Hümanist kültüre açılan küçük bir pencere




>

ALINTILIK
Dünden bugüne kalan
Açıklama, Bildiri, Konuşma, Söylev v.s.



namename
ORHAN ‎PAMUK'UN
NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ TÖRENİNDEKİ
KONUŞMASI
         
elinden almadan önce yaptığı                
                        Stockholm Konser Salonu
                               10 Aralık 2006



                    BAŞ SAYFA DÜŞÜNCE ODASI  MAVİPENCERE   GÖZLEMEVİ   ARKABAHÇE   IŞIKLIYOL
                          Alıntılık      Belgelik   Yarenlik   Okumalık ‎   Bakmalık   Gezinmelik
‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎‎ ‎ ‎
My Father’s Suitcase

Two years before his death, my father gave ‎me a small suitcase filled with his writings, ‎manuscripts and notebooks. Assuming his ‎usual joking, mocking air, he told me he ‎wanted me to read them after he was gone, ‎by which he meant after he died.‎ ‎
‎‎
Babamın Bavulu


Ölümünden iki yıl önce babam kendi ‎yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu ‎küçük bir bavul verdi bana. Her zamanki ‎şakacı, alaycı havasını takınarak, ‎kendisinden sonra, yani ölümünden sonra ‎onları okumamı istediğini söyleyiverdi.‎ ‎
‎‎
La valise de mon papa

Deux ans avant sa mort, mon père m'a remis ‎une petite valise remplie de ses propres ‎écrits, ses manuscrits et ses cahiers. En ‎prenant son habituel air sarcastique, il m'a ‎dit qu'il voulait que je les lise après lui, ‎c'est-à-dire après sa mort.‎


‎'Just take a look,' he said, looking slightly ‎embarrassed. 'See if there's anything inside ‎that you can use. Maybe after I'm gone you ‎can make a selection and publish it.'‎ ‎
‎‎
‎“Bir bak bakalım,” dedi hafifçe utanarak, ‎‎“işe yarar bir şey var mı içlerinde. Belki ‎benden sonra seçer, yayımlarsın.”‎ ‎
‎‎
‎« Jette un coup d'œil », a-t-il dit, un peu ‎gêné, « peut-être y a-t-il quelque chose de ‎publiable. Tu pourras choisir ».‎ ‎
We were in my study, surrounded by books. ‎My father was searching for a place to set ‎down the suitcase, wandering back and ‎forth like a man who wished to rid himself ‎of a painful burden. In the end, he ‎deposited it quietly in an unobtrusive ‎corner. It was a shaming moment that ‎neither of us ever forgot, but once it had ‎passed and we had gone back into our usual ‎roles, taking life lightly, our joking, mocking ‎personas took over and we relaxed. We ‎talked as we always did, about the trivial ‎things of everyday life, and Turkey's ‎neverending political troubles, and my ‎father's mostly failed business ventures, ‎without feeling too much sorrow.‎ ‎
‎‎
Benim yazıhanemde, kitaplar ‎arasındaydık. Babam acı verici çok özel ‎bir yükten kurtulmak isteyen biri gibi, ‎bavulunu nereye koyacağını bilemeden ‎yazıhanemde bakınarak dolandı. Sonra ‎elindeki şeyi dikkat çekmeyen bir köşeye ‎usulca bıraktı. İkimizi de utandıran bu ‎unutulmaz an biter bitmez ikimiz de her ‎zamanki rollerimize, hayatı daha hafiften ‎alan, şakacı, alaycı kimliklerimize ‎‎(personas) geri dönerek rahatladık. Her ‎zamanki gibi havadan sudan, hayattan, ‎Türkiye’nin bitip tükenmez siyasi ‎dertlerinden ve babamın çoğu ‎başarısızlıkla sonuçlanan işlerinden, çok ‎da fazla kederlenmeden, söz ettik.‎ ‎
‎‎
On était dans mon bureau, entourés de ‎livres. Mon père s'est promené dans le ‎bureau en regardant autour de lui, comme ‎quelqu'un qui cherche à se débarrasser ‎d'une valise lourde et encombrante, sans ‎savoir où la poser. Finalement, il l'a posée ‎discrètement, sans bruit, dans un coin. Une ‎fois passé ce moment un peu honteux mais ‎inoubliable, nous avons repris la légèreté ‎tranquille de nos rôles habituels, nos ‎personalités sarcastiques et désinvoltes. ‎Comme d'habitude, nous avons parlé de ‎choses sans importance, de la vie, des ‎inépuisables sujets politiques de la Turquie, ‎de tous ses projets inaboutis, d'affaires ‎sans conséquences.‎ ‎
I remember that after my father left, I ‎spent several days walking back and forth ‎past the suitcase without once touching it. I ‎was already familiar with this small, black, ‎leather suitcase, and its lock, and its ‎rounded corners. My father would take it ‎with him on short trips and sometimes use it ‎to carry documents to work. I remembered ‎that when I was a child, and my father came ‎home from a trip, I would open this little ‎suitcase and rummage through his things, ‎savouring the scene of cologne and foreign ‎countries. This suitcase was a familiar ‎friend, a powerful reminder of my ‎childhood, my past, but now I couldn't even ‎touch it. Why? No doubt it was because of ‎the mysterious weight of its contents.‎ ‎
‎‎
Babam gittikten sonra bavulun etrafında ‎birkaç gün ona hiç dokunmadan aşağı ‎yukarı yürüdüğümü hatırlıyorum. Küçük, ‎siyah, deri bavulu, kilidini, yuvarlak ‎kenarlarını ta çocukluğumdan biliyordum. ‎Babam kısa süren yolculuklara çıkarken ve ‎bazen de evden iş yerine bir yük taşırken ‎taşırdı onu. Çocukken bu küçük bavulu ‎açıp yolculuktan dönen babamın eşyalarını ‎karıştırdığımı, içinden çıkan kolonya ve ‎yabancı ülke kokusundan hoşlandığımı ‎hatırlıyordum. Bu bavul benim için ‎geçmişten ve çocukluk hatıralarımdan çok ‎şey taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı, ‎ama şimdi ona dokunamıyordum bile. ‎Niye? Elbette ki bavulun içindeki gizli ‎yükün esrarengiz ağırlığı yüzünden.‎ ‎
‎‎
Je me souviens d'avoir tourné autour de ‎cette valise pendant quelques jours après ‎son départ, sans la toucher. Je connaissais ‎depuis mon enfance cette petite valise de ‎marocain noir, sa serrure, ses renforts ‎cabossés. Mon père s'en servait pour ses ‎voyages de courte durée, et parfois aussi ‎pour transporter des documents de chez lui ‎à son travail. Je me rappelais avoir, enfant, ‎ouvert cette valise et fouillé dans ses ‎affaires, d'où montait une odeur délicieuse ‎d'eau de Cologne et de pays étrangers. ‎Cette valise représentait pour moi beaucoup ‎de choses familières ou fascinantes, de mon ‎passé, et de mes souvenirs d'enfance ; ‎pourtant, je ne parvenais pas à la toucher. ‎Pourquoi ? Sans doute à cause du poids ‎énorme et mystérieux qu'elle semblait ‎renfermer.‎ ‎
I am now going to speak of this weight's ‎meaning. It is what a person creates when ‎he shuts himself up in a room, sits down at a ‎table, and retires to a corner to express his ‎thoughts – that is, the meaning of literature.‎ ‎
‎‎
Bu ağırlığın anlamından söz edeceğim ‎şimdi. Bir odaya kapanıp, bir masaya ‎oturup, bir köşeye çekilip kağıtla kalemle ‎kendini ifade eden insanın yaptığı şeyin, ‎yani edebiyatın anlamı demek bu.‎ ‎
‎‎
Je vais parler maintenant du sens de ce ‎poids : c'est le sens du travail de l'homme ‎qui s'enferme dans une chambre, qui, assis à ‎une table ou dans un coin, s'exprime par le ‎moyen du papier et d'un stylo, c'est-à-dire ‎le sens de la littérature.‎ ‎
When I did touch my father's suitcase, I ‎still could not bring myself to open it, but I ‎did know what was inside some of those ‎notebooks. I had seen my father writing ‎things in a few of them. This was not the ‎first time I had heard of the heavy load ‎inside the suitcase. My father had a large ‎library; in his youth, in the late 1940s, he ‎had wanted to be an Istanbul poet, and had ‎translated Valery into Turkish, but he had ‎not wanted to live the sort of life that came ‎with writing poetry in a poor country with ‎few readers. My father's father – my ‎grandfather – had been a wealthy business ‎man; my father had led a comfortable life ‎as a child and a young man, and he had no ‎wish to endure hardship for the sake of ‎literature, for writing. He loved life with all ‎its beauties – this I understood.‎ ‎
‎‎
Babamın bavuluna dokunup onu bir türlü ‎açamıyordum, ama içindeki defterlerin ‎bazılarını biliyordum. Bazılarına bir şeyler ‎yazarken babamı görmüştüm. Bavulun ‎içindeki yük ilk defa duyduğum bir şey ‎değildi. Babamın büyük bir kütüphanesi ‎vardı, gençlik yıllarında, 1940’ların ‎sonunda, İstanbul’da şair olmak istemiş, ‎Valery’yi Türkçe’ye çevirmiş, ama okuru ‎az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi bir ‎hayatın zorluklarını yaşamak istememişti. ‎Babamın babası –dedem- zengin bir iş ‎adamıydı, babam rahat bir çocukluk ve ‎gençlik geçirmişti, edebiyat için, yazı için ‎zorluk çekmek istemiyordu. Hayatı bütün ‎güzellikleriyle seviyordu, onu anlıyordum.‎




‎‎
Je n'arrivais pas à prendre et à ouvrir la ‎valise de mon père, mais je connaissais ‎certains des cahiers qui s'y trouvaient. ‎J'avais déjà vu mon père écrire dessus. Ce ‎n'étais pas la première fois que je ressentais ‎tout le poids contenu dans cette valise. Mon ‎père avait une grande bibliothèque ; dans sa ‎jeunesse, à la fin des années quarante, il ‎avait voulu devenir poète, à Istanbul, il avait ‎traduit Valéry en turc, mais n'avait pas ‎voulu s'exposer aux difficultés d'une vie ‎consacrée à la poésie dans un pays pauvre, ‎où les lecteurs étaient bien peu nombreux. ‎Son père – mon grand-père – était un riche ‎entrepreneur, mon père avait eu une ‎enfance facile, il ne voulait pas se fatiguer ‎pour la littérature. Il aimait la vie et ses ‎agréments, et je le comprenais.‎

The first thing that kept me distant from ‎the contents of my father's suitcase was, of ‎course, the fear that I might not like what I ‎read. Because my father knew this, he had ‎taken the precaution of acting as if he did ‎not take its contents seriously. After ‎working as a writer for 25 years, it pained ‎me to see this. But I did not even want to be ‎angry at my father for failing to take ‎literature seriously enough ... My real fear, ‎the crucial thing that I did not wish to know ‎or discover, was the possibility that my ‎father might be a good writer. I couldn't ‎open my father's suitcase because I feared ‎this. Even worse, I couldn't even admit this ‎myself openly. If true and great literature ‎emerged from my father's suitcase, I would ‎have to acknowledge that inside my father ‎there existed an entirely different man. ‎This was a frightening possibility. Because ‎even at my advanced age I wanted my ‎father to be only my father – not a writer.‎ ‎

‎‎
Beni babamın bavulunun içindekilerden ‎uzak tutan birinci endişe tabii ki ‎okuduklarımı beğenmeme korkusuydu. ‎Babam da bunu bildiği için tedbirini almış, ‎bavulun içindekileri ciddiye almayan bir ‎hava da takınmıştı. Yirmi beş yıllık bir ‎yazarlık hayatından sonra bunu görmek ‎beni üzüyordu. Ama edebiyatı yeterince ‎ciddiye almadığı için babama kızmak bile ‎istemiyordum… Asıl korkum, bilmek, ‎öğrenmek bile istemediğim asıl şey ise ‎babamın iyi bir yazar olması ihtimaliydi. ‎Babamın bavulunu asıl bundan korktuğum ‎için açamıyordum. Üstelik nedeni kendime ‎açıkça söyleyemiyordum bile. Çünkü ‎babamın bavulundan gerçek, büyük bir ‎edebiyat çıkarsa babamın içinde bir ‎bambaşka adam olduğunu kabul etmem ‎gerekecekti. Bu korkutucu bir şeydi. ‎Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile ‎babamın yalnızca babam olmasını ‎istiyordum; yazar olmasını değil.‎

‎‎
Ce qui me retenait tout d'abord de ‎m'approcher de la valise de mon père, ‎c'était la crainte de ne pas aimer ce qu'il ‎avait écrit. Il s'en doutait sûrement, et ‎avait d'ailleurs pris les devant en affectant ‎une espèce de désinvolture à l'égard de ‎cette valise. Cette attitude m'affligeait, ‎moi qui écrivait depuis vingt-cinq ans, mais ‎je ne voulais en tenir rigueur à mon père de ‎ne pas prendre la littérature suffisamment ‎au sérieux… Ma vrai crainte, la chose qui ‎m'effrayait vraiment, c'était la possibilité ‎que mon père eût été un bon écrivain. C'est ‎cette peur qui m'empêchait d'ouvrir la valise ‎de mon père. Et je n'arrivais même pas à ‎m'avouer cette vraie raison. Car si de sa ‎valise était sortie une grande œuvre, ‎j'aurais dû reconnaître l'existence d'un ‎autre homme, totalement différent, à ‎l'intérieur de mon père. C'était quelque ‎chose d'effrayant. Même à mon âge déjà ‎avancé, je tenais à ce que mon père ne fût ‎que mon père, et non un écrivain.‎
A writer is someone who spends years ‎patiently trying to discover the second ‎being inside him, and the world that makes ‎him who he is: when I speak of writing, what ‎comes first to my mind is not a novel, a ‎poem, or literary tradition, it is a person who ‎shuts himself up in a room, sits down at a ‎table, and alone, turns inward; amid its ‎shadows, he builds a new world with words. ‎This man – or this woman – may use a ‎typewriter, profit from the ease of a ‎computer, or write with a pen on paper, as I ‎have done for 30 years. As he writes, he can ‎drink tea or coffee, or smoke cigarettes. ‎From time to time he may rise from his ‎table to look out through the window at the ‎children playing in the street, and, if he is ‎lucky, at trees and a view, or he can gaze ‎out at a black wall. He can write poems, ‎plays, or novels, as I do. All these ‎differences come after the crucial task of ‎sitting down at the table and patiently ‎turning inwards. To write is to turn this ‎inward gaze into words, to study the world ‎into which that person passes when he ‎retires into himself, and to do so with ‎patience, obstinacy, and joy. As I sit at my ‎table, for days, months, years, slowly adding ‎new words to the empty page, I feel as if I ‎am creating a new world, as if I am bringing ‎into being that other person inside me, in ‎the same way someone might build a bridge ‎or a dome, stone by stone. The stones we ‎writers use are words. As we hold them in ‎our hands, sensing the ways in which each of ‎them is connected to the others, looking at ‎them sometimes from afar, sometimes ‎almost caressing them with our fingers and ‎the tips of our pens, weighing them, moving ‎them around, year in and year out, patiently ‎and hopefully, we create new worlds.‎


‎‎
Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ‎ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla ‎yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı ‎deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat ‎geleneği değil, bir odaya kapanıp, masaya ‎oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu ‎sayede kelimelerle bir yeni alem kuran ‎insan gelir gözümün önüne. Bu adam, ya ‎da bu kadın, daktilo kullanabilir, ‎bilgisayarın kolaylıklarından ‎yararlanabilir, ya da benim gibi otuz yıl ‎boyunca dolmakalemle kağıt üzerine, elle ‎yazabilir. Yazdıkça kahve, çay, sigara ‎içebilir. Bazen masasından kalkıp ‎pencereden dışarıya, sokakta oynayan ‎çocuklara, talihliyse ağaçlara ve bir ‎manzaraya, ya da karanlık bir duvara ‎bakabilir. Şiir, oyun ya da benim gibi ‎roman yazabilir. Bütün bu farklılıklar asıl ‎faaliyetten, masaya oturup sabırla kendi ‎içine dönmekten sonra gelir. Yazı yazmak, ‎bu içe dönük bakışı kelimelere geçirmek, ‎insanın kendisinin içinden geçerek yeni bir ‎alemi sabırla, inatla ve mutlulukla (joy) ‎araştırmasıdır. Ben boş sayfaya yavaş ‎yavaş yeni kelimeler ekleyerek masamda ‎oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe, ‎kendime yeni bir alem kurduğumu, kendi ‎içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir ‎köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran ‎biri gibi ortaya çıkardığımı hissederdim. ‎Biz yazarların taşları kelimelerdir. Onları ‎elleyerek, birbirleriyle ilişkilerini ‎hissederek, bazen uzaktan bakıp ‎seyrederek, bazen parmaklarımızla ve ‎kalemimizin ucuyla sanki onları okşayarak ‎ve ağırlıklarını tartarak kelimeleri ‎yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, ‎sabırla ve umutla yeni dünyalar kurarız.‎







‎‎
Pour moi, être écrivain, c'est découvrir ‎patiemment, au fil des années, la seconde ‎personne, cachée, qui vit en nous, et un ‎monde qui secrète notre seconde vie : ‎l'écriture m'évoque en premier lieu, non pas ‎les romans, la poésie, la tradition littéraire, ‎mais l'homme qui, enfermé dans une ‎chambre, se replie sur lui-même, seul avec ‎les mots, et jette, ce faisant, les fondations ‎d'un nouveau monde. Cet homme, ou cette ‎femme, peut utiliser une machine à écrire, ‎s'aider d'un ordinateur, ou bien, comme ‎moi, peut passer trente ans à écrire au stylo ‎et sur du papier. En écrivant, il peut fumer, ‎boire du café ou du thé. De temps en temps ‎il peut jeter un coup d'œil dehors, par la ‎fenêtre, sur les enfants qui s'amusent dans ‎la rue – s'il a cette chance, sur des arbres, ‎un paysage – ou bien sur un mur aveugle. Il ‎peut écrire de la poésie, du théâtre ou ‎comme moi des romans. Toutes ces ‎variations sont secondaires par rapport à ‎l'acte essentiel de s'asseoir à une table, et ‎de se plonger en soi-même. Ecrire, c'est ‎traduire en mots ce regard intérieur, passer ‎à l'intérieur de soi, et jouir du bonheur ‎d'explorer patiemment, et obstinément, un ‎monde nouveau. Au fur et à mesure qu'assis ‎à ma table, j'ajoutais mot après mot sur des ‎feuilles blanches, et que passaient les jours, ‎les mois, les années, je me sentais bâtir ce ‎nouveau monde, comme on bâtit un pont, ou ‎une voûte, et découvrir en moi comme une ‎autre personne. Les mots pour nous, ‎écrivains, sont les pierres dont nous nous ‎bâtissons. C'est en les maniant, en les ‎évaluant les uns par rapport aux autres, en ‎jaugeant parfois de loin, parfois au ‎contraire en les pesant et en les caressant ‎du bout des doigts et du stylo que nous les ‎mettons chacun à sa place, pour construire à ‎longueur d'année, sans perdre espoir, ‎obstinément, patiemment.‎ ‎
The writer's secret is not inspiration – for it ‎is never clear where it comes from – it is his ‎stubbornness, his patience. That lovely ‎Turkish saying – to dig a well with a needle – ‎seems to me to have been said with writers ‎in mind. In the old stories, I love the ‎patience of Ferhat, who digs through ‎mountains for his love – and I understand it, ‎too. In my novel, My Name is Red, when I ‎wrote about the old Persian miniaturists who ‎had drawn the same horse with the same ‎passion for so many years, memorising each ‎stroke, that they could recreate that ‎beautiful horse even with their eyes closed, ‎I knew I was talking about the writing ‎profession, and my own life. If a writer is to ‎tell his own story – tell it slowly, and as if it ‎were a story about other people – if he is to ‎feel the power of the story rise up inside ‎him, if he is to sit down at a table and ‎patiently give himself over to this art – this ‎craft – he must first have been given some ‎hope. The angel of inspiration (who pays ‎regular visits to some and rarely calls on ‎others) favours the hopeful and the ‎confident, and it is when a writer feels ‎mostly lonely, when he feels most doubtful ‎about his efforts, his dreams, and the value ‎of his writing – when he thinks his story is ‎only his story – it is at such moments that ‎the angel chooses to reveal to him stories, ‎images and dreams that will draw out the ‎world he wishes to build. If I think back on ‎the books to which I have devoted my entire ‎life, I am most surprised by those moments ‎when I have felt as if the sentences, ‎dreams, and pages that have made me so ‎ecstatically happy have not come from my ‎own imagination – that another power has ‎found them and generously presented them ‎to me.‎ ‎
‎‎
Benim için yazarlığın sırrı, nereden ‎geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, ‎inat ve sabırdadır. Türkçe’deki o güzel ‎deyiş, iğneyle kuyu kazmak bana sanki ‎yazarlar için söylenmiş gibi gelir. Eski ‎masallardaki, aşkı için dağları delen ‎Ferhat’ın sabrını severim ve anlarım. ‎Benim Adım Kırmızı adlı romanımda, ‎tutkuyla aynı atı yıllarca çize çize ‎ezberleyen, hatta güzel bir atı gözü kapalı ‎çizebilen İranlı eski nakkaşlardan söz ‎ederken yazarlık mesleğinden, kendi ‎hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. ‎Kendi hayatını başkalarının hikâyesi ‎olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu ‎anlatma gücünü içinde hissedebilmesi için, ‎bana öyle gelir ki, yazarın masa başında ‎yıllarını bu sanata ve zanaata sabırla ‎verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir. ‎Kimine hiç gelmeyen, kimine de pek sık ‎uğrayan ilham meleği bu güveni ve ‎iyimserliği sever ve yazarın kendini en ‎yalnız hissettiği, çabalarının, hayallerinin ‎ve yazdıklarının değerinden en çok ‎şüpheye düştüğü anda, yani hikâyesinin ‎yalnızca kendi hikâyesi olduğunu sandığı ‎zamanda, ona içinden çıktığı dünya ile ‎kurmak istediği alemi birleştiren ‎hikâyeleri, resimleri, hayalleri sanki ‎sunuverir. Bütün hayatımı verdiğim ‎yazarlık işinde benim için en sarsıcı ‎duygu, beni aşırı mutlu eden kimi ‎cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin ‎değil bir başka gücün bulup bana ‎cömertçe sunduğunu zannetmem ‎olmuştur.‎










‎‎
‎‎
Pour moi le secret du métier d'écrivain ‎réside non pas dans une inspiration d'origine ‎inconnue mais sur l'obstination et la ‎patience. Une jolie expression turque « ‎creuser un puits avec une aiguille », me ‎semble avoir été inventée pour nous autres ‎écrivains. J'aime et je comprends la ‎patience de Farhad qui selon la légende ‎perça les montagnes pour l'amour de ‎Shirine. En parlant dans Mon Nom est ‎Rouge, des miniaturistes Persans qui à force ‎de dessiner toujours le même cheval, ‎pendant des années, finissent par le ‎mémoriser au point de pouvoir l'exécuter les ‎yeux fermés, je savais que je parlais aussi ‎du métier d'écrivain, et de ma propre vie. Il ‎me semble que, pour être en mesure de ‎narrer sa propre vie comme l'histoire des ‎autres, et de puiser en lui-même ce don de ‎raconter, l'écrivain doit lui-même, avec ‎optimisme, faire le don de toutes ces années ‎à son art et à son métier. La muse, qui ne ‎rend visite qu'à certains, et jamais aux ‎autres, est sensible à cette confiance, à cet ‎optimisme, et c'est quand l'écrivain se sent ‎le plus seul, quand il doute le plus de la ‎valeur de ses efforts, de ses rêves et de ce ‎qu'il a écrit – c'est-à-dire quand il croit que ‎son histoire n'est rien d'autre que son ‎histoire, que la muse vient lui offrir les ‎histoires, les images et les rêves qui le ‎monde où il vit et le monde qu'il veut bâtir. ‎Le sentiment le plus bouleversant pour moi ‎dans ce métier d'écrivain auquel j'ai donné ‎toute ma vie, a été de penser parfois que ‎certaines phrases, certaines pages qui m'ont ‎rendu infiniment heureux m'étaient ‎révélées par la grâce d'une puissance ‎extérieure.‎


I was afraid of opening my father's ‎suitcase and reading his notebooks because ‎I knew that he would not tolerate the ‎difficulties I had endured, that it was not ‎solitude he loved but mixing with friends, ‎crowds, salons, jokes, company. But later my ‎thoughts took a different turn. These ‎thoughts, these dreams of renunciation and ‎patience, were prejudices I had derived ‎from my own life and my own experience as ‎a writer. There were plenty of brilliant ‎writers who wrote surrounded by crowds ‎and family life, in the glow of company and ‎happy chatter. In addition, my father had, ‎when we were young, tired of the monotony ‎of family life, and left us to go to Paris, ‎where – like so many writers – he'd sat in his ‎hotel room filling notebooks. I knew, too, ‎that some of those very notebooks were in ‎this suitcase, because during the years ‎before he brought it to me, my father had ‎finally begun to talk to me about that ‎period in his life. He spoke about those ‎years even when I was a child, but he would ‎not mention his vulnerabilities, his dreams of ‎becoming a writer, or the questions of ‎identity that had plagued him in his hotel ‎room. He would tell me instead about all the ‎times he'd seen Sartre on the pavements of ‎Paris, about the books he'd read and the ‎films he'd seen, all with the elated sincerity ‎of someone imparting very important news. ‎When I became a writer, I never forgot ‎that it was partly thanks to the fact that I ‎had a father who would talk of world ‎writers so much more than he spoke of ‎pashas or great religious leaders. So perhaps ‎I had to read my father's notebooks with ‎this in mind, and remembering how indebted ‎I was to his large library. I had to bear in ‎mind that when he was living with us, my ‎father, like me, enjoyed being alone with his ‎books and his thoughts – and not pay too ‎much attention to the literary quality of his ‎writing.‎


‎‎
Babamın çantasını açıp defterlerini ‎okumaktan korkuyordum, çünkü benim ‎girdiğim sıkıntılara onun asla ‎girmeyeceğini, yalnızlığı değil arkadaşları, ‎kalabalıkları, salonları, şakaları, cemaate ‎karışmayı sevdiğini biliyordum. Ama sonra ‎başka bir akıl yürütüyordum: Bu ‎düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri ‎benim hayat ve yazarlık deneyimimden ‎çıkardığım kendi önyargılarım da ‎olabilirdi. Kalabalığın, aile hayatının, ‎cemaatin ışıltısı içinde ve mutlu cıvıltılar ‎arasında yazmış pek çok parlak yazar da ‎vardı. Üstelik babam, çocukluğumuzda, ‎aile hayatının sıradanlığından sıkılarak ‎bizi bırakmış, Paris’e gitmiş, otel ‎odalarında –başka pek çok yazar gibi- ‎defterler doldurmuştu. Bavulun içinde o ‎defterlerin bir kısmının olduğunu da ‎biliyordum, çünkü bavulu getirmeden ‎önceki yıllarda babam hayatının o ‎döneminden bana artık söz etmeye de ‎başlamıştı. Çocukluğumda da söz ederdi o ‎yıllardan, ama kendi kırılganlığını, şair-‎yazar olma isteğini, otel odalarındaki ‎kimlik sıkıntılarını anlatmazdı. Paris ‎kaldırımlarında nasıl sık sık Sartre’ı ‎gördüğünü anlatır, okuduğu kitaplar ve ‎gördüğü filmlerden çok önemli haberler ‎veren biri gibi heyecanla ve içtenlikle söz ‎ederdi. Yazar olmamda paşalardan ve din ‎büyüklerinden çok evde dünya ‎yazarlarından söz eden bir babamın ‎olmasının payını elbette hiç aklımdan ‎çıkarmazdım. Belki de babamın ‎defterlerini bunu düşünerek, büyük ‎kütüphanesine ne kadar çok şey borçlu ‎olduğumu hatırlayarak okumalıydım. ‎Bizimle birlikte yaşarken babamın –tıpkı ‎benim gibi- bir odada yalnız kalıp ‎kitaplarla, düşüncelerle haşır neşir olmak ‎istemesine, yazılarının edebi niteliğine çok ‎önem vermeden, dikkat etmeliydim.‎










‎‎
J'avais peur d'ouvrir la valise de mon père ‎et de lire ses cahiers parce que je savais ‎qu'il ne se serait jamais exposé aux ‎difficultés que j'ai eu moi même à ‎affronter. Il aimait non la solitude, mais les ‎amis, les pièces bondées, les plaisanteries en ‎société. Mais ensuite, je fis un autre ‎raisonnement : la patience, l'ascétisme, ‎toutes ces conceptions que j'avais ‎échafaudées pouvaient n'être que mes ‎propres préjugés, liés à mon expérience ‎personnelle et à ma vie d'écrivain. Les ‎auteurs géniaux ne manquaient pas, qui ‎écrivirent au milieu de d'une vie brillante, ‎bruyante, avec une existence sociale ou ‎familiale heureuse et intense. De plus, notre ‎père nous avait abandonnés, enfants, pour ‎fuir justement la médiocrité de sa vie ‎familiale. Il était parti à Paris, où il avait, ‎comme beaucoup d'autres, rempli des ‎cahiers dans des chambres d'hôtel. Je ‎savais que dans la valise, se trouvait une ‎partie de ces cahiers, car pendant les ‎années qui précédèrent la remise de cette ‎valise, mon père avait commencé à me parler ‎de cette période de sa vie. Dans notre ‎enfance aussi il parlait de ces années-là, ‎mais sans évoquer sa propre fragilité, ni son ‎désir de devenir poète, ni ses angoisses ‎existentielles dans des chambres d'hôtel. Il ‎racontait comment il voyait souvent Sartre ‎sur les trottoirs de Paris, il parlait des livres ‎qu'il avait lus et des films qu'il avait vus ‎avec un enthousiasme naïf, comme quelqu'un ‎qui apporte des nouvelles importantes. Je ne ‎pouvais certainement pas me dissimuler ce ‎que ma destinée d'écrivain devait au fait ‎que mon père parlait bien plus souvent des ‎grands auteurs de la littérature mondiale ‎que de nos pachas ou auteurs religieux. ‎Peut-être fallait-il plutôt, au lieu d'attacher ‎trop d'importance à la valeur littéraire de ‎ses écrits, aborder les cahiers de mon père ‎en considérant tout ce que je devais aux ‎livres de sa bibliothèque, en me rappelant ‎que mon père, quand il vivait avec nous, ‎n'aspirait lui aussi, comme moi, qu'à se ‎retrouver seul dans une chambre, pour se ‎frotter à la foule de ses rêves.‎ ‎
But as I gazed so anxiously at the suitcase ‎my father had bequeathed me, I also felt ‎that this was the very thing I would not be ‎able to do. My father would sometimes ‎stretch out on the divan in front of his ‎books, abandon the book in his hand, or the ‎magazine and drift off into a dream, lose ‎himself for a longest time in his thoughts. ‎When I saw on his face an expression so ‎very different from the one he wore amid ‎the joking, teasing, and bickering of family ‎life – when I saw the first signs of an inward ‎gaze – I would, especially during my ‎childhood and my early youth, understand, ‎with trepidation, that he was discontent. ‎Now, so many years later, I know that this ‎discontent is the basic trait that turns a ‎person into a writer. To become a writer, ‎patience and toil are not enough: we must ‎first feel compelled to escape crowds, ‎company, the stuff of ordinary, everyday ‎life, and shut ourselves up in a room. We ‎wish for patience and hope so that we can ‎create a deep world in our writing. But the ‎desire to shut oneself up in a room is what ‎pushes us into action. The precursor of this ‎sort of independent writer – who reads his ‎books to his heart's content, and who, by ‎listening only to the voice of his own ‎conscience, disputes with other's words, ‎who, by entering into conversation with his ‎books develops his own thoughts, and his ‎own world – was most certainly Montaigne, ‎in the earliest days of modern literature. ‎Montaigne was a writer to whom my father ‎returned often, a writer he recommended ‎to me. I would like to see myself as ‎belonging to the tradition of writers who – ‎wherever they are in the world, in the East ‎or in the West – cut themselves off from ‎society, and shut themselves up with their ‎books in their room. The starting point of ‎true literature is the man who shuts himself ‎up in his room with his books.‎


‎‎
Ama yapamayacağım şeyin de tam bu ‎olduğunu, babamın bıraktığı çantaya bu ‎huzursuzlukla bakarken hissediyordum. ‎Babam bazen kütüphanesinin önündeki ‎divana uzanır, elindeki kitabı ya da ‎dergiyi bırakır ve uzun uzun düşüncelere, ‎hayallere dalardı. Yüzünde şakalaşmalar, ‎takılmalar ve küçük çekişmelerle sürüp ‎giden aile hayatı sırasında gördüğümden ‎bambaşka bir ifade, içe dönük bir bakış ‎belirirdi, bundan özellikle çocukluk ve ilk ‎gençlik yıllarımda babamın huzursuz ‎olduğunu anlar, endişelenirdim. Şimdi ‎yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı yazar ‎yapan temel dürtülerden biri olduğunu ‎biliyorum. Yazar olmak için, sabır ve ‎çileden önce içimizde kalabalıktan, ‎cemaatten, günlük sıradan hayattan, ‎herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir ‎odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır ‎ve umudu yazıyla kendimize derin bir ‎dünya kurmak için isteriz. Ama bir odaya, ‎kitaplarla dolu bir odaya kapanma isteği ‎bizi harekete geçiren ilk şeydir. Bu ‎kitapları keyfince okuyan, yalnızca kendi ‎vicdanının sesini dinleyerek başkalarının ‎sözleriyle tartışan ve kitaplarla konuşa ‎konuşa kendi düşüncelerini ve alemini ‎oluşturan özgür, bağımsız yazarın ilk ‎büyük örneği, modern edebiyatın ‎başlangıcı Montaigne’dir elbette. Babamın ‎da dönüp dönüp okuduğu, bana okumamı ‎öğütlediği bir yazardı Montaigne. ‎Dünyanın neresinde olursa olsun, ister ‎Doğu’da ister Batı’da, cemaatlerinden ‎kopup kendilerini kitaplarla bir odaya ‎kapatan yazarlar geleneğinin bir parçası ‎olarak görmek isterim kendimi. Benim için ‎hakiki edebiyatın başladığı yer kitaplarla ‎kendini bir odaya kapatan adamdır.‎ ‎












‎‎
Cependant, en contemplant avec inquiétude ‎cette valise fermée, je me sentais justement ‎incapable de cela-même. Mon père avait ‎coutume, parfois, de s'allonger sur le sofa à ‎l'entrée de sa bibliothèque, de poser le ‎magazine ou le livre qu'il était en train de ‎lire, et de suivre longuement le cours de ses ‎pensées. Sur son visage apparaissait alors ‎une nouvelle expression, différente de celle ‎qu'il avait en famille, au milieu des ‎plaisanteries, des disputes ou des ‎taquineries – un regard tourné vers ‎l'intérieur. J'en avais déduit dès mon ‎enfance et ma première jeunesse que mon ‎père était un homme inquiet, et je m'en ‎inquiétais. Je sais maintenant, tant d'années ‎après, que cette inquiétude est l'une des ‎raisons qui font d'un homme un écrivain. ‎Pour devenir écrivain, il faut avoir, avant la ‎patience et le goût des privations, un ‎instinct de fuir la foule, la société, la vie ‎ordinaire, les choses quotidiennes partagées ‎par tout le monde, et de s'enfermer dans ‎une chambre. Nous, écrivains, avons besoin ‎de la patience et de l'espérance pour ‎rechercher les fondements, en nous-mêmes, ‎du monde que nous créons, mais le besoin de ‎nous enfermer dans une chambre, une ‎chambre pleine de livres, est la première ‎chose qui nous motive. Celui qui marque le ‎début de la littérature moderne, le premier ‎grand exemple d'écrivain libre et de lecteur ‎affranchi des contraintes et des préjugés, ‎qui a le premier discuté les mots des autres ‎sans rien écouter que sa propre conscience, ‎qui a fondé son monde sur son dialogue avec ‎les autres livres, est évidemment Montaigne. ‎Montaigne est un des écrivains à la lecture ‎desquels mon père revenait sans cesse et ‎m'incitait toujours. Je veux me considérer ‎comme appartenant à cette tradition ‎d'écrivains qui, que ce soit en Orient ou en ‎Occident, se démarquent de la société, ‎quelle qu'elle soit, où ils vivent, pour ‎s'enfermer dans une chambre pleine de ‎livres. Pour moi , l'homme dans sa ‎bibliothèque est le lieu où se fonde la vraie ‎littérature.‎ ‎
But once we shut ourselves away, we soon ‎discover that we are not as alone as we ‎thought. We are in the company of the ‎words of those who came before us, of ‎other peoples' stories, other people's books, ‎other people's words, the thing we call ‎tradition. I believe literature to be the most ‎valuable hoard that humanity has gathered ‎in its quest to understand itself. Societies, ‎tribes, and peoples grow more intelligent, ‎richer, and more advanced as they pay ‎attention to the troubled words of their ‎authors, and, as we all know, the burning of ‎books and the denigration of writers are ‎both signals that dark and improvident ‎times are upon us. But literature is never ‎just a national concern. The writer who ‎shuts himself up in a room and first goes on ‎a journey inside himself will, over the years, ‎discover literature's eternal rule: he must ‎have the artistry to tell his own stories as if ‎they are other people's stories, and to tell ‎other people's stories as if they were his ‎own, for this is what literature is. But we ‎must first travel through other peoples' ‎stories and books.‎

‎‎
Ama kendimizi kapattığımız odada ‎sanıldığı kadar da yalnız değilizdir. Bize ‎önce başkalarının sözü, başkalarının ‎hikâyeleri, başkalarının kitapları, yani ‎gelenek dediğimiz şey eşlik eder. ‎Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak ‎için yarattığı en değerli birikim olduğuna ‎inanıyorum. İnsan toplulukları, kabileler, ‎milletler edebiyatlarını önemsedikleri, ‎yazarlarına kulak verdikleri ölçüde ‎zekileşir, zenginleşir ve yükselirler, ve ‎hepimizin bildiği gibi, kitap yakmalar, ‎yazarları aşağılamalar milletler için ‎karanlık ve akılsız zamanların ‎habercisidir. Ama edebiyat hiçbir zaman ‎yalnızca milli bir konu değildir. ‎Kitaplarıyla bir odaya kapanan ve önce ‎kendi içinde bir yolculuğa çıkan yazar, ‎orada yıllar içinde iyi edebiyatın ‎vazgeçilmez kuralını da keşfedecektir: ‎Kendi hikâyemizden başkalarının ‎hikâyeleri gibi ve başkalarının ‎hikâyelerinden kendi hikâyemizmiş gibi ‎bahsedebilme hüneridir edebiyat. Bunu ‎yapabilmek için yola başkalarının ‎hikâyelerinden ve kitaplarından çıkarız.‎



‎‎
Pour autant, notre solitude dans cette ‎chambre où nous nous enfermons n'est pas ‎si grande que nous le croyons. Nous sommes ‎environnés des mots, des histoires des ‎autres, de leurs livres, de tout ce que nous ‎appelons la tradition littéraire. Je crois que ‎la littérature est la somme la plus précieuse ‎que l'humanité s'est donnée pour se ‎comprendre. Les sociétés humaines, les ‎tribus et les nations deviennent ‎intelligentes, s'enrichissent et s'élèvent ‎dans la mesure où ils prennent au sérieux ‎leur littérature, où ils écoutent leurs ‎écrivains, et comme nous le savons tous, les ‎bûchers de livres, les persécutions contre ‎les écrivains présagent pour les nations de ‎périodes noires et obscures. La littérature ‎n'est jamais seulement un sujet national ; ‎l'écrivain qui s'enferme dans une chambre ‎avec ses livres, et qui initie avant tout un ‎voyage intérieur va y découvrir au cours des ‎années cette règle essentielle : la littérature ‎est l'art de savoir parler de notre histoire ‎comme de l'histoire des autres et de ‎l'histoire des autres comme de notre propre ‎histoire. Pour arriver à ce but, nous ‎commençons par lire les histoires et les ‎livres des autres.‎
My father had a good library – 1500 ‎volumes in all – more than enough for a ‎writer. By the age of 22, I had perhaps not ‎read them all, but I was familiar with each ‎book, – I knew which were important, which ‎were light but easy to read, which were ‎classics, which an essential part of any ‎education, which were forgettable but ‎amusing accounts of local history, and which ‎French authors my father rated very highly. ‎Sometimes I would look at this library from ‎a distance and imagine that one day, in a ‎different house, I would build my own ‎library, an even better library – build myself ‎a world. When I looked at my father's ‎library from afar, it seemed to me to be a ‎small picture of the real world. But this was ‎a world seen from our own corner, from ‎Istanbul. The library was evidence of this. ‎My father had built his library from his ‎trips abroad, mostly with books from Paris ‎and America, but also with books bought ‎from the shops that sold books in foreign ‎languages in the 40s and 50s and Istanbul's ‎old and new booksellers, whom I also knew. ‎My world is mixture of the local – the ‎national – and the West. In the 70s, I, too, ‎began, somewhat ambitiously, to build my ‎own library. I had not quite decided to ‎become a writer – as I related in Istanbul, I ‎had come to feel that I would not, after all, ‎become a painter, but I was not sure what ‎path my life would take. There was inside ‎me a relentless curiosity, a hope-driven ‎desire to read and learn, but at the same ‎time I felt that my life was in some way ‎lacking, that I would not be able to live like ‎others. Part of this feeling was connected ‎to what I felt when I gazed at my father's ‎library – to be living far from the centre of ‎things, as all of us who lived in Istanbul in ‎those days were made to feel, that feeling ‎of living in the provinces. There was another ‎reason for feeling anxious and somehow ‎lacking, for I knew only too well that I lived ‎in a country that showed little interest in its ‎artists – be they painters or writers – and ‎that gave them no hope. In the 70s, when I ‎would take the money my father gave me ‎and greedily buy faded, dusty, dog-eared ‎books from Istanbul's old booksellers, I ‎would be as affected by the pitiable state ‎of these second hand bookstores – and by ‎the despairing dishevelment of the poor, ‎bedraggled booksellers who laid out their ‎wares on roadsides, in mosque courtyards, ‎and in the niches of crumbling walls – as I ‎was by their books.‎
















‎‎
Babamın bir yazara fazlasıyla yetecek bin ‎beş yüz kitaplık iyi bir kütüphanesi vardı. ‎Yirmi iki yaşımdayken, bu kütüphanedeki ‎kitapların hepsini okumamıştım belki, ama ‎bütün kitapları tek tek tanır, hangisinin ‎önemli, hangisinin hafif ama kolay okunur, ‎hangisinin klasik, hangisinin dünyanın ‎vazgeçilmez bir parçası, hangisinin yerel ‎tarihin unutulacak ama eğlenceli bir ‎tanığı, hangisinin de babamın çok önem ‎verdiği bir Fransız yazarın kitabı ‎olduğunu bilirdim. Bazen bu kütüphaneye ‎uzaktan bakar, kendimin de bir gün ayrı ‎bir evde böyle bir kütüphanemin, hatta ‎daha iyisinin olacağını, kitaplardan ‎kendime bir dünya kuracağımı düşlerdim. ‎Uzaktan baktığımda bazen babamın ‎kütüphanesi bana bütün alemin küçük bir ‎resmiymiş gibi gelirdi. Ama bizim ‎köşemizden, İstanbul’dan baktığımız bir ‎dünyaydı bu. Kütüphane de bunu ‎gösteriyordu. Babam bu kütüphaneyi ‎yurtdışı yolculuklarından, özellikle ‎Paris’ten ve Amerika’dan aldığı kitaplarla, ‎gençliğinde İstanbul’da 1940’larda ve ‎‎50’lerdeki yabancı dilde kitap satan ‎dükkanlardan aldıklarıyla ve her birini ‎benim de tanıdığım İstanbul’un eski ve ‎yeni kitapçılarından edindikleriyle ‎yapmıştı. Yerel, milli bir dünya ile Batı ‎dünyasının karışımıdır benim dünyam. ‎‎1970’lerden başlayarak ben de iddialı bir ‎şekilde kendime bir kütüphane kurmaya ‎başladım. Daha yazar olmaya tam karar ‎vermemiştim, İstanbul adlı kitabımda ‎anlattığım gibi, artık ressam olmayacağımı ‎sezmiştim ama hayatımın ne yola ‎gireceğini tam bilemiyordum. İçimde bir ‎yandan her şeye karşı durdurulmaz bir ‎merak ve aşırı iyimser bir okuyup öğrenme ‎açlığı vardı; bir yandan da hayatımın bir ‎şekilde “eksik” bir hayat olacağını, ‎başkaları gibi yaşayamayacağımı ‎hissediyordum. Bu duygumun bir kısmı, ‎tıpkı babamın kütüphanesine bakarken ‎hissettiğim gibi, merkezden uzak olma ‎fikriyle, İstanbul’un o yıllarda hepimize ‎hissettirdiği gibi, taşrada yaşadığımız ‎duygusuyla ilgiliydi. Bir başka eksik yaşam ‎endişesi de tabii ister resim yapmak olsun, ‎ister edebiyat olsun, sanatçısına fazla ilgi ‎göstermeyen ve umut da vermeyen bir ‎ülkede yaşadığımı fazlasıyla bilmemdi. ‎‎1970’lerde, sanki hayatımdaki bu ‎eksiklikleri gidermek ister gibi aşırı bir ‎hırsla İstanbul’un eski kitapçılarından ‎babamın verdiği parayla solmuş, okunmuş, ‎tozlu kitaplar satın alırken bu sahaf ‎dükkanlarının, yol kenarlarında, cami ‎avlularında, yıkık duvarların eşiklerinde ‎yerleşmiş kitapçıların yoksul, dağınık ve ‎çoğu zaman da insana umutsuzluk verecek ‎kadar perişan halleri beni okuyacağım ‎kitaplar kadar etkilerdi.‎













‎‎
Mon père avait une bonne bibliothèque de ‎quelque mille-cinq-cents livres qui aurait ‎largement suffi à un écrivain. Quand j'avais ‎vingt-deux ans, je n'avais peut-être pas lu ‎tous les livres qui étaient dans sa ‎bibliothèque, mais je les connaissais tous un ‎par un, je savais lesquels étaient importants, ‎lesquels étaient légers et faciles à lire, ‎lesquels étaient des Classiques et des ‎monuments incontournables, lesquels ‎étaient des témoins, voués à l'oubli mais ‎amusants, d'une histoire locale, et lesquels ‎étaient les livres d'un écrivain français ‎auxquels mon père tenait beaucoup. Parfois ‎je contemplais de loin cette bibliothèque. ‎J'imaginais que moi-même, un jour, j'allais, ‎dans une autre maison, posséder une ‎bibliothèque semblable et même meilleure, ‎que j'allais me bâtir un monde avec des ‎livres. Regardée de loin, la bibliothèque de ‎mon père m'apparaissait parfois comme une ‎image de tout l'univers. Mais c'était un ‎monde que nous observions à partir d'un ‎angle étroit, depuis Istanbul, et le contenu ‎de la bibliothèque en témoignait aussi. Et ‎mon père avait constitué cette bibliothèque ‎à partir des livres qu'il avait acheté pendant ‎ses voyages à l'étranger, surtout à Paris et ‎en Amérique, de ceux qu'il avait acheté ‎dans sa jeunesse chez les d'Istanbul qui ‎vendaient de la littérature étrangère dans ‎les années quarante et cinquante, et de ‎ceux qu'il avait continué d'acquérir dans ‎des librairies que je connais moi aussi. Mon ‎monde est un mélange de local et de ‎mondial, de national et d'occidental. A ‎partir des années soixante-dix, moi aussi ‎j'ai eu la prétention de me constituer une ‎bibliothèque personnelle, avant même ‎d'avoir vraiment décidé de devenir écrivain ; ‎comme j'en parle dans mon livre Istanbul, je ‎savais déjà que je ne deviendrais pas peintre ‎non plus, mais je ne savais pas exactement ‎quelle voie ma vie allait prendre. J'avais ‎d'une part une curiosité insatiable et ‎universelle, et une soif d'apprendre ‎excessive et naïve. D'autre part je sentais ‎que ma vie était vouée à rester insatisfaite, ‎privée de certaines choses qui sont données ‎aux autres. Ce sentiment relevait en partie ‎de celui d'être loin du centre, en province, ‎qui nous gagnait à force de vivre à Istanbul ‎ou rien qu'à regarder la bibliothèque de mon ‎père. Mon autre souci était que j'habitais en ‎Turquie, dans un pays qui n'attache pas ‎grande importance à ses artistes, qu'ils ‎pratiquent la peinture ou la littérature, et ‎les laisse vivre sans espoir. Dans les années ‎soixante-dix, lorsque j'achetais, avec ‎l'argent que mon père me donnait, des livres ‎d'occasion, poussiéreux et usés, chez des ‎bouquinistes d'Istanbul, comme par une ‎ambition dérisoire de suppléer ce que la vie ‎ne m'apportait pas, l'aspect misérable des ‎vendeurs, dans les cours des mosquées, au ‎pied des ruines, au coin des rues, la ‎décrépitude et la pauvreté sordide de tous ‎ces endroits désespérants, m'influençaient ‎autant que le contenu des livres eux-mêmes.‎ ‎
As for my place in the world – in life, as in ‎literature, my basic feeling was that I was ‎‎'not in the centre'. In the centre of the ‎world, there was a life richer and more ‎exciting than our own, and with all of ‎Istanbul, all of Turkey, I was outside it. ‎Today I think that I share this feeling with ‎most people in the world. In the same way, ‎there was a world literature, and its centre, ‎too, was very far away from me. Actually ‎what I had in mind was Western, not world ‎literature, and we Turks were outside it. My ‎father's library was evidence of this. At one ‎end, there were Istanbul's books – our ‎literature, our local world, in all its beloved ‎detail – and at the other end were the books ‎from this other, Western, world, to which ‎our own bore no resemblance, to which our ‎lack of resemblance gave us both pain and ‎hope. To write, to read, was like leaving one ‎world to find consolation in the other ‎world's otherness, the strange and the ‎wondrous. I felt that my father had read ‎novels to escape his life and flee to the ‎West – just as I would do later. Or it ‎seemed to me that books in those days were ‎things we picked up to escape our own ‎culture, which we found so lacking. It ‎wasn't just by reading that we left our ‎Istanbul lives to travel West – it was by ‎writing, too. To fill those notebooks of his, ‎my father had gone to Paris, shut himself up ‎in his room, and then brought his writings ‎back to Turkey. As I gazed at my father's ‎suitcase, it seemed to me that this was what ‎was causing me disquiet. After working in a ‎room for 25 years to survive as a writer in ‎Turkey, it galled me to see my father hide ‎his deep thoughts inside this suitcase, to act ‎as if writing was work that had to be done in ‎secret, far from the eyes of society, the ‎state, the people. Perhaps this was the main ‎reason why I felt angry at my father for ‎not taking literature as seriously as I did.‎










‎‎
Alemdeki yerim konusunda, hayatta ‎olduğu gibi edebiyatta da o zamanlar ‎taşıdığım temel duygu bu “merkezde ‎olmama” duygusuydu. Dünyanın ‎merkezinde, bizim yaşadığımızdan daha ‎zengin ve çekici bir hayat vardı ve ben ‎bütün İstanbullular ve bütün Türkiye ile ‎birlikte bunun dışındaydım. Bu duyguyu ‎dünyanın büyük çoğunluğu ile paylaştığımı ‎bugün düşünüyorum. Aynı şekilde, bir ‎dünya edebiyatı vardı ve onun benden çok ‎uzak bir merkezi vardı. Aslında ‎düşündüğüm Batı edebiyatıydı, dünya ‎edebiyatı değil, ve biz Türkler bunun da ‎dışındaydık. Babamın kütüphanesi de ‎bunu doğruluyordu. Bir yanda bizim, pek ‎çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten ‎vazgeçemediğim yerel dünyamız, ‎İstanbul’un kitapları ve edebiyatı vardı, ‎bir de ona hiç benzemeyen, benzememesi ‎bize hem acı hem de umut veren Batı ‎dünyasının kitapları. Yazmak, okumak ‎sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin ‎başkalığı, tuhaflığı ve harika halleriyle ‎teselli bulmaktı. Babamın da bazen, tıpkı ‎benim sonraları yaptığım gibi, kendi ‎yaşadığı hayattan Batı’ya kaçmak için ‎roman okuduğunu hissederdim. Ya da ‎bana o zamanlar kitaplar bu çeşit bir ‎kültürel eksiklik duygusunu gidermek için ‎başvurduğumuz şeylermiş gibi gelirdi. ‎Yalnız okumak değil, yazmak da ‎İstanbul’daki hayatımızdan Batı’ya gidip ‎gelmek gibi bir şeydi. Babam bavulundaki ‎defterlerinden çoğunu doldurabilmek için ‎Paris’e gitmiş, kendini otel odalarına ‎kapatmış, sonra yazdıklarını Türkiye’ye ‎geri getirmişti. Bunun da beni huzursuz ‎ettiğini, babamın bavuluna bakarken ‎hissederdim. Yirmi beş yıl Türkiye’de ‎yazar olarak ayakta kalabilmek için ‎kendimi bir odaya kapattıktan sonra, ‎yazarlığın içimizden geldiği gibi yazmanın, ‎toplumdan, devletten, milletten gizlice ‎yapılması gereken bir iş olmasına, ‎babamın bavuluna bakarken artık isyan ‎ediyordum. Belki de en çok bu yüzden ‎babama yazarlığı benim kadar ciddiye ‎almadığı için kızıyordum.‎








‎‎
Quant à ma place dans l'univers, mon ‎sentiment était que de toute façon, j'étais à ‎l'écart, et bien loin de tout centre, que ce ‎soit dans la vie ou dans la littérature. Au ‎centre du monde existait une vie plus riche ‎et plus passionante que celle que nous ‎vivions, et moi j'en étais exclu, à l'instar de ‎tous mes compatriotes. Aujourd'hui, je ‎pense que je partageais ce sentiment avec la ‎presque totalité du monde. De la même ‎façon, il y avait une littérature mondiale, ‎dont le centre se trouvait très loin de moi. ‎Mais ce à quoi je pensais, était non pas la ‎littérature mondiale mais la littérature ‎occidentale. Et nous les Turcs en étions bien ‎sûr exclus aussi, comme le confirmait la ‎bibliothèque de mon père. D'une part il y ‎avait les livres et la littérature d'Istanbul, ‎notre monde restreint dont j'affectionne ‎depuis toujours et encore aujourd'hui les ‎détails, et il y avait les livres du monde ‎occidental, tout différents, qui nous ‎donnaient autant de peine que d'espoir. ‎Ecrire et lire étaient en quelque sorte une ‎façon de sortir d'un monde et de trouver ‎une consolation par l'intermédiaire de la ‎différence, de l'étrangeté et des créations ‎géniales de l'autre. Je sentais que mon père ‎aussi lisait parfois pour échapper à son ‎monde et fuir vers l'Occident, tout comme ‎je l'ai fait moi-même plus tard. Il me ‎paraissait aussi qu'à cette époque-là , les ‎livres nous servaient à nous défaire du ‎sentiment d'infériorité culturelle ; le fait de ‎lire, mais aussi d'écrire nous rapprochait de ‎l'Occident et en nous faisant partager ‎quelque chose. Mon père, pour remplir tous ‎ces cahiers dans cette valise était allé ‎s'enfermer dans une chambre d'hôtel à ‎Paris, et avait rapporté en Turquie ce qu'il ‎avait écrit. Je sentais, en regardant la valise ‎de mon père que moi aussi, j'étais concerné, ‎et cela me terrifiait. Après vingt-cinq ‎années passées, pour être écrivain en ‎Turquie, dans la solitude d'une chambre, je ‎me révoltais en regardant la valise de mon ‎père contre le fait que le métier d'écrivain, ‎le fait d'écrire sincèrement suppose qu'on ‎l'exerce en cachette de la société, de l'Etat ‎et de la Nation. C 'est peut-être là mon ‎principal ressentiment contre mon père : de ‎n'avoir pas autant que moi pris le métier ‎d'écrivain au sérieux.‎ ‎
Actually I was angry at my father because ‎he had not led a life like mine, because he ‎had never quarrelled with his life, and had ‎spent his life happily laughing with his ‎friends and his loved ones. But part of me ‎knew that I could also say that I was not so ‎much 'angry' as 'jealous', that the second ‎word was more accurate, and this, too, ‎made me uneasy. That would be when I ‎would ask myself in my usual scornful, angry ‎voice: 'What is happiness?' Was happiness ‎thinking that I lived a deep life in that ‎lonely room? Or was happiness leading a ‎comfortable life in society, believing in the ‎same things as everyone else, or acting as if ‎you did? Was it happiness, or unhappiness, ‎to go through life writing in secret, while ‎seeming to be in harmony with all around ‎one? But these were overly ill-tempered ‎questions. Wherever had I got this idea that ‎the measure of a good life was happiness? ‎People, papers, everyone acted as if the ‎most important measure of a life was ‎happiness. Did this alone not suggest that it ‎might be worth trying to find out if the ‎exact opposite was true? After all, my ‎father had run away from his family so ‎many times – how well did I know him, and ‎how well could I say I understood his ‎disquiet?‎ ‎
‎‎
Aslında babama benim gibi bir hayat ‎yaşamadığı, hiçbir şey için küçük bir ‎çatışmayı bile göze almadan toplumun ‎içinde, arkadaşları ve sevdikleriyle ‎gülüşerek mutlulukla yaşadığı için ‎kızıyordum. Ama ‘kızıyordum’ yerine ‎‎‘kıskanıyordum’ diyebileceğimi, belki de ‎bunun daha doğru bir kelime olacağını da ‎aklımın bir yanıyla biliyor, huzursuz ‎oluyordum. O zaman her zamanki takıntılı, ‎öfkeli sesimle kendi kendime “mutluluk ‎nedir?” diye soruyordum. Tek başına bir ‎odada derin bir hayat yaşadığını sanmak ‎mıdır mutluluk? Yoksa cemaatle, herkesle ‎aynı şeylere inanarak, inanıyormuş gibi ‎yaparak rahat bir hayat yaşamak mı? ‎Herkesle uyum içinde yaşar gibi ‎gözükürken, bir yandan da kimsenin ‎görmediği bir yerde, gizlice yazı yazmak ‎mutluluk mudur aslında, mutsuzluk mu? ‎Ama bunlar fazla hırçın, öfkeli sorulardı. ‎Üstelik iyi bir hayatın ölçüsünün mutluluk ‎olduğunu nereden çıkarmıştım ki? ‎İnsanlar, gazeteler, herkes hep en önemli ‎hayat ölçüsü mutlulukmuş gibi ‎davranıyordu. Yalnızca bu bile, tam ‎tersinin doğru olduğunu araştırmaya ‎değer bir konu haline getirmiyor muydu? ‎Zaten bizlerden, aileden hep kaçmış olan ‎babamı ne kadar tanıyor, onun ‎huzursuzluklarını ne kadar görebiliyordum ‎ki?‎
‎‎
En fait, je lui en voulais de n'avoir pas mené, ‎la vie qui est la mienne, d'avoir choisi de ‎vivre dans la société, avec ses amis, les gens ‎qu'il aimait, sans s'exposer au moindre ‎conflit pour quoi que ce soit. Mais en même ‎temps, je savais ce que ces reproches ‎recouvraient de jalousie, et que ce mot ‎aurait été le plus exact pour décrire mon ‎énervement. Je me demandais, comme une ‎obsession, « qu'est-ce que le bonheur ? ». ‎Est-ce de croire vivre une vie profonde dans ‎la solitude d'une chambre, ou est-ce vivre ‎une vie facile au sein de la société, en ‎croyant les mêmes choses que tout le monde ‎ou en faisant semblant d'y croire. Est-ce ‎qu'écrire en cachette de tous, dans son ‎coin, tout en ayant l'air de vivre en harmonie ‎avec tout le monde, était le bonheur, ou le ‎malheur ? C'étaient-là des questions trop ‎irritantes, trop brûlantes pour moi. De plus, ‎d'où avais-je tiré que le bonheur fût le ‎critère d'une vie réussie ? Les gens, les ‎journaux, tout le monde se comportait ‎comme si la vie se mesurait essentiellement ‎au bonheur qu'elle offrait, et cela seul ‎justifiait sans doute qu'on pût envisager le ‎contraire. D'ailleurs, connaissant bien mon ‎père, et cette façon qu'il avait eu de nous ‎abandonner et de nous fuir constamment, ‎j'étais aussi bien à même de percevoir son ‎inquiétude profonde.‎ ‎
So this was what was driving me when I first ‎opened my father's suitcase. Did my father ‎have a secret, an unhappiness in his life ‎about which I knew nothing, something he ‎could only endure by pouring it into his ‎writing? As soon as I opened the suitcase, I ‎recalled its scent of travel, recognised ‎several notebooks, and noted that my ‎father had shown them to me years earlier, ‎but without dwelling on them very long. ‎Most of the notebooks I now took into my ‎hands he had filled when he had left us and ‎gone to Paris as a young man. Whereas I, ‎like so many writers I admired – writers ‎whose biographies I had read – wished to ‎know what my father had written, and what ‎he had thought, when he was the age I was ‎now. It did not take me long to realise that ‎I would find nothing like that here. What ‎caused me most disquiet was when, here and ‎there in my father's notebooks, I came upon ‎a writerly voice. This was not my father's ‎voice, I told myself; it wasn't authentic, or ‎at least it did not belong to the man I'd ‎known as my father. Underneath my fear ‎that my father might not have been my ‎father when he wrote, was a deeper fear: ‎the fear that deep inside I was not ‎authentic, that I would find nothing good in ‎my father's writing, this increased my fear ‎of finding my father to have been overly ‎influenced by other writers and plunged me ‎into a despair that had afflicted me so ‎badly when I was young, casting my life, my ‎very being, my desire to write, and my work ‎into question. During my first ten years as a ‎writer, I felt these anxieties more deeply, ‎and even as I fought them off, I would ‎sometimes fear that one day, I would have ‎to admit to defeat – just as I had done with ‎painting – and succumbing to disquiet, give ‎up novel writing, too.‎

‎‎
Babamın bavulunu işte bu dürtülerle ‎açtım ilk. Babamın hayatında bilmediğim ‎bir mutsuzluk, ancak yazıya dökerek ‎dayanabileceği bir sır olabilir miydi? ‎Bavulu açar açmaz seyahat çantası ‎kokusunu hatırladım, bazı defterleri ‎tanıdığımı, babamın üstünde öyle fazla ‎durmadan onları bana yıllarca önce ‎göstermiş olduğunu fark ettim. Tek tek ‎elleyip karıştırdığım defterlerin çoğu ‎babamın bizi bırakıp Paris’e gittiği gençlik ‎yıllarında tutulmuştu. Oysa ben, tıpkı ‎biyografilerini okuduğum, sevdiğim ‎yazarlar gibi, babamın benim ‎yaşımdayken ne yazdığını, ne ‎düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Kısa ‎zaman içinde böyle bir şeyle ‎karşılaşmayacağımı da anladım. Üstelik bu ‎arada babamın defterlerinin orasında ‎burasında karşılaştığım yazar sesinden ‎huzursuz olmuştum. Bu ses babamın sesi ‎değil diye düşünüyordum; hakiki ‎‎(authentic) değildi, ya da benim hakiki ‎babam diye bildiğim kişiye ait değildi bu ‎ses. Babamın yazarken babam olamaması ‎gibi huzursuz edici bir şeyden daha ağır ‎bir korku vardı burada: İçimdeki hakiki ‎olamama korkusu, babamın yazılarını iyi ‎bulamama, hatta babamın başka ‎yazarlardan fazla etkilendiğini görme ‎endişemi aşmış, özellikle gençliğimde ‎olduğu gibi, bütün varlığımı, hayatımı, ‎yazma isteğimi ve kendi yazdıklarımı bana ‎sorgulatan bir hakikilik buhranına ‎dönüşüyordu. Roman yazmaya başladığım ‎ilk on yılda bu korkuyu daha derinden ‎hisseder, ona karşı koymakta zorlanır, ‎tıpkı resim yapmaktan vazgeçtiğim gibi, ‎bir gün yenilgiye uğrayıp roman yazmayı ‎da bu endişeyle bırakmaktan bazen ‎korkardım.‎







‎‎
Voilà ce qui m'a fait ouvrir finalement la ‎valise de mon père. Peut-être y avait-il dans ‎sa vie un secret, un malheur trop important ‎pour qu'il ait pu le supporter sans l'écrire. ‎Dès que j'ai ouvert la valise, je me suis ‎souvenu de l'odeur de son sac de voyage, et ‎je me suis aperçu que je connaissais certains ‎de ses cahiers, que mon père m'avait montré ‎des années plus tôt, sans y attacher ‎d'importance. La plupart de ceux que j'ai ‎feuilletés un par un dataient des années où ‎mon père, jeune encore, nous avait souvent ‎quittés pour se rendre à Paris. Mais ce que ‎j'aurais souhaité, moi, comme les écrivains ‎que j'aime et dont je lis les livres, c'était ‎apprendre ce que mon père avait pu penser ‎et écrire au même âge que moi. Rapidement, ‎j'ai compris que je n'allais pas faire cette ‎expérience. J'étais gêné aussi par la voix ‎d'écrivain que je percevais ça et là dans ces ‎cahiers. Je me disais que cette voix n'était ‎pas celle de mon père, qu'elle n'était pas ‎authentique, ou bien que cette voix ‎n'appartenait pas à la personne que je ‎connaissais comme mon père. Il y avait ici ‎une crainte plus grave que la simple ‎inquiétude de découvrir que mon père ‎cessait, en écrivant, d'être mon père : ma ‎propre peur de ne pas réussir à être ‎authentique l'emportait sur celle de ne pas ‎apprécier ses écrits à lui, et de constater ‎même qu'il était excessivement influencé ‎par d'autres écrivains, et elle se ‎transformait en une crise d'authenticité qui ‎m'obligeait à m'interroger, comme dans ma ‎jeunesse, sur mon existence entière, sur ma ‎vie, mon envie d'écrire, et ce que j'ai écrit ‎moi-même. Pendant les dix premières ‎années où j'ai écrit des romans, j'éprouvais ‎cette crainte avec acuité, elle m'accablait ‎presque ; tout comme j'avais renoncé à ‎peindre, j'avais peur que cette inquiétude ‎me fasse renoncer à écrire.‎ ‎
I have already mentioned the two essential ‎feelings that rose up in me as I closed my ‎father's suitcase and put it away: the sense ‎of being marooned in the provinces, and the ‎fear that I lacked authenticity. This was ‎certainly not the first time they had made ‎themselves felt. For years I had, in my ‎reading and my writing, been studying, ‎discovering, deepening these emotions, in all ‎their variety and unintended consequences, ‎their nerve endings, their triggers, and their ‎many colours. Certainly my spirits had been ‎jarred by the confusions, the sensitivities ‎and the fleeting pains that life and books ‎had sprung on me, most often as a young ‎man. But it was only by writing books that I ‎came to a fuller understanding of the ‎problems of authenticity (as in My Name is ‎Red and The Black Book) and the problems ‎of life on the periphery (as in Snow and ‎Istanbul). For me, to be a writer is to ‎acknowledge the secret wounds that we ‎carry inside us, the wounds so secret that ‎we ourselves are barely aware of them, and ‎to patiently explore them, know them, ‎illuminate them, to own these pains and ‎wounds, and to make them a conscious part ‎of our spirits and our writing.‎



‎‎
Kapayıp kaldırdığım bavulun bende kısa ‎sürede uyandırdığı iki temel duygudan ‎hemen söz ettim: Taşrada olma duygusu ‎ve hakiki olabilme (authenticity) endişesi. ‎Benim bu huzursuz edici duyguları ‎derinlemesine ilk yaşayışım değildi ‎elbette bu. Bu duyguları, bütün ‎genişlikleri, yan sonuçları, sinir başları ‎‎(nerve endings), iç düğümleri ve çeşit ‎çeşit renkleriyle ben yıllar boyunca ‎okuyup yazarak, kendim masa başında ‎araştırmış, keşfetmiş, derinleştirmiştim. ‎Elbette onları belli belirsiz acılar, keyif ‎kaçırıcı hassasiyetler ve ikide bir ‎hayattan ve kitaplardan bana bulaşan akıl ‎karışıklıkları olarak özellikle gençliğimde ‎pek çok kereler yaşamıştım. Ama taşrada ‎olma duygusunu ve hakikilik endişesini ‎ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar ‎yazarak (mesela taşralılık için Kar, ‎İstanbul; hakikilik endişesi için Benim ‎Adım Kırmızı ya da Kara Kitap) bütünüyle ‎tanıyabilmiştim. Benim için yazar olmak ‎demek, içimizde taşıdığımız, en fazla ‎taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli ‎yaralarımızın üzerinde durmak, onları ‎sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya ‎çıkarmak ve bu yaraları ve acıları ‎yazımızın ve kimliğimizin bilinçle ‎sahiplendiğimiz bir parçası haline ‎getirmektir.‎ ‎






‎‎
Je vous ai déjà parlé des deux sentiments ‎que cette valise – que j'ai depuis refermée ‎et rangée – avaient suscités en moi : le ‎sentiment de provincialité, et le souci ‎d'authenticité. Bien évidemment, ce n'était ‎pas la première fois que j'éprouvais ‎profondément ces sentiments d'inquiétude. ‎J'avais moi-même en lisant et en écrivant ‎exploré, découvert et approfondi pendant ‎des années ces sentiments à ma table de ‎travail, dans toute leur ampleur, avec leurs ‎conséquences, leurs interconnections, leurs ‎intrications et la diversité de leurs nuances. ‎Bien sûr, je les avais éprouvés maintes fois, ‎surtout dans ma jeunesse, douleurs ‎diffuses, susceptibilités lanscinantes, ‎désordres de l'esprit dont la vie et les livres ‎ne cessaient pas de m'affliger. Mais je ‎n'étais parvenu au fond du sentiment d'être ‎provincial, de l'angoisse de n'être pas ‎authentique qu'en écrivant des romans, des ‎livres là-dessus (par exemple Neige ou ‎Istanbul pour le sentiment de provincialité, ‎ou Mon Nom est Rouge et Le Livre noir pour ‎le souci d'authenticité). Pour moi, être ‎écrivain, c'est appuyer sur les blessures ‎secrètes que nous portons en nous, que nous ‎savons que nous portons en nous – les ‎découvrir patiemment, les connaître, les ‎révéler au grand jour, et faire de ces ‎blessures et de nos douleurs une partie de ‎notre écriture et de notre identité.‎ ‎
A writer talks of things that everyone knows ‎but does not know they know. To explore ‎this knowledge, and to watch it grow, is a ‎pleasurable thing; the reader is visiting a ‎world at once familiar and miraculous. When ‎a writer shuts himself up in a room for years ‎on end to hone his craft – to create a world ‎‎– if he uses his secret wounds as his starting ‎point, he is, whether he knows it or not, ‎putting a great faith in humanity. My ‎confidence comes from the belief that all ‎human beings resemble each other, that ‎others carry wounds like mine – that they ‎will therefore understand. All true ‎literature rises from this childish, hopeful ‎certainty that all people resemble each ‎other. When a writer shuts himself up in a ‎room for years on end, with this gesture he ‎suggests a single humanity, a world without ‎a centre.‎

‎‎
Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği ‎şeylerden söz etmektir yazarlık. Bu ‎bilginin keşfi ve onun geliştirilip ‎paylaşılması okura çok tanıdığı bir ‎dünyada hayret ederek gezinmenin ‎zevklerini verir. Bu zevkleri, bildiğimiz ‎şeylerin bütün gerçekliğiyle yazıya ‎dökülmesindeki hünerden de alırız ‎elbette. Bir odaya kapanıp yıllarca ‎hünerini geliştiren, bir alem kurmaya ‎çalışan yazar işe kendi gizli yaralarından ‎başlarken bilerek ya da bilmeden ‎insanoğluna derin bir güven de göstermiş ‎olur. Başkalarının da bu yaraların bir ‎benzerini taşıdığına, bu yüzden ‎anlaşılacağına, insanların birbirlerine ‎benzediğine duyulan bu güveni hep ‎taşıdım. Bütün gerçek edebiyat, insanların ‎birbirine benzediğine ilişkin çocuksu ve ‎iyimser bir güvene dayanır. Kapanıp ‎yıllarca yazan biri işte böyle bir insanlığa ‎ve merkezi olmayan bir dünyaya ‎seslenmek ister.‎

‎‎
Etre écrivain, c'est parler des choses que ‎tout le monde sait sans en avoir conscience. ‎La découverte de ce savoir et son partage ‎donnent au lecteur le plaisir de parcourir en ‎s'étonnant un monde familier. Nous prenons ‎sans doute aussi ce plaisir au talent qui ‎exprime par des mots ce que nous ‎connaissons de la réalité. L 'écrivain qui ‎s'enferme dans une chambre et développe ‎son talent pendant des années, et qui essaie ‎de construire un monde en commençant par ‎ses propres blessures secrètes, ‎consciemment ou inconsciemment, montre ‎une confiance profonde en l'humanité. J'ai ‎toujours eu cette confiance en ce que les ‎autres aussi portent aussi ce genre de ‎blessures, en ce que les êtres humains se ‎ressemblent. Toute la littérature véritable ‎repose sur une confiance – d'un optimisme ‎enfantin – selon laquelle les hommes se ‎ressemblent. Quelqu'un qui écrit pendant ‎des années enfermé s'adresse à cette ‎humanité et à un monde sans centre.‎ ‎
But as can be seen from my father's ‎suitcase and the pale colours of our lives in ‎Istanbul, the world did have a centre, and it ‎was far away from us. In my books I have ‎described in some detail how this basic fact ‎evoked a Checkovian sense of provinciality, ‎and how, by another route, it led to my ‎questioning my authenticity. I know from ‎experience that the great majority of ‎people on this earth live with these same ‎feelings, and that many suffer from an even ‎deeper sense of insufficiency, lack of ‎security and sense of degradation, than I ‎do. Yes, the greatest dilemmas facing ‎humanity are still landlessness, ‎homelessness, and hunger ... But today our ‎televisions and newspapers tell us about ‎these fundamental problems more quickly ‎and more simply than literature can ever do. ‎What literature needs most to tell and ‎investigate today are humanity's basic ‎fears: the fear of being left outside, and ‎the fear of counting for nothing, and the ‎feelings of worthlessness that come with ‎such fears; the collective humiliations, ‎vulnerabilities, slights, grievances, ‎sensitivities, and imagined insults, and the ‎nationalist boasts and inflations that are ‎their next of kind ... Whenever I am ‎confronted by such sentiments, and by the ‎irrational, overstated language in which they ‎are usually expressed, I know they touch on ‎a darkness inside me. We have often ‎witnessed peoples, societies and nations ‎outside the Western world – and I can ‎identify with them easily – succumbing to ‎fears that sometimes lead them to commit ‎stupidities, all because of their fears of ‎humiliation and their sensitivities. I also ‎know that in the West – a world with which I ‎can identify with the same ease – nations ‎and peoples taking an excessive pride in ‎their wealth, and in their having brought us ‎the Renaissance, the Enlightenment, and ‎Modernism, have, from time to time, ‎succumbed to a self-satisfaction that is ‎almost as stupid.‎

‎‎
Ama babamın bavulundan ve tabii ‎İstanbul’da yaşadığımız hayatın solgun ‎renklerinden anlaşılabileceği gibi, ‎dünyanın bizden uzakta bir merkezi vardı. ‎Bu temel gerçeği yaşamanın verdiği ‎Çehovcu taşra duygusundan, bir diğer yan ‎sonuç olan hakikilik endişesinden (anxiety ‎of authenticity) kitaplarımda çok söz ‎ettim. Dünya nüfusunun büyük ‎çoğunluğunun bu duygularla yaşadığını, ‎hatta daha ağırları olan eziklik, kendine ‎güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla ‎boğuşarak yaşadığını kendimden ‎biliyorum. Evet, insanoğlunun birinci derdi ‎hâlâ, mülksüzlük, yiyeceksizlik, evsizlik… ‎Ama artık televizyonlar, gazeteler bu ‎temel dertleri edebiyattan çok daha ‎çabuk ve kolay bir şekilde anlatıyor bize. ‎Bugün edebiyatın asıl anlatması ve ‎araştırması gereken şey, insanoğlunun ‎temel derdi ise, dışarıda kalmak ve ‎kendini önemsiz hissetme korkuları, ‎bunlara bağlı değersizlik duyguları, bir ‎cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları, ‎kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, ‎çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar, bitip ‎tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve ‎bunların kardeşi milli övünmeler, ‎şişinmeler… Çoğu zaman akıldışı ve aşırı ‎duygusal bir dille dışa vurulan (express) ‎bu hayalleri kendi içimdeki karanlığa her ‎bakışımda anlayabiliyorum. Kendimi ‎kolaylıkla özdeşleştirebildiğim (identify) ‎Batı-dışı dünyada büyük kalabalıkların, ‎toplulukların ve milletlerin aşağılanma ‎endişeleri ve alınganlıkları yüzünden ‎zaman zaman aptallığa varan korkulara ‎kapıldıklarına tanık oluyoruz. Kendimi aynı ‎kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı ‎dünyasında da Rönesansı, Aydınlanmayı, ‎Modernliği keşfetmiş olmanın ve ‎zenginliğin aşırı gururuyla milletlerin, ‎devletlerin zaman zaman benzer bir ‎aptallığa yaklaşan bir kendini ‎beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum.‎ ‎





‎‎
Mais comme on peut le comprendre de la ‎valise de mon père et des couleurs fânées ‎de la vie que nous menions à Istanbul, le ‎monde avait un centre bien loin de nous. J'ai ‎beaucoup parlé de ce sentiment tchekhovien ‎de provincialité et de l'angoisse ‎d'authenticité inspiré tous deux par ‎l'expérience de cette vérité fondamentale. ‎Je connais par moi-même que la majorité ‎écrasante de la population mondiale vit avec ‎ces sentiments oppressants et en luttant ‎contre le manque de confiance en soi et ‎contre la peur de l'humiliation. Oui, le souci ‎principal de l'humanité est encore la ‎pauvreté, le manque de nourriture, de ‎logement… Mais désormais, les télévisions, ‎les journaux nous racontent ces problèmes ‎fondamentaux plus rapidement et plus ‎facilement que la littérature. Si ce que la ‎littérature doit raconter et explorer ‎aujourd'hui c'est le problème principal de ‎l'humanité, la peur de l'exclusion et de se ‎sentir sans importance, le sentimment de ne ‎rien valoir, les atteintes à l'amour propre ‎éprouvées par les sociétés, les fragilités, la ‎crainte de l'humiliation, les colères de tout ‎ordre, les susceptibilités, et les vantardises ‎nationales… Je peux comprendre ces ‎paranoïas, qui sont le plus souvent exprimées ‎dans un langage irrationnel et ‎excessivement sensible, chaque fois que je ‎fixe l'obscurité qui est en moi. Nous ‎témoignons de ce que les grandes foules, les ‎sociétés et les nations constituant le monde ‎en dehors de l'Occident, auxquelles je ‎m'identifie facilement, sont imprégnées de ‎peurs qui frisent parfois la stupidité, à ‎cause de cette peur d'être humilié et de ‎cette susceptibilité. Je sais en même temps ‎que les nations, les Etats dans le monde ‎occidental, auquel je peux tout aussi ‎facilement m'identifier, sont parfois imbus ‎d'un orgueil (vanité d'avoir produit la ‎Renaissance, les Lumières, la Modernité, la ‎société d'abondance) qui frise tout autant ‎la stupidité.‎



This means that my father was not the only ‎one, that we all give too much importance to ‎the idea of a world with a centre. Whereas ‎the thing that compels us to shut ourselves ‎up to write in our rooms for years on end is ‎a faith in the opposite; the belief that one ‎day our writings will be read and ‎understood, because people all the world ‎over resemble each other. But this, as I ‎know from my own and my father's writing, ‎is a troubled optimism, scarred by the anger ‎of being consigned to the margins, of being ‎left outside. The love and hate that ‎Dostoyevsky felt towards the West all his ‎life – I have felt this too, on many occasions. ‎But if I have grasped an essential truth, if I ‎have cause for optimism, it is because I have ‎travelled with this great writer through his ‎love-hate relationship with the West, to ‎behold the other world he has built on the ‎other side.‎ ‎
‎‎
Demek ki, yalnızca babam değil, hepimiz ‎dünyanın bir merkezi olduğu düşüncesini ‎çok fazla önemsiyoruz. Oysa, yazı yazmak ‎için bizi yıllarca bir odaya kapatan şey ‎tam tersi bir güvendir; bir gün ‎yazdıklarımızın okunup anlaşılacağına, ‎çünkü insanların dünyanın her yerinde ‎birbirlerine benzediklerine ilişkin bir ‎inançtır bu. Ama bu, kendimden ve ‎babamın yazdıklarından biliyorum, ‎kenarda olmanın, dışarıda kalmanın ‎öfkesiyle yaralı, dertli (troubled) bir ‎iyimserliktir. Dostoyevski’nin bütün hayatı ‎boyunca Batı’ya karşı hissettiği aşk ve ‎nefret duygularını pek çok kereler kendi ‎içimde de hissettim. Ama ondan asıl ‎öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu ‎büyük yazarın Batı ile aşk ve nefret ‎ilişkisinden yola çıkıp, onların ötesinde ‎kurduğu bambaşka bir alem oldu.‎


‎‎
En conséquence, non seulement mon père, ‎mais nous tous surestimons l'idée selon ‎laquelle le monde aurait un centre. ‎Cependant, ce qui nous tient enfermés dans ‎un e chambre pendant des années pour ‎écrire est une confiance contraire ; c'est ‎une foi en ce qu'un jour, ce que nous avons ‎écrit sera lu et compris car les hommes se ‎ressemblent partout dans le monde. Mais, je ‎le sais par moi-même et par ce que mon père ‎a écrit, ceci est d'un optimisme inquiet, ‎blessé, inspiré par la peur d'être en marge, ‎en dehors. J'ai senti maintes fois en moi-‎même les sentiments d'amour et de haine ‎que Dostoïevski a éprouvé toute sa vie à ‎l'égard de l'Occident. Mais ce que j'ai ‎vraiment appris de lui, ma vraie source ‎d'optimisme, c'est le monde complètement ‎différent que ce grand écrivain a fondé en ‎partant de sa relation d'amour et de haine ‎avec l'Occident mais en la dépassant.‎ ‎
All writers who have devoted their lives to ‎this task know this reality: whatever our ‎original purpose, the world that we create ‎after years and years of hopeful writing, ‎will, in the end, move to other very different ‎places. It will take us far away from the ‎table at which we have worked with sadness ‎or anger, take us to the other side of that ‎sadness and anger, into another world. ‎Could my father have not reached such a ‎world himself? Like the land that slowly ‎begins to take shape, slowly rising from the ‎mist in all its colours like an island after a ‎long sea journey, this other world enchants ‎us. We are as beguiled as the western ‎travellers who voyaged from the south to ‎behold Istanbul rising from the mist. At the ‎end of a journey begun in hope and ‎curiosity, there lies before them a city of ‎mosques and minarets, a medley of houses, ‎streets, hills, bridges, and slopes, an entire ‎world. Seeing it, we wish to enter into this ‎world and lose ourselves inside it, just as we ‎might a book. After sitting down at a table ‎because we felt provincial, excluded, on the ‎margins, angry, or deeply melancholic, we ‎have found an entire world beyond these ‎sentiments.‎



‎‎
Bu işe hayatını vermiş bütün yazarlar şu ‎gerçeği bilir: masaya oturup yazma ‎nedenlerimizle, yıllarca umutla yaza yaza ‎kurduğumuz dünya, sonunda apayrı ‎yerlere yerleşir. Kederle ya da öfkeyle ‎oturduğumuz masadan o kederin ve ‎öfkenin ötesinde bambaşka bir aleme ‎ulaşırız. Babam da böyle bir aleme ulaşmış ‎olamaz mıydı? Uzun yolculuktan sonra o ‎varılan alem, tıpkı uzun bir deniz ‎yolculuğundan sonra sis aralanırken bütün ‎renkleriyle karşımızda yavaş yavaş beliren ‎bir ada gibi bize bir mucize duygusu verir. ‎Ya da Batılı gezginlerin güneyden gemiyle ‎yaklaştıkları İstanbul’u sabah sisi ‎aralanırken gördüklerinde hissettikleri ‎şeylere benzer bu. Umutla, merakla ‎çıkılan uzun yolculuğun sonunda, orada ‎camileri, minareleri, tek tek evleri, ‎sokakları, tepeleri, köprüleri, yokuşları ile ‎birlikte bütün bir şehir, bütün bir alem ‎vardır. İnsan, tıpkı iyi bir okurun bir ‎kitabın sayfaları içinde kaybolması gibi, ‎karşısına çıkıveren bu yeni alemin içine ‎hemen girip kaybolmak ister. Kenarda, ‎taşrada, dışarıda, öfkeli ya da düpedüz ‎hüzünlü olduğumuz için masaya oturmuş ‎ve bu duyguları unutturan yepyeni bir ‎alem keşfetmişizdir.‎





‎‎
Tous les écrivains qui ont consacré leur vie à ‎ce métier savent cette réalité : les motifs ‎qui nous ont amenés à écrire et le monde ‎que nous avons construit à force d'écrire ‎pendant des années avec espoir se posent ‎finalement dans des lieux différents. De la ‎table où nous étions assis avec notre chagrin ‎ou notre colère, nous sommes arrivés à un ‎monde entièrement différent, au-delà de ‎ce chagrin et de cette colère. N'était-il pas ‎possible que mon père, lui aussi, eût atteint ‎un tel monde ? Ce monde auquel on n'arrive ‎au bout d'un long voyage, nous inspire un ‎sentiment de miracle, tout comme une île ‎qui apparaît peu à peu devant nous, dans ‎toutes ses couleurs, lorsque le brouillard se ‎lève sur la mer. Ou bien cela ressemble à ce ‎qu'ont ressentit les voyageurs occidentaux ‎à l'approche d'Istanbul, par la mer, quand ‎elle émerge du brouillard de l'aube. A la fin ‎du long voyage commencé avec espoir et ‎curiosité, il existe une ville, un monde entier ‎avec ses mosquées, ses minarets, ses ‎maisons, ses rues, en pente, ses collines, ses ‎ponts. On a envie d'entrer de plain pied ‎dans ce monde, et de s'y perdre, tout ‎comme un bon lecteur se perd dans les ‎pages d'un livre. Nous étions assis à cette ‎table, en colère, tristes, et nous avons ‎découvert un nouveau monde qui nous a fait ‎oublier ces sentiments.‎ ‎
What I feel now is the opposite of what I ‎felt as a child and a young man: for me the ‎centre of the world is Istanbul. This is not ‎just because I have lived there all my life, ‎but because, for the last 33 years, I have ‎been narrating its streets, its bridges, its ‎people, its dogs, its houses, its mosques, its ‎fountains, its strange heroes, its shops, its ‎famous characters, its dark spots, its days ‎and its nights, making them part of me, ‎embracing them all. A point arrived when ‎this world I had made with my own hands, ‎this world that existed only in my head, was ‎more real to me than the city in which I ‎actually lived. That was when all these ‎people and streets, objects and buildings ‎would seem to begin to talk amongst ‎themselves, and begin to interact in ways I ‎had not anticipated, as if they lived not just ‎in my imagination or my books, but for ‎themselves. This world that I had created ‎like a man digging a well with a needle would ‎then seem truer than all else.‎ ‎
‎‎
Çocukluğumda, gençliğimde hissettiğimin ‎tam tersine benim için artık dünyanın ‎merkezi İstanbul’dur. Neredeyse bütün ‎hayatımı orada geçirdiğim için değil ‎yalnızca, otuz üç yıldır tek tek ‎sokaklarını, köprülerini, insanlarını, ‎köpeklerini, evlerini, camilerini, ‎çeşmelerini, tuhaf kahramanlarını, ‎dükkanlarını, tanıdık kişilerini, karanlık ‎noktalarını, gecelerini ve gündüzlerini ‎kendimi onların hepsiyle özdeşleştirerek ‎anlattığım için. Bir noktadan sonra, hayal ‎ettiğim bu dünya da benim elimden çıkar ‎ve kafamın içinde yaşadığım şehirden ‎daha da gerçek olur. O zaman, bütün o ‎insanlar ve sokaklar, eşyalar ve binalar ‎sanki hep birlikte aralarında konuşmaya, ‎sanki kendi aralarında benim önceden ‎hissedemediğim ilişkiler kurmaya, sanki ‎benim hayalimde ve kitaplarımda değil, ‎kendi kendilerine yaşamaya başlarlar. ‎İğneyle kuyu kazar gibi sabırla hayal ‎ederek kurduğum bu alem bana o zaman ‎her şeyden daha gerçekmiş gibi gelir.‎
‎‎
Contrairement à ce que je ressentais ‎pendant mon enfance et ma jeunesse, le ‎centre du monde pour moi est désormais ‎Istanbul. Non seulement parce que j'y ai ‎passé presque toute ma vie, mais aussi parce ‎que depuis trente-trois ans, j'ai raconté ses ‎rues, ses ponts, ses humains et ces chiens, ‎ses maisons et ses mosquées, ses fontaines, ‎ses héros étonnants, ses magazins, ses petits ‎gens, ses recoins sombres, ses nuits et ses ‎jours, en m'identifiant à chacun tour à tour. ‎A partir d'un certain moment, ce monde que ‎j'ai imaginé échappe aussi à mon contrôle et ‎devient plus réel dans ma tête que la vielle ‎dans laquelle je vis. Alors, tous ces hommes ‎et ces rues, ces objets et ces bâtiments ‎commencent en quelque sorte à parler entre ‎eux, à établir entre eux des relations que je ‎ne pouvais pas pressentir, à vivre par eux-‎mêmes, et non plus dans mon imagination et ‎mes livres. Ce monde que j'ai construit en ‎l'imaginant patiemment, comme on creuse ‎un puits avec une aiguille, m'apparaît alors ‎plus réel que tout.‎ ‎
My father might also have discovered this ‎kind of happiness during the years he spent ‎writing, I thought as I gazed at my father's ‎suitcase: I should not prejudge him. I was so ‎grateful to him, after all: he'd never been a ‎commanding, forbidding, overpowering, ‎punishing, ordinary father, but a father who ‎always left me free, always showed me the ‎utmost respect. I had often thought that if ‎I had, from time to time, been able to draw ‎from my imagination, be it in freedom or ‎childishness, it was because, unlike so many ‎of my friends from childhood and youth, I ‎had no fear of my father, and I had ‎sometimes believed very deeply that I had ‎been able to become a writer because my ‎father had, in his youth, wished to be one, ‎too. I had to read him with tolerance – seek ‎to understand what he had written in those ‎hotel rooms.‎ ‎
‎‎
Babam da, belki, yıllarını bu işe vermiş ‎yazarların bu cins mutluluklarını ‎keşfetmiştir, ona önyargılı olmayayım ‎diyordum bavuluna bakarken. Ayrıca, ‎emreden, yasaklayan, ezen, cezalandıran ‎sıradan bir baba olmadığı, beni her zaman ‎özgür bırakıp, bana her zaman aşırı saygı ‎gösterdiği için de ona müteşekkirdim. Pek ‎çok çocukluk ve gençlik arkadaşımın ‎aksine, baba korkusu bilmediğim için ‎hayal gücümün zaman zaman özgürce ya ‎da çocukça çalışabildiğine bazen inanmış, ‎bazen da babam gençliğinde yazar olmak ‎istediği için yazar olabildiğimi içtenlikle ‎düşünmüştüm. Onu hoşgörüyle okumalı, ‎otel odalarında yazdıklarını anlamalıydım.‎




‎‎
En regardant sa valise, je me disais que ‎peut-être mon père aussi avait connu ce ‎bonheur réservé aux écrivains qui ont voué ‎tant d'années à leur métier, et que je ne ‎devais pas avoir de préjugé à son égard. Par ‎ailleurs, je lui étais reconnaissant de n'avoir ‎pas été un père ordinaire, distribuant des ‎ordres et des interdictions, qui écrase et ‎punit, et de m'avoir toujours respecté et ‎laissé libre. J'ai parfois cru que mon ‎imagination pouvait fonctionner librement ‎comme celle d'un enfant, parce que je ne ‎connaissais pas la peur de perdre, ‎contrairement à de nombreux amis de mon ‎enfance et de ma jeunesse, et j'ai parfois ‎sincèrement pensé que je pouvais devenir ‎écrivain parce que mon père a voulu devenir ‎lui-même écrivain dans sa jeunesse. Je ‎devais le lire avec tolérance et comprendre ‎ce qu'il avait écrit dans ces chambres ‎d'hôtel.‎ ‎
It was with these hopeful thoughts that I ‎walked over to the suitcase, which was still ‎sitting where my father had left it; using all ‎my willpower, I read through a few ‎manuscripts and notebooks. What had my ‎father written about? I recall a few views ‎from the windows of Parisian hotels, a few ‎poems, paradoxes, analyses ... As I write I ‎feel like someone who has just been in a ‎traffic accident and is struggling to ‎remember how it happened, while at the ‎same time dreading the prospect of ‎remembering too much. When I was a child, ‎and my father and mother were on the brink ‎of a quarrel – when they fell into one of ‎those deadly silences – my father would at ‎once turn on the radio, to change the mood, ‎and the music would help us forget it all ‎faster.‎ ‎
‎‎
Babamın bıraktığı yerde günlerdir hâlâ ‎duran bavulu bu iyimser düşüncelerle ‎açtım ve bazı defterleri, bazı sayfaları ‎bütün irademi kullanarak okudum. Babam ‎ne mi yazmıştı? Paris otellerinden ‎görüntüler hatırlıyorum, bazı şiirler, bazı ‎paradokslar, akıl yürütmeler… Bir trafik ‎kazasından sonra başından geçenleri zar ‎zor hatırlayan, zorlansa da fazlasını ‎hatırlamak istemeyen biri gibi ‎hissediyorum kendimi şimdi. ‎Çocukluğumda annem ile babam bir ‎kavganın eşiğine geldiklerinde, yani o ‎ölümcül sessizliklerden biri başladığında ‎babam havayı değiştirmek için hemen ‎radyoyu açar, müzik bize olup biteni daha ‎çabuk unuttururdu.‎



‎‎
Avec ses pensées optimistes, j'ai ouvert la ‎valise, qui était restée plusieurs jours là où ‎mon père l'avait laissée, et j'ai lu, en ‎mobilisant toute ma volonté, certains ‎cahiers, certaines pages. Qu'avait-il donc ‎écrit ? Je me souviens de vues d'hôtels ‎parisiens, de quelques poèmes, de ‎paradoxes, de raisonnements… Je me sens ‎maintenant comme quelqu'un qui se rappelle ‎difficilement, après un accident de voiture, ‎ce qui lui est arrivé, et qui rechigne à se ‎souvenir. Lorsque dans mon enfance ma ‎mère et mon père étaient sur le point de ‎commencer une dispute, c'est-à-dire lors de ‎l'un de leurs silences mortels, mon père ‎allumait tout de suite la radio, pour changer ‎l'ambiance, la musique nous faisait oublier ‎plus vite.‎
Let me change the mood with a few sweet ‎words that will, I hope, serve as well as that ‎music. As you know, the question we writers ‎are asked most often, the favourite ‎question, is; why do you write? I write ‎because I have an innate need to write! I ‎write because I can't do normal work like ‎other people. I write because I want to read ‎books like the ones I write. I write because ‎I am angry at all of you, angry at everyone. ‎I write because I love sitting in a room all ‎day writing. I write because I can only ‎partake in real life by changing it. I write ‎because I want others, all of us, the whole ‎world, to know what sort of life we lived, ‎and continue to live, in Istanbul, in Turkey. I ‎write because I love the smell of paper, pen, ‎and ink. I write because I believe in ‎literature, in the art of the novel, more than ‎I believe in anything else. I write because it ‎is a habit, a passion. I write because I am ‎afraid of being forgotten. I write because I ‎like the glory and interest that writing ‎brings. I write to be alone. Perhaps I write ‎because I hope to understand why I am so ‎very, very angry at all of you, so very, very ‎angry at everyone. I write because I like to ‎be read. I write because once I have begun ‎a novel, an essay, a page, I want to finish it. ‎I write because everyone expects me to ‎write. I write because I have a childish ‎belief in the immortality of libraries, and in ‎the way my books sit on the shelf. I write ‎because it is exciting to turn all of life's ‎beauties and riches into words. I write not ‎to tell a story, but to compose a story. I ‎write because I wish to escape from the ‎foreboding that there is a place I must go ‎but – just as in a dream – I can't quite get ‎there. I write because I have never ‎managed to be happy. I write to be happy.‎







‎‎
Ben de benzeri bir müzik işlevi görecek ve ‎sevilecek bir-iki söz ile konuyu ‎değiştireyim! Bildiğiniz gibi, biz yazarlara ‎en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: ‎neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için ‎yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş ‎yapamadığım için yazıyorum. Benim ‎yazdığım gibi kitaplar yazılsın da ‎okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, ‎herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. ‎Bir odada bütün gün oturup yazmak çok ‎hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak ‎değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim ‎için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, ‎bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir ‎hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya ‎bilsin diye yazıyorum. Kağıdın, kalemin, ‎mürekkebin kokusunu sevdiğim için ‎yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her ‎şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir ‎alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. ‎Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. ‎Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için ‎yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. ‎Hepinize, herkese neden o kadar çok çok ‎kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. ‎Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. ‎Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, ‎şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. ‎Herkes benden bunu bekliyor diye ‎yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ‎ve kitaplarımın raflarda duruşuna ‎çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, ‎dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ‎ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın ‎bütün bu güzelliğini ve zenginliğini ‎kelimelere geçirmek zevkli olduğu için ‎yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, ‎hikâye kurmak için yazıyorum. Hep ‎gidilecek bir yer varmış ve oraya —tıpkı ‎bir rüyadaki gibi— bir türlü ‎gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak ‎için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım ‎için yazıyorum. Mutlu olmak için ‎yazıyorum.‎





‎‎
Changeons de sujet, et disons quelques mots ‎‎« en guise de musique ». Comme vous le ‎savez, la question la plus fréquemment ‎posée aux écrivains est la suivante : « ‎Pourquoi écrivez-vous ? » J'écris parce que ‎j'en ai envie. J'écris parce que je ne peux ‎pas faire comme les autres un travail ‎normal. J'écris pour que des livres comme ‎les miens soient écrits et que je les lise. ‎J'écris parce que je suis très fâché contre ‎vous tous, contre tout le monde. J'écris ‎parce qu'il me plaît de rester enfermé dans ‎une chambre, à longueur de journée. J'écris ‎parce que je ne peux supporter la réalité ‎qu'en la modifiant. J 'écris pour que le ‎monde entier sache quel genre de vie nous ‎avons vécue, nous vivons moi, les autres, nous ‎tous, à Istanbul, en Turquie. J'écris parce ‎que j'aime l'odeur du papier et de l'encre. ‎J'écris parce que je crois par-dessus tout à ‎la littérature, à l'art du roman. J'écris ‎parce que c'est une habitude et une passion. ‎J'écris parce que j'ai peur d'être oublié. ‎J'écris parce que je me plaîs à la célébrité ‎et à l'intérêt que cela m'apporte. J'écris ‎pour être seul. J'écris dans l'espoir de ‎comprendre pourquoi je suis à ce point ‎fâché avec vous tous, avec tout le monde. ‎J'écris parce qu'il me plaît d'être lu. J'écris ‎en me disant qu'il faut que je finisse ce ‎roman, cette page que j'ai commencée. ‎J'écris en me disant que c'est ce à quoi tout ‎le monde s'attend de ma part. J'écris parce ‎que je crois comme un enfant à ‎l'immortalité des bibliothèques et à la place ‎qu'y tiendront mes livres. J'écris parce que ‎la vie, le monde, tout est incroyablement ‎beau et étonnant. J'écris parce qu'il est ‎plaisant de traduire en mot toute cette ‎beauté et la richesse de la vie. J 'écris non ‎pas pour raconter des histoires, mais pour ‎construire des histoires. J'écris pour ‎échapper au sentiment de ne pouvoir ‎atteindre un lieu où l'on aspire, comme dans ‎les rêves. J'écris parce que je n'arrive pas à ‎être heureux, quoi que je fasse. J'écris pour ‎être heureux.‎
A week after he came to my office and left ‎me his suitcase, my father came to pay me ‎another visit; as always, he brought me a bar ‎of chocolate (he had forgotten I was 48 ‎years old). As always, we chatted and ‎laughed about life, politics and family ‎gossip. A moment arrived when my father's ‎eyes went to the corner where he had left ‎his suitcase and saw that I had moved it. We ‎looked each other in the eye. There ‎followed a pressing silence. I did not tell ‎him that I had opened the suitcase and ‎tried to read its contents; instead I looked ‎away. But he understood. Just as I ‎understood that he had understood. Just as ‎he understood that I had understood that ‎he had understood. But all this ‎understanding only went so far as it can go ‎in a few seconds. Because my father was a ‎happy, easygoing man who had faith in ‎himself: he smiled at me the way he always ‎did. And as he left the house, he repeated ‎all the lovely and encouraging things that he ‎always said to me, like a father.‎ ‎
‎‎
Yazıhaneme gelip bavulu bırakışından bir ‎hafta sonra, babam, her zamanki gibi ‎elinde bir paket çikolata (kırk sekiz ‎yaşında olduğumu unutuyordu) beni gene ‎ziyaret etti. Her zamanki gibi gene ‎hayattan, siyasetten ve aile ‎dedikodularından söz edip gülüştük. Bir ‎ara babamın gözü bavulu bıraktığı köşeye ‎takıldı ve onu oradan alıp kaldırdığımı ‎anladı. Göz göze geldik. Sıkıcı, utandırıcı ‎bir sessizlik oldu. Ona bavulu açıp ‎içindekileri okumaya çalıştığımı ‎söylemedim, gözlerimi kaçırdım. Ama o ‎anladı. Ben de onun anladığını anladım. O ‎da benim onun anladığını anladığımı ‎anladı. Bu anlayışlar da birkaç saniye ‎içinde ne kadar uzarsa ancak o kadar ‎uzadı. Çünkü babam kendine güvenen, ‎rahat ve mutlu bir insandı: her zamanki ‎gibi gülüverdi. Ve evden çıkıp giderken ‎bana her zaman söylediği tatlı ve ‎yüreklendirici sözleri bir baba gibi yine ‎tekrarladı.



‎‎
Une semaine après avoir déposé la valise ‎dans mon bureau, mon père m'a rendu visite ‎à nouveau, avec comme d'habitude un ‎paquet de chocolats (il oubliait que j'avais ‎quarante-huit ans). Comme d'habitude nous ‎avons parlé de la vie, de politique, des potins ‎de famille et nous avons ri. A un moment ‎donné, mon père a posé son regard là où il ‎avait laissé la valise, et il a compris que je ‎l'avais enlevée. Nos regards se sont croisés. ‎Il y a eu un silence embarrassé. Je ne lui ai ‎pas dit que j'avais ouvert la valise et essayé ‎d'en lire le contenu. J'ai fui son regard. ‎Mais il a compris. Et j'ai compris qu'il avait ‎compris. Et il a compris que j'avais compris ‎qu'il avait compris. Ce genre ‎d'intercompréhension ne dure que le temps ‎qu'elle dure. Car mon père était un homme ‎sûr de lui, à l'aise et heureux avec lui-même. ‎Il a ri comme d'habitude, Et en partant, il a ‎encore répété, comme un père, les douces ‎paroles d'encouragement qu'il me disait ‎toujours.‎


As always, I watched him leave, envying his ‎happiness, his carefree and unflappable ‎temperament. But I remember that on that ‎day that there was also a flash of joy inside ‎me that made me ashamed. It was prompted ‎by the thought that maybe I wasn't as ‎comfortable in life as he was, maybe I had ‎not led as happy or footloose a life as he ‎had, but that I had devoted it to writing – ‎you've understood ... I was ashamed to be ‎thinking such things at my father's expense. ‎Of all people, my father, who had never ‎been the source of my pain – who had left ‎me free. All this should remind us that ‎writing and literature are intimately linked ‎to a lack at the centre of our lives, and to ‎our feelings of happiness and guilt.‎



‎‎
Her zamanki gibi babamın mutluluğunu, ‎dertsiz, tasasız halini kıskanarak ‎arkasından baktım. Ama o gün içimde ‎utanç verici bir mutluluk kıpırtısı da ‎dolaşmıştı, hatırlıyorum. Belki onun kadar ‎rahat değilim, onun gibi tasasız ve mutlu ‎bir hayat sürmedim, ama yazının hakkını ‎verdim duygusu, anladınız… Bunu babama ‎karşı duyduğum için utanıyordum. Üstelik ‎babam, benim hayatımın ezici merkezi de ‎olmamış, beni özgür bırakmıştı. Bütün ‎bunlar bize yazmanın ve edebiyatın, ‎hayatımızın merkezindeki bir eksiklik ile, ‎mutluluk ve suçluluk duygularıyla ‎derinden bağlı olduğunu hatırlatmalı.‎



‎‎
Comme d'habitude, j'ai l'ai regardé sortir ‎en enviant son bonheur, sa tranquillité, mais ‎je me souviens que ce jour-là j'ai senti en ‎moi un tressaillement embarrassant de ‎bonheur. Je ne suis peut-être pas aussi à ‎l'aise que lui, je n'ai pas mené une vie ‎heureuse et sans problèmes comme lui, mais ‎j'avais, comme vous l'avez compris, remis ‎ses écrits à leur place… J'avais honte d'avoir ‎éprouvé cela envers mon père. De plus mon ‎père loin d'avoir été un centre, m'avait ‎laissé libre de ma vie. Tout cela doit nous ‎rappeler que le fait d'écrire et la littérature ‎sont profondément liés à un manque autour ‎duquel tourne notre vie, au sentiments de ‎bonheur et de culpabilité.‎
But my story has a symmetry that ‎immediately reminded me of something else ‎that day, and that brought me an even ‎deeper sense of guilt. Twenty-three years ‎before my father left me his suitcase, and ‎four years after I had decided, aged 22, to ‎become a novelist, and, abandoning all else, ‎shut myself up in a room, I finished my first ‎novel, Cevdet Bey and Sons; with trembling ‎hands I had given my father a typescript of ‎the still unpublished novel, so that he could ‎read it and tell me what he thought. This ‎was not simply because I had confidence in ‎his taste and his intellect: his opinion was ‎very important to me because he, unlike my ‎mother, had not opposed my wish to become ‎a writer. At that point, my father was not ‎with us, but far away. I waited impatiently ‎for his return. When he arrived two weeks ‎later, I ran to open the door. My father said ‎nothing, but he at once threw his arms ‎around me in a way that told me he had ‎liked it very much. For a while, we were ‎plunged into the sort of awkward silence ‎that so often accompanies moments of ‎great emotion. Then, when we had calmed ‎down and begun to talk, my father resorted ‎to highly charged and exaggerated language ‎to express his confidence in me or my first ‎novel: he told me that one day I would win ‎the prize that I am here to receive with such ‎great happiness.‎






‎‎
Ama hikâyemin bana daha da derin bir ‎suçluluk duydurtan bir simetrisi, o gün ‎hemen hatırladığım bir diğer yarısı var. ‎Babamın bavulunu bana bırakmasından ‎yirmi üç yıl önce, yirmi iki yaşımdayken ‎her şeyi bırakıp romancı olmaya karar ‎vermiş, kendimi bir odaya kapatmış, dört ‎yıl sonra ilk romanım Cevdet Bey ve ‎Oğulları’nı bitirmiş ve henüz ‎yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş bir ‎kopyasını okusun ve bana düşüncesini ‎söylesin diye titreyen ellerle babama ‎vermiştim. Yalnız zevkine ve zekasına ‎güvendiğim için değil, annemin aksine, ‎babam yazar olmama karşı çıkmadığı için ‎de onun onayını almak benim için ‎önemliydi. O sırada babam bizimle ‎değildi, uzaktaydı. Dönüşünü sabırsızlıkla ‎bekledim. İki hafta sonra gelince kapıyı ‎ona koşarak açtım. Babam hiçbir şey ‎söylemedi, ama bana hemen öyle bir ‎sarıldı ki kitabımı çok sevdiğini anladım. ‎Bir süre, aşırı duygusallık anlarında ortaya ‎çıkan bir çeşit beceriksizlik (clumsiness) ‎ve sessizlik buhranına kapıldık. Sonra ‎biraz rahatlayıp konuşmaya başlayınca, ‎babam, bana ya da ilk kitabıma olan ‎güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ‎ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla ‎kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı ‎öylesine söyleyiverdi.‎











‎‎
Mais mon histoire a une autre moitié, ‎symétrique, qui m'a inspiré encore plus de ‎culpabilité, et dont je me suis souvenu ce ‎jour-là. Vingt-trois ans auparavant, quand ‎j'avais vingt-deux ans, j'avais décidé de ‎tout abandonner et de devenir romancier, je ‎m'étais enfermé dans une chambre, et ‎quatre ans plus tard, j'avais terminé mon ‎premier roman, Monsieur Djevdet et ses fils, ‎et j'avais remis, les mains tremblantes, une ‎copie dactylographiée du livre qui n'étais ‎pas encore publié, à mon père, pour qu'il le ‎lise et me dise ce qu'il en pensait. Obtenir ‎son approbation était pour moi important, ‎non seulement parce que je comptais sur son ‎goût et sur son intelligence, mais aussi parce ‎que contrairement à ma mère, mon père ne ‎s'opposait pas à ce que je devienne écrivain. ‎A cette époque là, mon père n'étais pas avec ‎nous. Il était loin. J'attendis impatiemment ‎son retour. Quand il est rentré, deux ‎semaines après, j'ai couru lui ouvrir la porte. ‎Mon père n'a rien dit, mais il m'a pris dans ‎ces bras, embrassé d'une façon telle que ‎j'ai compris qu'il avait beaucoup aimé mon ‎livre. Pendant un certain temps, nous ‎sommes restés silencieux, mal à l'aise, ‎comme il arrive dans des moments de ‎sentimentalité excessive. Lorsqu'un peu plus ‎tard nous nous sommes mis un peu plus à ‎l'aise, et avons commencé à causer, mon ‎père a exprimé, d'un façon excessivement ‎excitée et par des mots exagérés, sa ‎confiance en moi, et en mon premier livre, et ‎il m'a dit que j'allais un jour recevoir ce ‎prix, que j'accepterais aujourd'hui avec ‎beaucoup de bonheur.‎ ‎
He said this not because he was trying to ‎convince me of his good opinion, or to set ‎this prize as a goal; he said it like a Turkish ‎father, giving support to his son, ‎encouraging him by saying, 'One day you'll ‎become a pasha!' For years, whenever he ‎saw me, he would encourage me with the ‎same words.‎ ‎
‎‎
Bu sözü ona inanmaktan ya da bu ödülü ‎bir hedef olarak göstermekten çok, ‎oğlunu desteklemek, yüreklendirmek için ‎ona “bir gün paşa olacaksın!” diyen bir ‎Türk babası gibi söylemişti. Yıllarca da ‎beni her görüşünde cesaretlendirmek için ‎bu sözü tekrarladı durdu.‎

‎‎
Il m'avait dit cela moins par conviction ou ‎avec l'intention de m'assigner un but, que ‎comme un père turc dit à son fils, pour ‎l'encourager « Tu seras un pacha ». Et il a ‎répété ces paroles pendant des années, à ‎chaque fois qu'il me voyait, pour me donner ‎du courage.‎

My father died in December 2002.‎ ‎
‎‎
Babam 2002 yılı Aralık ayında öldü.‎ ‎
‎‎
Mon père est mort en décembre 2002.‎ ‎
Today, as I stand before the Swedish ‎Academy and the distinguished members ‎who have awarded me this great prize – this ‎great honour – and their distinguished ‎guests, I dearly wish he could be amongst ‎us.‎ ‎
‎‎
İsveç Akademisi’nin bana bu büyük ödülü, ‎bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli ‎konuklar, bugün babam aramızda olsun ‎çok isterdim.‎



‎‎
Honorables membres de l'académie ‎suédoise qui m'avez accordé ce grand prix, ‎cet honneur, et vous leurs éminents invités, ‎j'aurais beaucoup aimé que mon père soit ‎parmis nous aujourd'hui.‎

Translation from Turkish by Maureen ‎Freely ‎ ‎ ‎
‎‎
‎‎
Traduction de la langue turque par Gilles ‎Authier ‎ ‎
(*) Orhan Pamuk’a 2006 yılı Nobel Edebiyat Ödülü 12 Ekim 2006 ‎tarihinde İsveç Akademisi tarafından tevcih edilmiş, 10 ‎Aralık 2006 tarihinde de Stockholm Konser Salonunda ‎icra edilen ödül töreninde bizzat İsveç Kralı XVI. Carl ‎Gustaf tarafından kendisine verilmiştir.