliği içinde bulunduğumuz coğrafyanın kalkınmasını olumlu yönde etkileyecektir.
Bu noktada, kısa bir şekilde Afganistan 'a da değinmek istiyorum. Afganistan, giderek Türkiye açısından önem kazanmaktadır. NATO'nun tüm Afganistan'ın güvenliğinden sorumlu hale gelmesi bu önemi daha da artırmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri halen Kabil Bölge Komutanlığı görevini İtalya ve Fransa ile birlikte yürütmektedir. Önümüzdeki aylarda da Kabil Bölge Komutanlığı'nın liderliğini Türk Silahlı Kuvvetleri üstlenecektir. Burada bir hususun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Biz, Afganistan'da ISAF dediğimiz Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti'nin görev tanımı çerçevesinde bulunmaktayız. ISAF-II, ISAF-VII dönemlerinin liderliğini iki kere yaptık. ISAF'ın görev tanımında terörle mücadele yoktur. Fakat Afganistan'ın tamamı NATO'ya devredildikten sonra Afganistan'da büyük bir kuvvet zafiyeti ortaya çıkmış ve özellikle güney bölgesindeki durum çok vahim bir duruma gelmiştir. Bu nedenle NATO, genel manada ABD, özellikle bütün ülkelerden daha fazla kuvvet gönderilmesini talep etmektedir. İstediği kuvvet, terörle mücadele etmek için oraya gidecektir. Hatırlayacağınız gibi, ben beyan da ettim, biz buna karşı çıktık. Türkiye'nin Afganistan'a terörle mücadele için gitmemesi gerekir . Afganistan'daki en prestijli ülke Türkiye'dir. Sizlere çok çarpıcı bir örnek vereceğim. Özellikle Kandahar bölgesinde, Afganistan'ın güneyinde Pakistan'ın sınırına yakın olan bölgede, terörle mücadele eden ülkelerin askerleri kendilerini güvenlikte hissetmek için kollarına Türk bayrağı takmaktadırlar. Bu bir gerçektir. Biz bunu Dışişleri'ne de bildirdik. Çünkü, bunlar uygunsuz bir iş yaparlarsa, o Türk bayrağı ile Türkler yapmış gibi bir izlenim uyanır. Çünkü, Afgan halkı karşılıksız bir sevgi ve muhabbet içindedir. Biz NATO yetkililerine her zaman diyoruz: "Siz, Türkiye'nin bu durumunu iyi değerlendirin. Gücünü fark edin."
Bu alanda endişe duyduğumuz bir konu da teşkil edilmekte olan NRF dediğimiz, NATO Mukabele Kuvveti'dir (NMK). NATO Genel Sekreteri başta olmak üzere yetkililerin ifadesiyle, NMK'yi şu anda NATO'nun amiral gemisi olarak görmektedirler. Ülkeler, tek tek asker göndermek istemiyorlar. NATO, NMK gibi güçlü bir unsur oluşturacak ve NATO'nun kontrolünde olacak. NMK'nin yedi harekât planından birisi de terörle mücadeleye yöneliktir. Tabii bu, bizi endişeye sevk etmektedir. Şu anda da NMK'nin liderliğini yapıyoruz. Yakın zamanda Temmuz 2007'de bu liderliği devredeceğiz ama müteakip dönemlerde de NMK'ye katkıda bulunmaya devam edeceğiz. Bu önemli bir katkıdır. NMK terörle mücadele konusunda Afganistan'a gönderildiği takdirde, birliklerimizin de terörle mücadele kapsamında orada kullanılması söz konusu olacaktır. Biz bunu arzu etmiyoruz. Bunu NATO'nun tüm makamlarına da çok açıkça ifade ediyoruz, çünkü, NMK'nin kuruluş konseptine bakıldığında bunun bir ihtiyat kuvveti olmadığı görülmektedir. NMK, devam eden harekâtın eksiklerini doldurmak için bir kuvvet havuzu olarak düşünülmektedir.
Buraya NMK gönderelim dediğiniz zaman NMK'nin kuruluş felsefesiyle çelişki meydana gelmektedir. O çelişki de şudur: NMK niçin kurulmuştur? NMK, NATO'nun müdahil olmak istediği kriz bölgelerine ilk başta gidecek, durumu esas kuvvetler gelene kadar idare edecek ve daha sonra da ilk başta çekilecektir. Kriz bölgesine ilk giren ve çıkan kuvvettir. Ama şimdi ihtiyat gibi kullanmaya çalışıyorlar. Tabii mevcut konseptleri ile bunu yapmaları mümkün değildir. Son zamanlarda bize ulaşan bilgiler bu konseptin değiştirilmek istenmesi yolundaki gelişmelerdir ki bu da bizim düşüncelerimizle tamamen çelişmektedir. Afganistan bağlamında bunu burada ifade etmenin yararlı olduğunu mütalaa ediyorum.
Ortadoğu bölgesi, özellikle güvenlik mülahazalarımız açısından büyük önem arz etmektedir. Ortadoğu'dan Türkiye'ye yönelik konvansiyonel askeri tehdit önemli ölçüde azalmasına rağmen, gelecekte bölgeyi istikrarsızlığa sürükleyebilecek riskler halen varlığını sürdürmektedir. Orta ve uzun vadede Ortadoğu bölgesinin, yüksek seviyede siyasi, toplumsal ve dini gerilemelere, toplumlar ve devletler arasındaki çatışmalara sahne olmaya devam edeceği ve bugün Irak 'ta yaşananların, dış müdahaleler ve mezhebe dayalı cepheler teşkil etmek gibi yanlış politikalar sonucu, bütün Ortadoğu'ya yayılma tehlikesiyle karşı karşıya gelinebileceğini düşünmekteyiz. Bu nedenle;
- Irak'ın siyasi birliği, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığının korunması,
- Etnik ve mezhepsel tabana dayanan politikaların zararlı olacağı,
- Doğal kaynakların ve gelirlerin, tüm Irak halkı tarafından adil şekilde paylaşılması,
- Güvenlik ve istikrarın Irak'ın bütününde en kısa sürede sağlanması,
bölge ve dünya barışı bakımından hayati önem taşımaktadır. Ancak, bu hedefe ulaşmanın da zor olduğu gözükmektedir.
Barındırdığı doğal zenginlikler ve nüfus yapısı bakımından Irak'ın küçük bir modeli olması nedeniyle Kerkük 'ün kaderi, Irak'ın kaderiyle doğrudan bağlantılıdır. Kerkük konusu, önümüzdeki dönemde sadece Irak'ı değil, tüm bölgeyi etkileyecek unsurları kapsamaktadır.
Kerkük'ün statüsünün çözüme kavuşması için azami seviyede diplomatik destek verilmeli, Kerkük, Irak'taki önceliklerden biri haline getirilmeli ve tüm Iraklı siyasi aktörler Kerkük konusunun uzlaşı ile çözümlenmesi gerektiği yönünde ikna edilmelidir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kerkük ile ilgili düşünceleri güvenlik boyutunda olup, Irak'ın bütünsel yapısı ve bu yapının bozulmasının Türkiye Cumhuriyeti'ne etkileri ile ilgilidir.
Birleşmiş Milletler'in, Kerkük konusundaki açıklamaları, Türkiye'nin görüşlerine paralellik arz etmektedir. Birleşmiş Milletler'in son zamanlardaki raporlarında da, Kürtlerin Kerkük'te yaptığı insan hakları ihlalleri dile getirilmektedir. Bu kapsamda, Birleşmiş Milletler'in Kerkük sorununda daha etkin rol oynayabileceğini düşünmekteyim.
Türkiye, jeopolitik konumu itibarıyla, dünyanın en önemli petrol rezervlerini, doğal su yollarını, kara ve hava ticari ulaşım hatlarını içeren, Soğuk Savaş sonrası dönemin jeopolitik tartışmalarında en çok vurgulanan bölge olan Avrasya'nın merkezinde laik ve demokratik yapısı ile bir istikrar ve denge unsuru durumundadır.
Türkiye'nin jeopolitik önemi, hem dünyanın ekonomik ve politik çıkarlarının ortasında ve içinde yer almasından, hem de kendi gücünden kaynaklanmaktadır. 21'inci yüzyıl dünyasının kritik ve hassas jeopolitiğinde yer alan konumuyla, ekonomik, siyasi, sosyal, askeri ve kültürel alanlarda güçlü bir Türkiye, bölgesinin temel dinamiklerinden biri olacaktır. Oysa güçsüz bir Türkiye, jeopolitik hassasiyetlerin ortaya çıkmasına zemin oluşturacak ve bölgesel önemini azaltmaya yönelik girişimlere daha fazla maruz kalacaktır.
Bu kapsamda, Türkiye bir taraftan ulusal değerlerine ve bekasına yönelik iç ve dış tehditlere karşı güvenliğini kararlılıkla savunurken, diğer taraftan da sosyo-ekonomik kalkınmasını sağlamak ve yüksek menfaatleri olan güvenlik ve refaha ulaşmak mecburiyetindedir. Türkiye'nin içerisinde yer aldığı coğrafyada , ancak güçlü, caydırıcı ve üniter ulus-devletler yaşayabilir.
Değerli silah arkadaşlarım,
Küresel ve bölgesel değerlendirme kapsamında, Türkiye Cumhuriyeti'nin karşı karşıya kaldığı iç tehdit ve riskler ve bunlarla mücadelede kullanacağımız ana araçlardan bahsetmek istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti'nin yıkıntıları arasından, Türk ulusunun Atatürk'ün önderliğinde verdiği mücadele ile kurulan bir ülkedir.
Bu nedenle, unutulmamalıdır ki, Türk vatanı ve milletinin ebedi varlığını ve Türk devletinin bölünmez bütünlüğünü sağlayan, geriye dönüşünü engelleyen ve ülkenin daha da ileriye gitmesinin teminatı Atatürk ilke ve devrimleridir .
Büyük Önder Atatürk'ün bize emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti'nin, karışık sorunlarla yüklü çok zor bir coğrafyanın ortasında, kurulduğu günden bugüne dek hiçbir zaman bu kadar tehditle aynı anda karşı karşıya kalmadığı nı daha önceki konuşmalarımda da ifade etmiştim.
Bu tehditlerden ilki, bugün aynı ortak geçmişe, hukuka sahip bulunan, aynı ortak kültürü ve idealleri benimseyen, kaderlerini Atatürk milliyetçiliğinin birleştirici ve kucaklayıcı hasletleri çerçevesinde kendi samimi istekleriyle Türk ulusuna bağlamış olan vatandaşlarımız arasında etnik milliyetçiliğe dayandırılmaya çalışılan ve ulusal birlik ve beraberliğimizi bozmaya yönelik olan etnik bölücülük tür. Etnik milliyetçiliğe dayalı bu bölücülüğün yarattığı terörle ve onun iç ve dış yandaşları ile yıllardır büyük bir kararlılıkla mücadele edilmektedir.
Terör, insanî boyutları itibarıyla kimsenin kendini güvende hissedemeyeceği bir ortam oluşturarak, toplumda huzursuzluk yaratmaktadır. Bu huzursuzluğun boyutları büyümeden kontrol altına alınması, toplumsal refah ve beka açısından son derece önemlidir. Asimetrik tehdit olarak da nitelenen terör tehdidi, artık ülkelerin iç meselesi olmaktan öte bir anlam ve boyut kazanmıştır.
Bu gelişmelerin farkına varmakta geç kalınması, tüm ülkelere zarar verebilecek sonuçlar doğurabilecektir. Örneğin, gençliğin uyuşturucu ile zehirlenmesi, sosyal güvenlik sistemlerinin istismarı, insan kaçakçılığı, adi suçlardaki artış gibi olaylar derinliğine incelendiğinde, terör bağlantıları ile karşılaşılması kaçınılmazdır.
Hal böyle iken, teröre sadece insan hakları ve özgürlükler penceresi nden bakıldığı iddia edilerek, bir anlamda sempatiyle yaklaşılmasını anlamak güçtür. Tabii ki insan hakları ve özgürlükler, insan olmanın gereği en yüce değerlerdir. Buna kimsenin itirazı yoktur. Ancak, belli amaçla istismar edildiklerini de kimse yadsıyamaz. Türkiye Cumhuriyeti bu tuzağa düşmemelidir.
Bir diğer önemli tehlike de, terörün bir araç olarak görülmesi eğilimidir. Son derece tehlikeli olan bu yaklaşımın 'bumerang etkisi' göz ardı edilmemelidir.
Terör, sadece zarar görüldüğünde hatırlanacak bir olgu değildir. Tanımı üzerinde mutabık kalınmasa bile, parametreleri üzerinde ortak bir anlayışa varılması ile işbirliği içinde çözümler üretilmesi bir zorunluluktur. Yeter ki, terörle bir yere varılamayacağı konusundaki temel yaklaşım, çıkış noktasının insan olduğunu ve insani değerleri savunduğunu iddia edenlerce de benimsensin.
Az önce ifade etmeye çalıştığım hususlar PKK terör örgütü için de geçerlidir. Savunduğunu iddia ettiği masum insanlara zarar vermekten çekinmeyen, bukalemun gibi renk ve isim değiştirerek, Marksist-Leninistlik'ten, radikal dincilerle işbirliğine varan bir boyutta eylemlerini sürdüren terör örgütü, Irak'taki gelişmelerden en çok yararlanan grupların başında gelmektedir.
Özellikle Birleşmiş Milletler kararlarının mevcudiyetine rağmen ilgili ülkelerin sorumluluklarını göz ardı ederek teröre karşı gerekli tedbirleri almamalarını veya bu kararları sadece belli bölge ve ülkelere karşı uygulamalarını anlamakta güçlük çekiyoruz . Son zamanlarda yurtiçinden yükselmeye başlayan çatlak seslerin de bu hareketsizlikten destek aldığını söylemeden geçemeyeceğim.
Yurtdışındaki bazı cılız önlemlerin, bu ülkelerin terör örgütüne verdikleri desteği kamufle etmek amacından başka amaç taşımadığı, tutuklananların birer birer serbest bırakılması ile bir kere daha anlaşılmıştır.
Terör örgütünün sözde ateşkes süreciyle başlattığı manevra, ne yazık ki bazılarını etkilemiş görünmektedir. Teröristlerle diyalogdan genel affa kadar uzanan geniş bir yelpazede, terör örgütünün uzun zamandan beri ileri sürdüğü taleplerine sempatiyle bakan açıklamalar gittikçe artmakta ve çeşitlenmektedir.
PKK terörü, Irak'ın kuzeyindeki gelişmelerden farklı değerlendirilmemesi gereken, etkileşim içindeki bir olaydır. Zira, terör örgütü oradan beslenmekte, zamanı gelince kullanılır ümidiyle el altında bulundurulmaktadır.
Bu teröristler arasında TBMM ile irtibatı hâlâ devam edenlerin bulunmasının yüce Meclis'in itibar ve saygınlığı ile katiyen bağdaşmadığını bu vesileyle huzurlarınıza getirmek istiyorum .
Terörün yurtiçindeki destekçilerinin, coğrafi yönlere (kuzey-güney) dayalı bazı açıklamalarla kamuoyunda gerilimi artırma eğilimine girdikleri de gözden kaçmamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'nin gücünü yanlış değerlendirenlerin bu tür çıkışlarıyla nereye varmak istedikleri hepimizin malumlarıdır.
Terör konusu, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin önemli önceliğidir. Bu tehdit var olduğu sürece, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu tehditle mücadelesi devam edecektir. Üzülerek ifade ediyorum; geldiğimiz noktada, PKK terörü ile mücadelemiz farklı noktalara çekilmek isteniyor. Gerek yurtiçi ve gerek yurtdışı kaynaklar terör olayına farklı anlamlar yükleyerek bunu; azınlıklar, özgürlük, insan haklarına dayalı bir ırkçılık ve bölücülük kavramı olarak Türkiye'nin karşısına getirmek yolunda gayret içindedirler ve olayı çokuluslu bir boyuta taşımak istemektedirler. Bu çabalara yurtdışından ülke ve kurumsal bazda sağlanan destek ise, hazırlanmış olan raporlarda çok açık görülmektedir. İşin ilginç yanı PKK terörüne destek veren bahse konu ülke ve kurumların tamamının PKK'yı terörist örgüt ilan etmiş olmalarıdır. Ancak, daha önceki konuşmalarımda da vurguladığım üzere, şartlarımız Kurtuluş Savaşı'nın şartlarından daha ağır değildir. Kurtuluş Savaşı'ndan yüzünün akı ile çıkan yüce milletimiz, bu terör belasının üstesinden gelerek, layık olduğu güven ve huzur içinde, daha iyiye, daha güzele el ele ilerleyecek güce sahiptir ve kararlıdır.
Unutmayınız ki, bu etnik milliyetçiliğe dayalı bölücü terör ile kurgusu yapılan kötü niyetli planlar karşısında, temeli insani ve ulusal değerler üzerine kurulmuş, birleştirici ve bütünleştirici Atatürk milliyetçiliği bugün de, yarın da vazgeçilmez dayanağımızdır. Türk milletinin gösterdiği en ufak duyarlılığı, 'milliyetçilik yükseliyor' diye vasıflandıranlar, bölücü terör örgütünün ırkçılığa dayalı eylemleri karşısında aynı duyarlılığı göstermemektedirler.
Değerli silah arkadaşlarım ,
Bir diğer iç tehdit de Türkiye Cumhuriyeti'nin laik ve demokratik yapısını, çağdaş kazanımlarını ortadan kaldırmayı amaçlayan irtica tehdidi dir. İrtica tehdidi, bizi devletimizin kuruluş felsefesi, Ulu Önder'in çağdaşlaşma konsepti ve onun stratejik hedefinden geriye götürmeye çalışan ciddi bir olgudur. İrtica ile mücadelede temel ilke laikliktir. Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'nin oluşumunda itici güç olan laiklik, akılcı ve bilimci tutumun ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak laiklikle insan tüm sınırlamaların üzerinde gerçek yerine ulaşabilir ve çağdaş uygarlığın öncüsü olabilir. Ancak, büyük fedakârlıklar sonucu oluşturulan, çağdaş uluslar arasında onurlu bir yere sahip olmamızı sağlayan laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimizi geçmişin karanlık günlerine döndürmek, ülkenin ulus-devlet, üniter devlet ve laik yapısını bozmak, birliğimizi ortadan kaldırmak, sonuç olarak bölünmeye hazır bir Türkiye görmek isteyenlerin var olduğu bir gerçektir. Bu bağlamda, yurtdışında, özellikle Avrupa'da Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gerek terör, gerekse laiklik karşıtı oluşumlara yönelik haklı mücadelesinin gereklerini anlamayan ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu mücadeleden elini çekmesini her platformda dile getiren insanların varlığı söz konusudur.
Tüm bu şartlar altında, Atatürkçü Düşünce Sistemi doğrultusunda Türk devrimine sahip çıkma görevi, bütün Türk ulusuna verilmiştir. Kalplerimiz aynı kutsal amaçlar için çarptıkça, ulus varlığını parçalamak isteyenlerin planları daima başarısızlığa mahkûm olacak, Türkiye'yi bölmeyi rüyalarında görenler kâbusla uyanacak ve derslerini alacaklardır. Vatanımızın bütünlüğü ve ulusumuzun birliği ancak Cumhuriyet çatısı altında gerçekleşebilecektir. Kurmak ve devam ettirmek uğruna binlerce şehit verdiğimiz ve vermeye devam ettiğimiz Cumhuriyet'ten vageçilebileceğinin hayali bile bu vatana ihanettir. Yüce Önderimizin ifade ettiği gibi: "Cumhuriyeti kuranlar, onu korumaya da muktedir olacaklardır" ve olmalıdırlar.
ANCAK BİR HUSUSU AÇIKLAMAK GEREKMEKTEDİR, CUMHURİYET VE CUMHURİYET 'İN TEMEL KONULARI BUGÜN, CUMHURİYET TARİHİNDE BELKİ İLK KEZ TARTIŞILMAKTA, BU DEĞERLERİN YENİDEN TANIMLANMASI TEKLİF EDİLEBİLMEKTEDİR . LAİKLİK İLKESİ, TÜRKİYE'NİN ÜNİTER YAPISI VE HATTA VATANDAŞLIK KAVRAMI, BU ZAMANA KADAR BU ŞEKİLDE BİR TARTIŞMA KONUSU OLMAMIŞTIR. DEVLETİMİZİN TEMEL TAŞLARININ BU ŞEKİLDE AŞINDIRILMAYA ÇALIŞILMASI VE TARTIŞMA KONUSU YAPILMASI TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ TARAFINDAN ENDİŞE İLE İZLENMEKTEDİR. ANCAK TÜM BU OLUMSUZLUKLAR KARŞISINDAKİ KARARLI DURUŞUMUZ DEVAM ETMEKTEDİR .
Değerli silah arkadaşlarım ,
Güvenlik konusunda yaptığım bu değerlendirmeler ışığında, bir hususu tekrar önemle vurgulamak istiyorum. Ben bir askerim. Siyasetle ilgim yok ve olamaz. Bugüne kadar, ağzımdan çıkan tüm sözler, kanunlarla bana verilmiş olan görevler ve güvenlik politikaları ile ilgilidir ve görevimin gereği doğaldır. Hiç kimse bunun aksini söyleyemez. Genelkurmay Başkanı olarak, Türkiye'nin güvenlik politikaları hakkında konuşmak herhalde bazı kişilerden daha çok benim görev alanımdadır. Ben, ne bir siyasi liderim ve ne de siyasetle uğraşan biriyim. Ben askerim. Güvenlik politikaları, şu an benim bazı kişilerden çok daha fazla sorumluluğumdadır. Benim ağzımdan bugüne kadar iç siyasete ilişkin hiçbir söz çıkmamıştır. Ancak, Türkiye'nin güvenliği bağlamında; PKK terörü ile Türkiye'nin üniter yapısının ve devletimizin temel niteliklerinin korunması başta olmak üzere kanunların bize verdiği yetki ve sorumluk çerçevesinde düşünce ve endişelerimizi ifade etmek görevimizin gereğidir. Bu konudaki kararlılığımıza bundan sonra da devam edeceğiz.
Bir hususu daha açıkça ifade ediyorum. Türk Silahlı Kuvvetleri olarak, Anayasa ve kanunları, sürekli bize hatırlatanlar kadar biz de biliyoruz. Bizim, böyle hatırlatmalara da ihtiyacımız yoktur. Ayrıca, hiç kimsenin Türk Silahlı Kuvvetleri'ni bir kapıkulu askeri olarak görmesini de istemiyoruz. Türk Silahlı Kuvvetleri anayasal bir kurumdur. ASKER, ZAMANI GELDİĞİNDE GÖREVİNİ YAPMAK ZORUNDADIR . Bunu da açıkça ifade ediyorum.
Değerli silah arkadaşlarım
,
İşte tüm bu değerlendirmeler bir arada incelendiğinde, hepsinin birbiriyle dokusal bağının olduğu ve neden güçlü bir silahlı kuvvetlere sahip olmamız gerektiği açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Konuşmamın 'geleceğe' bakan bölümünde de bu gücü korumak ve 21'inci yüzyılın en çağdaş ordularından biri olma özelliğini geliştirmek için nelere ihtiyaç duyduğumuzu ifade edeceğim.
Çerçevesini çizdiğim böyle değişken ve riskli bir ortamda, Türk Silahlı Kuvvetlerinin temel hedeflerinden biri de çağın gereklerine uygun modernizasyon programının titizlikle devam ettirilmesidir. Amacımız ulusumuzun Türk Silahlı Kuvvetlerine tahsis ettiği sınırlı kaynakları en akılcı şekilde kullanarak bilgi çağının bilimsel ve teknik donanımına sahip silahlı gücü olma yolunda mesafe almak olmalıdır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, caydırıcı gücünün devamlılığını sağlayabilmek için modernizasyon çalışmalarına hız kazandırmalıdır. Böylelikle Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı ile ülkemiz üzerinde olumsuz düşünenlerin yalnış hesaplarını önleriz. Bu nedenle, Genelkurmay Başkanlığı olarak tüm enerjimizi karası, denizi ve havası ile tüm kuvvetlerimizi daha çağdaş ve güçlü olması yönünde geliştirmeye devam edeceğiz.
Değerli Silah Arkadaşlarım ,
Türk Silahlı Kuvvetlerinin gelecekte de caydırıcı konumunu koruması ve geliştirmesinin bir diğer temel taşı da başlı başına bir yetenek alanı olan öğretim ve eğitim disiplininde yatmaktadır. Çünkü, 'kâr amaçlı şirketlerde' performans değerlendirmesi kolaydır. Kâr/zarar durumu çok genel anlamda başarı kriteri olarak alınabilir ancak, ' kâr amaçlı olmayan' bizim gibi organizasyonlarda performans değerlendirmesi zordur. Onun için 'öğretim ve eğitim', organizasyonumuzun 'ana kaldıracı'dır.
Soğuk Savaş döneminin geleneksel ve durağan öğretileri, simetrik bir anlayışa göre kurgulanmıştı. Her şey basit ve anlaşılırdı. Mavi ve kırmızı renklerle oluşturulan senaryolar, kartpostal çözümler bulmak için yeterli ortamı sağlıyordu. Bu basitlik tek döngülü düşünce şekli ile kolayca çözümlenebiliyordu. Konuşmamın başında da ifade ettiğim gibi birkaç değişkenli bir problem için doğrusal düşünme veya tek döngülü düşünce tarzı yeterliydi. Ancak, bugünkü dünyanın güvenlik ortamında meydana gelen gelişmeler, teknolojik atılımlar ve içinde yaşadığımız 'bilgi çağı', simetriğin yanında asimetrik değişkenleri de dikkate almamızı zorunlu hale getirmiştir. Artık, çoklu değişkenler, gelişmelerin ve değişimlerin yönünü kararlıdan kararsıza doğru sürüklemektedir. Bu ihtiyaçtan dolayı eğitim ve öğretim sisteminde arayışların sonunda problemin kaynaklarına ulaşma ve burada düzeltmelere gitme anlayışıyla "çifte döngülü düşünme" gibi tezler doğmuştur. Böylelikle bireyler, problem çözme süreci içinde problemin kaynaklarını bulmaya ve bunları gidermeye çalışarak sistemde değişiklikler meydana getirmeye başladılar. Ardından üç döngülü öğrenme sürecinin tanımlanmasıyla 'niçin' sorusunun cevabı aranmaya başlandı. Eğitim ve öğretim alanındaki yeni arayışlar bugün de, yarın da devam edecektir.
Değerli Silah Arkadaşlarım ,
Takdirle izlediğim çalışmalarınıza yenisini daha ekleyerek önümüzdeki yıl yapacağınız sempozyumlardan birini "Çağdaş Öğretim ve Eğitimde Yeni Yaklaşımlar" konusunda gerçekleştirmenizi bekliyorum.
'Öğretimle' vereceğiniz kurumsal veya akademik alt yapı ve 'eğitimle' de bu kavramların davranışsal düzeyde öğrencilerinize kazandırılmasıyla ulaşacağınız yetenek, geleceğe güvenle bakışımızın teminatı olacaktır. Biraz sonra üzerinde duracağım kuram (öğretim) ve pratik (eğitim) arasındaki etkileşim ve bağımlılığın gerçekleşmesi ve bunların da programlara yansıtılması hayatidir. Çünkü, 'büyük resmi parçaları ile birlikte görebilmek' bu iki temel konuda bütünlük ile mümkün olabilir. Bu öğretim ve eğitim sistemini oluşturamazsanız, o zaman korkunç bir hızla çoğalan bilgi ve belirli bir alanda derinleşme gereksiniminin sonucu olan sayısız alanda fonksiyonel uzmanlaşmanın dar kalıpları içinde bütün kopuk yaşarsınız. Kaçınılmaz gibi görünen 'uzmanlaşma' tuzağına düşersiniz. Her uzmanlık alanında edinilen bilginin tümevarım yöntemiyle bütünleştirilebileceği bir sürecin olabileceği yanılgısına kapılabilirsiniz. Oysa bilgi bütünsellik içinde tam bir anlam kazanır. Gerçek yaşamda bilgi karşımıza bu bütünselliği ile çıkar. Onu bu bütünlüğü ile görürüz. Bilgiyi oluşturan parçaların yada değişkenlerin bilincinde olursak onu kullanabilir ve farklı bilgiler üretebiliriz. Bu nedenle eğitimde ve öğretimde bu bütünselliği korumak gerekmektedir. Bir başka deyişle ağaca bakıp ormanı görebilirken, ormanında ağaçlardan oluştuğunu görebilmeliyiz.
Ne sadece tümevarım yöntemi ne de tümdengelim yöntemi başlı başına çok yönlü problemlerin çözüm anahtarıdır. Her iki yöntem sürekli döngü içinde birlikte kullanılmalıdır. Böylece gerektiğinde de asimetrik düşünebilen liderler yetiştirebiliriz.
Değerli Silah Arkadaşlarım ,
Konuşmamda bazı 'kuramlar ve pratik uygulamalardan' bahsettim. Konuşmamın bu bölümünde, sizlerin dikkatini bu kuram ve pratik arasındaki ilişkiye çekmek istiyorum. Kuram ve pratik iyi anlaşılması gereken, birbirine bağlı iki önemli kardeş terimlerdir. Bu kavramlar, buradaki öğretim ve eğitim sisteminin de temel taşlarıdır. Bunları birbirinden koparamazsınız. İkisi de birbiriyle etkileşim içindedir. 'Kuram-pratik-kuram' zinciri sürekli birbirini besler. Pratik uygulamalar olmadan kuramlar, kuramlar olmadan yeni uygulamalar ortaya çıkmaz. Pratik uygulamalar olan harpler, çatışmalar, krizler farklı bakış açılarına göre formülleştirilerek kuramlar haline getirilir. Her kuramın kendi içinde doğru ve yanlış yerleri olduğu unutulmamalıdır. Bunlar mutlak doğrular değildir. Ancak, bir yerden başlamak , pratik uygulamalar sistematik hale getirmek için doktrine edilirler. Yeni uygulamalar için, dikkatinizi çekiyorum, sadece bir temel oluştururlar. Ne Kuramlar pratik uygulamaların talimnamesidir, ne de pratikler kuramların. Size daha önce açıkladığım mantık örgüsü içinde önemli olan 'süreçtir'. Buradaki öğretim ve eğitimi bu çerçevede değerlendirin. Çünkü burada öğrendikleriniz ve kendinize mal ettiğiniz uygulamalar, yarın karşılaşacağınız çok yönlü problemlerin çözümünde sizin için sadece bir başlangıç noktası olacaktır. Neden mi? Buradan mezun olduktan sonra kendinizi karargahlarda, kıtalarda, uluslararası bir organizasyonda veya barış harekatı icra eden birliklerde, Afganistan'da, Bosna'da, Kosova 'da, Lübnan'da bulacaksınız. Karşılaşacağınız problem alanları, politik-askeri seviyeden taktik seviyeye kadar geniş bir yelpazede olacaktır. Her birinin hal tarzı farklı olacaktır. Eğer 'sürece' değil basmakalıp ifade ve hal tarzlarına saplanırsanız, başarısız olacağınızı şimdiden söylemek kehanet olmayacaktır.
Değerli Öğrenciler,
Hiçbir zorluktan yılmayın. Bir Çin atasözünde belirtilen şu gerçeği unutmayın: "Çok derin olan kuyu değil, kısa olan iptir." İpinizi uzun tutarsanız kuyu derin değildir,
Burada öğrendiklerinizi sadece rehber olarak alın. Muharebeler, silahı ve iyi donanımı olan silahlı gücü yanında, doktrinlere bu gözle bakabilen ve o anın gerektiği şartlara göre çözüm üretebilenlere başarılı olma imkanı verecektir. Ulu Önder 'in hayatına bakarsanız bunun sayısız örneklerini göreceksiniz. Ulu Önder, stratejik problemlerin, tarihte bazı komutanların düştüğü gibi, bir tek sabit çözümle aşılabileceği yanılgısına asla düşmemiştir. 'Duruma uygun özgün çözüm' Ulu Önder 'in harp stratejisinin esasını oluşturmuştur. Size bahsettiğim 'süreç liderliğinin' en muhteşem örneğini sergilemiştir. Oysa 'arşiv savaşları' yapacak şekilde yetiştirilen liderler, harekat sahasında daima başarısız olmuşlardır. 'Ateş, manevra ve hareketten daha üstündür' kurumsal ve doktriner yanılgı ve ısrarının sonucunda ortaya çıkan Majino Hattı'nın sonuçlarını hepiniz biliyorsunuz.
Unutmayınız, 'olduğunuz yerde durmak hızla değişen dünyada en hızlı geriye gitme yoludur .'
Bir nehirde akıntıya karşı yüzerken, ya akıntıyı yenip ileriye gideceksiniz veya geriye. Yerinizde durmanız mümkün değildir.
Değerli Silah Arkadaşlarım ,
Macar matematikçi Imre Lakatos 'un: 'Bir kuramın gücü, o kuramın eski kuramlardaki olguları açıklama ve bu olgulara açıklanabilir yeni olgular ekleyebilme özelliklerini barındırması kadar, kuramın öngörülerindeki isabetliliğe bağlıdır.' İfadesiyle vurguladığı gibi doktrinler, sürekli sağlam temellere dayandırılmalıdır. Çünkü, doktrinler bir günde hayat bulmaz. Kuramların doktrinleşmesi zaman içinde denenerek gerçekleşir. Bu nedenle de siz burada doktrinleri öğreniyorsunuz. Bir yandan da henüz doktrinleşmemiş çok farklı yelpazedeki konseptleri tartışıyor ve öngörülerde bulunuyorsunuz. Onun için biraz önce ifade ettiklerimin ışığında konsept ile doktrin arasındaki bu önemli farkı algılayarak akademik çalışmalarınızı yönlendirmenizi istiyorum. Çünkü 'bakış açısına' sahip olabilmeyi doktriner çalışmalarınızla ve gerektiğinde 'yaklaşımını değiştirebilmeyi' de değişik konseptleri tartışarak kazanacaksınız. Ancak, bu iki ana yaklaşımı bir arada bulundurabilme yeteneğini kazanırsanız, çağdaş askeri öğretim ve eğitimin temeline sahip olabilirsiniz.
Değerli Silah Arkadaşlarım ,
Size bahsettiğim tüm bu kurallar, bir gerçeğin altını çizmektedir: Yalın kat yaklaşımlarla gelecek görülemez ve yaratılamaz . Tüm bu kuramların ulaşmaya çalıştığı ve bilimsel gerçeklerin bizlere işaret ettiği araç, süreç yönetimi ve liderliğidir.
Şimdiye kadar birçok liderlik tanımı ve çeşidini duymuşsunuzdur. Yeni liderlik tanımları da duymaya devam edeceksiniz. Benim askeri liderlik tanımlamam biraz daha farklı boyutları içerecektir. Öncelikle liderlik uygulamaları ve özellikleri harbin seviyelerine göre değişir. Bir taktik seviye liderinin sahip olması gereken özellikleri ve takip ettiği prensipleri, stratejik seviyede bir liderin uygulaması halinde sonuç, felaket olabilir. Çünkü, taktik seviye liderleri, kendilerine tanınan inisiyatif ve manevra alanı içinde belli normları ve standart usulleri tatbik ederler. Oysa bir stratejik seviye lideri, 'risk yönetimi içinde kaynakları, stratejik amaçlara ulaşmak için en akılcı nasıl kullanabilirim' çabası içindedir. Stratejik seviye liderinin dar bir alanda kaynakları ve ulaşması gereken hedefleri düşünmeden standart uygulamalar yapmasının sonuçlarını hayal edebiliyor musunuz?
Ayrıca, asla göz ardı edilmemesi gereken ve çok önemli işlevi olan orta seviye veya operatif seviye lideri için de durum tamamen farklıdır. Bu seviye liderleri de stratejik seviyede belirlenen vizyon ve hedeflerin taktik seviye liderleri için anlaşılabilir normlar ve standartlar haline getirilmesi için bir 'ara yüz' oluştururlar. Diğer bir ifadeyle, soyut hedefleri somut hedeflere dönüştürürler. Bir bakıma dönüştürücüdürler.
Günümüz dünyasında liderlik seviyeleri rütbelerle doğru orantılı değildir. Örneğin Lübnan'da görev yapan birlik komutanı bir binbaşı, operatif seviye liderliğinin gereklerini yapmak zorundadır. Sadece taktik, teknik ve prosedürleri uygulayan bir taktik seviye lideri gibi değil, politik-askeri durumu değerlendirebilen ve sivil-asker iş birliğini belli bir hedef doğrultusunda uygulayabilen bir biçimde hareket edebilmelidir. Yoksa başarısız olur.
Onun için, siz değerli silah arkadaşlarımın bu liderlik seviyeleri arasındaki mesafenin de gün geçtikçe daraldığının farkındalığı ile; hem lider, hem de bu seviyelerde görev yapan liderlerin karargâh personeli olarak donanımlı olmanız ve bilinçli hareket etmeniz çok büyük önem taşımaktadır.
Değerli Silah Arkadaşlarım ,
o Hiçbir zaman meslek hayatınızda korkulan lider olmayın,
o Hayran olunup, hep övünülmekten çekinin,
o Öncülük etmek için emir ve komutanızda olan insanlarla birlikte yürüyün,
Başarıya ulaştığınızda, yola çıkanlar: "Bunu biz yaptık" desinler.
Konuşmamın başında ifade ettiğim 'süreç' hangi seviyede olursa olsun tüm liderlerimizin yoğunlaşacağı alan olmalıdır. Yaşamda hiçbir şey durağan değildir. Süreci doğru algılayabilen ve bunun şartlarını sürekli doğru ortaya koyabilen bir lider, ne sadece geçmişe ya da ne sadece geleceğe veya ne de geçmişle geleceğin doğrusallığına saplanıp kalmaz.
Harp Akademileri'nin değerli mensupları ,
Tehditler, riskler ve belirsizliklerle dolu coğrafyamızda üniter ulus-devleti yapımızı koruyabilmemiz ancak güçlü bir silahlı kuvvetlerle mümkün olacaktır. Bu nedenle, Türk ulusunun bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri, dün olduğu gibi bugün ve yarın da Türkiye Cumhuriyeti'nin bekasının teminatı olmaya devam edecektir. Bunun bir gereği olarak, gücünü aldığı yüce Türk ulusunun uygarlık yolundaki ilerleyişini engellemek isteyen birtakım kötü niyetli çabalar ve düşünceler karşısında sarsılmaz bir kararlılıkla duracaktır. Türk Silahlı Kuvvetleri var oldukça, ülkesini bölme ve çağın gerisine sürükleme hayalleri kuran birtakım zavallıların heveslerinin kursaklarında kalmasına sebep olacaktır.
Burada aldığınız eğitim ve öğretimle değişimi doğru algılayıp geleceğe doğru emin adımlarla yürüyüşümüzün teminatı sizlersiniz.
Unutmayınız, bilgi en büyük güçtür . Ancak, o bilgiyi kullanmak daha büyük güçtür . Bilgiyi etkin kullanıma taşıyan ise analitik yeterliliktir.
Bu duygu ve düşüncelerle, mazisi şan ve şerefle dolu, gurur kaynağımız Harp Akademileri'nin değerli mensuplarına esenlikler ve üstün başarılar diler, bu toplantıya katılan tüm konuklara en derin saygı ve sevgilerimi sunarım.
K a y n a k : RADIKAL GAZETESİ http://www.haberler.com/haberf.asp?haber=737334
Metindeki vurgulamalar :3sutun